Öykü

Bir Damla Öykü

“İşte bizi diğerlerinden farklı kılan tam da buydu: Bilmeden inanmak, bilinseydi eğer inanmaktan kim söz edebilirdi ki?”

Doğaya, tabiata hayrandık her daim. En derinliklerinde yaşardık asırlardır ucu bucağı olmayan ormanımızın. Her daim hayretler içerisindeydik. Şu sonu var mı bilinmeyen kainattaki akıl almaz ve muayyen düzene hayrandık. Akıl ile düşünüp, sorgulayıp gönül ile inanırdık.

Hayran et bizi şöhretine

Göz vermişken kör etme

Kulak vermiş iken sağır eyleme

Buldur bizlere seni her yerde

Doğayı ve tabiatı gözlemlerdik her daim. Düşünüp tefekkür ederdik bunca karmaşıklığın anbean bir düzende oluşunu. Tefekkürden hayret denizine dalardık. Acele etmezdik. Ne durur ne de koşardık. Zira her daim yürürdük. İnanırdık her şeyden üstün bir güç olduğuna. Lakin tanımazdık onu. Bir muamma ve bilinmezlikti bizim için. Onunla tanışmak için ölmek gerekiyordu. Bizler ölen kişiye imrenirdik ve aynı zamanda büyükçe bir şölenle, mutlulukla uğurlardık onu. Çünkü ölüm; en büyüğü ve en güzeliydi kavuşmaların.

Burada isimler doğadan alınırdı ki bu yüce gücü her daim hatırımızda tutmak içindi. Kişinin kendi seçerdi ismini ki bulmak için kendini. Elbet hepsinin bir manası olmalıydı. Ve bu da bizim için bir bayramdı. Kutlardık ismini bulmuş kişiyi. Kişi ismiyle kendini bulur ve kendisi olurdu. Eşsiz bir kişilik haline gelirdi. Taklitlerden soyunurdu adeta.

Niceleri geldi

Niceleri gitti

Bir sorumluluktu

Bulmaktı kendini

Kendin olmaktı

Kendimi bildim bileli denizde yüzmeyi ve balık tutmayı oldukça sevmişimdir. Özellikle balık tutarken yalnız başıma kalıp düşünecek bolca vaktim oluyordu. Öncelikle denizi bildim. Daha sonrasında tanıdım onu. Zamanla dost oldum onunla birlikte. Ve denizin kendisi oldum. Adımı Deniz seçtim. Adımı keşfettiğimde ne olduğunu sormadan deli divane sevindi ailem sonra kabilem. Oldu bir bayram. Bulmuştum kendimi. Daha sonraları anladım ki biraz acele etmişim. Henüz bulamamışım kendimi. Küçük bir sanışmış meğer benimkisi.

Buldum dedim

Bulan çokmuş

Bildim dedim

Bilen çokmuş

 

Gördüm dedim

Gören çokmuş

“Ben kimim?” dedim

Bilen yokmuş

Babamın dingin bir kişiliği vardı; Kaplumbağa. Annem güzel şarkılar söylerdi kutlamalarda; Ardıç Kuşu. Kız kardeşimin kulağı dışarıya kapalıydı; Dolunay. Çünkü hep derdi ki o: ” Mehtaplı gecelerde ay dolunay halini alır. Böyle zamanlarda kurtlar köpekler dolunaya karşı avazı çıktığı kadar ulurlar. Peki dolunay bunları duyar mı?”. Erkek kardeşim farkındaydı kendisinin dahil her şeyin gelip geçici olduğunu; Rüzgâr.

Bizim inancımıza göre herkesin yalnızca bir eşi olabilirdi. Bir kere evlenebilirdi. İstisnası dahi yoktu bu durumun. Babam Kaplumbağa derdi ki hep: ‘’Oğlum. Aşk seni huzuruna davet ettiyse, icabet et. Ve eli boş gidilmez aşka. Aşk için aşka aşkla feda et canını.’’. Okyanus. Okyanus ile tanıştım. Vazgeçtim bu Deniz oluşumdan. Buldum dediğim ismimden. Benliğimden ve bu varlığımdan. Küçücük bir deniz olmaktansa kocaman bir Okyanusta kaybolmayı yeğledim. O okyanustu herkese. Ben ise gördüm onun derinliğini, derinliğindeki incileri. Ey İnci tanem. İncim… Ben  feraha erdim onunla birlikte olarak. O ise yüceliğine yücelik kattı beni kendisine kabul buyurarak. Ben ona yalnız başımızayken İnci diye hitap ederdim. Zira herkes onun fersah fersah enginliği görürken ben onun dibindeki incileri fark ediyordum.

Bizim kabilemizde aşk konuşulmazdı. Aşk der susulurdu. Aşk konuşurdu. Biz dinlerdik, hissederdik. Daha fazla beyhude söz edilmezdi aşktan gayrı. Küçükken çok merak ediyordum aşkın ne olduğunu. Kime sorarsam sorayım cevap hep aynıydı. Suskunluktu. Anlam veremezdim bu susmalara önceleri. Lakin şimdi bana sorulsa eğer aşk nedir diye. Vereceğim cevap; suskunluk. Yücelmek için fazlalıklardan arınmak gerekir. Aşk insanı öyle bir yüceltir ki akla hayale sığmaz. İşte aşk; suskunluktur…

Çıktım yola aramaya

Devam ettim sormaya

Sordukça yakınlaştım

Cevabımı bulmaya

Canı kendinde insanın

Nerede canı aşığın

Aşk ve Ölüm

Sırrıdır bunlar aşığın

 

Kitaplarda bulamadım

İnsanlarda göremedim

Aşk ve Ölüm

Aşkı ölümde buldum

 

Aşık oldum ölüme

Varmak içindi aşka

Öldüm aşk için

Ol Hamuş olmaya

Ve işte o gün. Bazı insanlar geldi. Hepsi aynı kıyafeti giymişti. Hepsinin ellerinde de kendileri gibi tek tip oyuncaklara benzer şeyler vardı. Anlam veremediğim bir şekilde bir düzene girmişler ve neredeyse hiç kıpırdamıyorlardı. Hatta içlerinden birinin yüzüne bizim kızıl sineklerden biri konmuştu. Çok gıdıklayıcıdır lakin o adam da herhangi bir hareketlilik görülmedi. İnsan olup olmadıklarından şüphe etmeye başlamıştık açıkçası. Hepsinin önlerinde ise bir tanesi göğsünü göğe değdirmek istercesine kabartıyordu. Bakışlarını sebebini bilmediğimiz bir biçimde keskin ve korkutucu yapmaya çalışıyordu ama çok da komik görünüyordu. Yapmaya çalışıyordu dedim çünkü içinden gelen bu değildi ve yapmak için kendini zorluyordu. Yavru köpek gibiydi. Koyun sürüsü emanet edilmiş bir yavru köpek.

Bizimle konuşmak istediğini belirtti el hareketiyle. Benim eşim de aralarında olmak üzere 4 tane bilge kadınımız onlarla konuşmaya gitti. Bizim burada kararları kadın heyetimiz alır. Zira kadın yapıcıdır, dayanıklıdır, güçlüdür, akıllıdır, hissiyatlıdır, hiç tahmin edilemeyecek kadar cesurdur da, zarif ve incedirler… Kadın konuşursa daha önce duyulmamış ezgiler çalınır kulaklarda. Susarsa kadın görülmemiş sükunetler peyda olur. Kadın gülerse yayılır dört bir yana neşe, ağlarsa rahmet. Kalırsa yaşam giderse ders olur. Ve en mühimi bilirler ne zaman, nerede hangi özelliklerini ortaya çıkaracaklarını.

– Siz de kim oluyorsunuz! Lideriniz gelsin buraya!

– Öncelikle bağırmana gerek yok. Burada gerçek acil durumlar dışında sesimizi yükseltmeyiz. Siz de sesinizi yükselteceğinize sözünüzü yükseltmeyi deneyebilirsiniz. İkinci olarak da…

– Höst, siz kim oluyorsunuz da bana nasıl konuşmam gerektiğini öğretiyorsunuz! Sizi gidi orman kaçkını Paganlar! Bana liderinizi getirin dedim!

Demek bize Paganlar diyorlardı. Sanırsak bu iyi bir şeydi. Zira onlar gibi bir insan olmaktansa onların deyimiyle bir Pagan olmak tercih edilesiydi. Ardından eşim bir müddet arkasını döndü kuru gürültüler arasında ve bakıştık. Onun merhamet dolu gözleriyle karşılaştım. Benim içimde merhametle doluverdi adeta. Merhameti ise bu karşısında kendisine bağıran adama karşıydı. Ve biliyordu merhametin acımak değil acıtmamak olduğunu. Karşısındaki adam hakikatleri görmekten kaçıyordu, kendisi olmaktan, gönlünün büyüleyici fısıltısını dinlemekten kaçıyordu aşikarca.

– Bizim bir liderimiz yok, gerektiğinde hepimiz lider olabilecek bir kapasitedeyiz. Temsilci olarak biz geldik karşınıza. Buyrun.

– Bu topraklar bizim topraklarımız! Burayı sizden geri almaya geldik! Bunca yıldır topraklarımızda izinsiz yaşamanızın bedeli gereği köle olarak bizlere hizmet edeceksiniz!

O adam başını iyice kaldırmış her birimize baka baka ve sesini olabildiğince yükselterek bu sözleri sarf etmişti. Hepimiz şaşırdık ve kaldık oracıkta, korkuya kapıldık olduğumuz yerde. Buna karşın önümüzde dimdik ve cesurca duran 4 kadın vardı. Onlarda korkup şaşırmışlardı bu duruma besbelli. Lakin cesaretleri korkularından daha emindi. Ve onların inanılmaz cesareti bizim titreyen ayaklarımızı dinginleştirdi ve bize de onlardan cesaret aksetmeye başladı. O dört kadın da arkalarını döndüler. Bizlere baktılar. Bakıştık. Aramızda ki söz o kadar yükselmişti ki ses varlığını yitirmişti.

“Elbet içinde bulunduğumuz bu halden bizleri, yalnız bizleri değil her şeyi Yaradan bu durumdan bihaber değildir. Önümüzde bir engel ve bunu atlamamız gerek. Sadece burdan gitmemizi isteselerdi giderdik elbet. Ancak bizler O Yaradan’a bile bir köle değilken nasıl olur da bunlara köle olabiliriz. Elbet bunu kabullenemeyiz. ” dedi 4 kadın tek dilden. İlk kez böylesi bir durumla karşı karşıya kalıyorduk.

“Bu toprakların onlara ait olmadığını, bunun en büyük kanıtının dün bu topraklar benim diyenlerin bugün olmayışları değil miydi! Özgür doğmuşken neden köle olarak yaşanır ki! Hem köleler yaşar mıydı ki? Yoksa köle dediğin nefes alan ölü bedenlerden ibaret değil miydi? Bunları ve daha fazlasını yani hakikati ve özü anlatabilirdik onlara. Onlar bizi duyabilirdi ancak dinleyemezlerdi. Zira kendilerinde değillerdi. Gönlün aynası olan gözler yalan söylemezdi, istese de söyleyemezdi. İçleri kinle, nefretle, öfkeyle, ihtiraslarla doluydu. O kadar dolmuştu ki içleri açgözlülükle ve kibirle kulakları tıkanmıştı. Kendileri gibi olmak dışındaki her şeye tamah ediyorlardı. En çokta; öldürmek. Öldürmeye tamah ediyorlardı en çok, en başta kendilerini öldürdüklerinin farkına varmadan, varamadan. Ardından insanları, umutları, hayalleri ve en çokta aşıkları. Hepsinin asıl sebebi ise kendileri olmayışıydı, kendilerinden kaçışlarıydı. Bu tarz insanlar hep kırıp dökerler, buna uyarlanmışlardır artık. Yapıcı ve yıkıcı aynı yerde olmamalıydı. Bir taraftan yaparken bir taraftan da yıkılmak beyhude değil midir? O halde çözüm yıkıcıyı geri savurmaktı lakin geri durmayacakları da ortadaydı. O halde bizde onları yıkmalıydık zira onların anladığı tek dil buydu ve bizden de bunu istiyorlardı zaten. Savaş.”

Hangilerimizin buradan uzaklaşacağını ve kimimizin burada kalıp mücadele vereceğini anlıyorduk bu dört harika kadının bakışlarından. Ve eşim bana git demişti. Yapmam gereken ama hiç istemediğim bir eylemdi bu. Ben onun yanında kalıp birlikte mücadele etmek isterdim. Ama bir kadının sözü de iki edilmezdi. O güzeller güzeli kadın bana git dedi. Ve yüreğim parçalandı aniden. Hiç böylesi bir acı tatmamıştım. Parçalara ayrılmış yüreğim ufalandı iyice ve tek bir meltemle hepsi uçup gitti. Yitti. Düşündüm ki; eğer ben böyle bir acı yaşıyorsam o ne de büyük bir acı çekiyordur şimdi. Neredeyse bitap düşüp yere yığılıp gözyaşlarına boğulacakken o kadın öyle bir baktı ki bana, irkildim ve tüylerim bedenime batan dikenler haline bürünerek beni bu halden geri çekti. Hayran kaldım. Yeniden. Bu kadın neyin nesiydi böyle. İçinde inanılmaz acı fırtınalar kopmasına rağmen nasıl oluyor da böyle dimdik ve kendinden emin durabiliyordu aklım almıyor, şaşıyordu. Ölçülemeyecek büyüklükte bir gücü, iradesi ve aşkı olduğu besbelliydi bu kadının. Okyanustu zira. Ey inci tanem. İncim…

Hayranı olduğum o kadın yerden bir odun parçasını ayak parmaklarıyla kavrayarak havaya kaldırıp eliyle yakaladı. Bir lahzada yere yığılmış artık sesi de çıkmıyordu karşısındaki adamın. Bununla birlikte heykel gibi duran diğerleri birden canlandı ve ellerindeki oyuncakları bize doğrulttular. Daha önce görmemiştim bir oyuncağın bir insanı yaraladığını. Ve karşılıklı yıkım başlamıştı. Bizler ikiye ayrıldık; uzaklaşanlar ve mücadele verenler. Hemen anladım neden onların mücadele ettiğini ve bizlerin uzaklaştığını. Hepimizin mücadele etmesi manasız olacaktı. Zira o dört harika kadın idrak etmişti zaten oyuncak görünümlü aletlerin aslında insanlarımızı tek tek yere yığacağını. Bazılarımızın uzaklaşıp umudumuzu, iyiliğimizi, inancımızı, insanlığımızı en önemlisi de aşkı devam ettirmesi gerekiyordu. İsterdim ki o hayran olduğum kadınla mücadele edeyim. Lakin şimdi bilmesem de sebebini onun öngördüğü nedenler olduğunu ve zamanla benim de farkına varacağımı biliyordum.

Oradan uzaklaşırken ona son kez, yalnızca son bir defa daha dönüp bakmak istedim ve arkamı döndüm. Ona dönüp bakacağımı biliyormuş gibi zaten bana bakıyordu o an. “Artık Deniz değilsin, Okyanussun! Unuttun mu! Okyanus gibi ol! O eşsiz Damla’mızı içinde muhafaza et. Ta ki coşup kendi içindeki sonsuz okyanusları taşırana dek.” dedi ve öyle bir gülümsedi ki… Ardından arkasına dönüp bir dalga misali gitti ve kayboldu gözden…

Senin varlığından ziyade

Yokluğun,

En büyük öğretmendir bizlere…

İşte bizim hikâyemiz de bu kadar kızım. Küçük Damlam. Biliyor musun sen daha doğmadan evvel annen söylemişti adını Damla seçeceğini. Pek inanmamıştım o zamanlar. Lakin yanımda yokken bile beni hayrete düşürüyor işte bu kadın. Okyanus. Ey inci tanem. İncim… Elbet ben bilmesem de biz bilmesek de vardır yaratıcının tüm bu olanlarda bir hikmeti, bir sebebi, hayran olacağımız binbir letafeti. İşte bizi diğerlerinden farklı kılan tam da buydu: bilmeden inanmak, bilinseydi eğer inanmaktan kim söz edebilirdi ki?

Serkan Bozkurt