Öykü

Kâhin

Alacakaranlık yerini gecenin karanlığına bırakmıştı. Gökyüzünde yıldızlar, bir ateş böceği tarlası misali yanıp sönüyor, dolunayın kızıllığına nispet yapar gibi dans ediyorlardı. Ayda, at arabasını dolduran mısır koçanlarının üzerine yatmış gökyüzünü seyre dalmıştı. Hayal dünyasında dolaşıyor, yıldızlardan sahneler yaratıyordu. Derken at arabasının gıcırtısı, Rüzgâr’ın nal sesleri ona ninni gibi gelmeye başladı. Gözleri uykuya teslim olmak üzereydi.

Çocukluğundan beri severdi eve dönüş yollarını. Tıpkı bugün olduğu gibi dedesi atı dizginlerken o arkada yatar, ninni gibi sesler arasında uyuyarak yolculuğun keyfini çıkarırdı. Bugün ise başkaydı. Bir türlü keyif alamıyordu. Her zaman ruhunu besleyen dolunay ışığının altında bile huzursuzdu bugün. Hava da bundan nasiplenmiş; sıradan bir ağustos akşamından daha sıcak, daha bunaltıcıydı. Tek bir yaprağın kımıldaması bir yana sanki nefes alan tek canlılar onlar gibiydi.

Eve az kalmıştı. Ormanın içinden geçiyorlardı. Eve yaklaştığını Rüzgâr da anlamış adımlarını yavaşlatmıştı. Tam bu esnada Ayda, üzerinden bir şey geçti gibi hissetti. Dedesinin sesini duyabiliyordu. Elindeki dizginleri yana bırakmış, yeleğinin cebinde çakmağını arıyordu. Nihayetinde sigarasını yaktı ve dizginleri tekrar eline alıp Rüzgâr biraz hızlansın diye bir iki dokundurdu. Sıradan hallerdi yani… Tuhaf olan sadece sandığı şeydi.

Bir ürperti hissetti teninde ve titredi. Rahatı kaçmıştı artık. Doğruldu. Titremesi daha da şiddetlenir gibi oldu. Üşümeye başladı. Adeta ağustosta kar yağıyordu. Derken onu gördü. İlerideki ağacın dalına tünemiş, dolunayın üzerine düşen ışığı altında gümüş gibi parlıyordu. Zamanın yavaşladığını sandı Ayda. O anın içinde gözleri gözlerine kilitlenmiş , cam parçası gibi gözlerin içinde kendi suretini görmüştü. Sahi o kadar yakın mıydı? Tüm bunları o mesafeden nasıl görmüştü ? Zihni yine oyunlara mı başlamıştı?

Önünden geçtiler. Sanki Rüzgâr da baykuştan emir almış gibi yavaş adımlarla ilerliyordu. Baykuşun kafası da Ayda’yı takip ediyor, gittikleri yöne doğru dönüyordu. Biraz uzaklaştıklarında baykuş parlayan kanatlarını açtı ve süzülerek Ayda’ya doğru uçtu. Tutunduğu, arabanın tahta direğine gelip kondu baykuş. Bakışlarıyla o anı mühürledi. Korktu Ayda, çığlık çığlığa bağırıyordu. İçindeki çığlıkların dışarıya da vurduğunu zannediyordu. Ama onu kimse duymadı. Dedesi sigarasının ucuna ikinci sigarasını koymuş tutuşturmaya çalışıyordu. Yaşanan şey her ne ise tek şahidi yalnızca kendisiydi. Ne kadar haykırdığını zannetse de – karabasan çökmüş gibi – sesini kimse duymuyordu.

Gözlerini kapadı korkudan. Olacak olan olacaktı ve bundan kaçamayacaktı. Fakat neler oluyordu? Bilmiyordu. Tuhaf bir ağırlığın üzerine çöktüğünü hissetti. İki el dokundu omuzlarına. Buz gibi ve sert. Öne doğru çekti onu ve soğuk nefesiyle o şey “Geeeeelll! Benimle geeeelll!” dedi. Daha sıkıca yumduğunu zannederken gözleri bir anda istemsizce açıldı. Omuzlarında hissettiği o buz gibi ellere rağmen ne karşısında biri vardı, ne de baykuş. O soğuk nefes şimdi buz kesen bir esintiye dönüşmüştü. Saçları uçuşuyordu. Kulaklarında derinden gelen uğultular… Sanki dünya ile bağını yitiriyordu. Aniden iki el bileklerine yapıştı. Onu sıkı sıkı tutan ellerin sahibini görmüyordu ama biliyordu: onu çağıran şey her neyse Ayda’yı almadan gitmeyecekti. Derin bir nefes alarak gözlerini kapadı. İçine doğru gömülüyor gibi hissetti. Ruhu bedeninden ayrılıyordu artık.

Tekrar varlığını hissettiği anda gözlerini açtı. Yapayalnızdı… Neresi olduğu hakkında hiçbir fikri olmadığı bir yerde öylece dikiliyordu. Saçları daha uzun ve örgülüydü. Üstünde zamanını bilmediği uzun bir elbise vardı. Boğacakmış gibi sıkan bir kuşak bağlıydı belinde. Dokundu, kadifemsi bir dokusu vardı. Yumuşak kumaşın içinde sert bir şey vardı. Eliyle yokladı, küçük bir rulo kağıttı. Açtı, baktı ama gecenin karanlığında hiçbir şey göremiyordu.

Ay ışığı altında görebildiği kadarıyla etrafına bakındı. Neresiydi burası? Bir köy meydanındaydı sanki. Dört yolun kesiştiği geniş bir meydanın tam ortasındaydı. Ne bir ses, ne bir ışık, ne de bir hareket vardı. Bir hiçliğin orasındaydı sanki; oraya bırakılmış ve ardından unutulmuştu, tıpkı bu terk edilmişe benzeyen köy gibi.

Ayda’nın görebildiği kadarıyla iri taşlardan yapılmış büyük evler sıra sıra dizilmişlerdi. Evlerin yanlarından sarkan devasa çatılar evleri yutmaya hazır ağzını açmış bir canavara benziyordu. O kadar karanlık görünüyorlardı ki adeta gecenin, bu siyahın içinden doğduğuna inandı Ayda. Tüm bunları düşünürken tanıdık bir ses geldi kulağına derinden. Kanatlarını germiş süzülerek uçan o gümüş renkli baykuştu sesin sahibi. Ayda, köşedeki bir eve tam gözlerini dikmiş bakarken baykuş gelip o evin bahçe kapısının demirlerine kondu. Ardından serin bir meltem esti yüzüne doğru. Bu kez ne olacaktı?

Baykuşa doğru yürürken bir anda uzaklardan gelen nal seslerini duydu. Tüm evler karanlıktı. Sokaklarda tek bir canlı varlık yoktu baykuş ve kendinden başka. Yapayalnızdı ama gelenler bir ordu gibiydi. İliklerine kadar korkuyu hissetti. Ne yapsaydı? Derken baykuş cılız bir çığlık attı, sanki ona “Gel!” dedi. Böyle duyduğunu sandı. Gelenler neydi bilmiyordu ama sesler yaklaşıyordu. Hatta taş sokaklarda nal sesleri çınlamaya başlamış, yeri titretiyordu. Baykuş bir kez daha o tiz çığlığını attı.

Tereddütsüz gitti tünediği bahçe kapısına. Demir parmaklıklı büyükçe bir kapıydı bu. Tam kapıya dokunacakken baykuş duman oldu ve kapı kendiliğinden açıldı. İçeri girdi. Ağaçların dalları arasında evin kapısına doğru ilerledi. Ahşap büyük bir kapısı vardı evin. Hemen soldaki pencerenin perdesi havalandı. Hiç ışık olmayan bu evde birilerinin varlığını hissetti. İçine biraz su serpildi. Tam kapının tokmağına elini attığı anda kapı açıldı ve karanlıklar içinden bir el bileğinden yakalayıp içeri çekti. Ardından kapının hızlıca ama sessizce kapandığını hissetti.

Korkuyordu. Kalbinin gümbürtüsünden kulakları uğulduyordu. Ne olduğunu anlamadığı halde bir ses, fısıltıyla “Geldin!” dedi, “Seni bekliyorduk.” Bir kadın sesiydi bu: yumuşak ve güven veren bir ses. “Kapa gözlerini ve sakinleş” dedi kadın. Ayda emirlere uyarak gözlerini kapadı, sakinleşmek için derin bir nefes aldı. O anda kadın baş parmağını Ayda’nın iki kaşının arasına koyup bastırdı. Ayda, bedeninin her zerresinin uyuştuğunu hissetti. Çözülüyordu, eriyordu sanki. Yine ruhu uçmaya başlamıştı.

Zaman ve mekan kavramı kalmamıştı artık. Ayda kendini akışa bıraktı. Bedeninde olduğunu hissettiği anda açtı yeniden gözlerini. Bir mağaradaydı şimdi de. İçi genişçe oyulmuştu. Dünyadan apayrı bir yermiş hissi veriyordu.

“Beni takip et!” dedi az önceki yumuşak ses. Evet, aynı kadındı. İlk kez görüyordu yüzünü ama sesinden tanımıştı. Demek o da gelmişti. Güneş gibi sıcaktı yüzü ve parlıyordu. Yürümeye başladılar. Etrafta onlarca kişi hummalı bir hazırlık yapıyordu. Kargaşanın içinde bir sessizlik hakimdi. Sanki herkes zihinleriyle anlaşıyordu.

Yaşlıca bir kadının önünde durdular. “Çolpan Ana, geldi!” dedi yumuşak sesli kadın. “Evet evladım, biliyorum. Tam vaktinde geldi. Vakit toplanma vaktidir. Haydi çemberi kuralım!” dedi bu kez de Çolpan Ana.

Sanki herkes bu emri duymuşçasına bir araya geldi. Sessizce mağaranın dışına çıktılar. Herkes Ayda’ya bakmaya başladı. Kimsenin dudakları kıpırdayamıyordu ama konuştuklarını duyuyordu. Herkes “Bak, işte orda! Gelecekten gelen!” diyordu.

Ay ışığının düştüğü açıklıkta herkes çember şeklinde dizildi ve ele ele tutuştu. Çolpan Ana, ismini hâlâ bilmediği o yumuşak sesli kadın, Ayda ve yine o an gördüğü beş kadın daha bu çemberin orasında kaldılar. Onlar da bir halka şeklini alarak yerde bağdaş kurdular. Karşısına Çolpan Ana oturmuştu. Elini tuttu Ayda’nın. Diğer eliyle kuşağındaki kağıdı aldı. Kâğıtta bir şey yazmıyordu ya da Ayda o anın şokuyla bunu görmüyordu. Nereden bilmişti ki kuşağındaki kağıdı…

Ortaya gümüş bir tas konuldu. Otlarla doluydu. Kağıdı otların üstüne koydu Çolpan Ana. Biri, gümüş saplı bir bıçak uzattı . Bir eliyle hâlâ Ayda’nın elini tutarken, diğer elindeki bıçakla Ayda’nın avucuna bir çizik attı. Dondu kaldı bir anda Ayda. Avucundan ip gibi kan akıyordu. Bayılacağını sandı ama direndi bu hissine.

Ayda’nın elini kâğıdın üstüne getirdi. İlk düşen kan damlasıyla birlikte alev aldı kâğıt. Otlar tutuşmaya başladı. Göğe dumanlar yükselirken etrafı bir birinden hoş çiçek kokuları sardı. Çolpan Ana mor bir çaput bağladı Ayda’nın eline. Sonra herkes el ele tutuştu. “Sen! Gelecekten gelen, Ay’ın ruhu! Kanın adak olsun, Şeytan’ın orduları küle dönsün aleviyle.” dedi yanından gelen bir ses. Ardından bilmediği dilde hep birlikte dua olduğunu düşündüğü şeyler söylemeye başladılar.

Neler olduğunu bilmiyordu şimdilik. Ama büyük bir halkanın parçası olduğundan emindi. Eksik bir şey şimdi tamamlanmıştı. Olacak olan başlıyordu…

Hafize Billaloğlu

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba;
    Öykünüzü okudum, beğendim. Sonu olmayan bir öyküydü veya bir romanın parçasıydı. Elinize sağlık.

  2. Yabancı dil derken ne kastettiğinizi merak etmedim dersem yalan olur.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

1 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for azizhayri Avatar for Hafize_Billaloglu

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *