Ortak bir griden elde edilmiş hissi veren renklerle dolu odayı sakince delip geçmiş ve atmosferin yaydığı dinginliğe uygunsuz kaçan pencereye yönelmişti. Pencere o kadar büyüktü ki evi minyatüre çeviriyor, o kadar kendinden emin bir siyahlığa sahipti ki odadaki tek renkli eşya oymuş gibi kalıyordu. Sarmaşığı andıran motifleriyle geçmişe açılan bir geçit hissi yaratıyordu. Uzaklardaki yaşlı ağaçtan kopan kiremit renkli yaprakların yere ulaşana kadar yaptıkları yolculukları izliyordu. Rüzgâr sayesinde zaman zaman yerçekimine karşı gelen yapraklar birer fırça olsaydı, ortaya anlamlı bir resim bile çıkabilirdi. Düşüncelerinde yaptığı yolculuk fren sesiyle aniden yarıda kesildi ve gerçekliğe döndü. Yaslandığı cam bir anlığına yok olacak ve düşüp karanlık tarafından yutulacakmış ürpertisiyle dolunca geri çekildi. Hızlıca telefonundan saate baktı, elini cebine atıp birkaç saniye bekledi ve saçlarını toplayıp dışarı çıktı.
Arabadan inen, küçük, gizli topluluklarının bir üyesi olan genç bir adamdı: Bay K. Tüm üyelere bir harf atanmıştı ve kullanılabilecek tüm harfleri tüketmeden önce yeni bir isim kodlaması hakkında kafa patlattıkları bir beyin fırtınasını çok yakın bir zamanda gerçekleştirmişlerdi.
El ucuyla selamlaştıktan sonra arabaya geçtiler.
“Suz… Yani, ‘Madam S’. Bu sefer olacağını düşünüyorum.” diyerek sessizliği bozdu direksiyonun başındaki. Arabanın camları tamamen kapanana kadar saçları uçuşmaya devam etmişti. Cevap bekliyormuş gibi birkaç saniyeliğine yolcusuna dönüp donakaldı ve sonunda mecburen göz göze geldiler.
“Yani, umarım. Umarım olur.” diye karşılık verdi öteki, dalgınlıkla.
Sessiz bir yolculuk olacağını fark eden genç adam, sözsüz, hafif cızırtılı kayıtlardan oluşan bir müzik listesini oynatmaya başladı. Yolcusunun gözleri büyüdü, parladı ve hemen sordu: “Yoksa bu… Bu tahmin ettim şey mi? İnsan eli değmeden yaratılmış bir müzik mi?”
“Kesinlikle öyle!”
“Hadi, bir an önce gidip deneyelim o zaman!”
Beyaza çok yakın kıyafetlere bürünmüş Madam S’nin, yüreğinde genç adamla aynı heyecanı taşımaya başladığı beden diline artık yansıyordu ve sözsüz, hafif sabırsız yolculukları başladı.
* * *
Bir harabeyi andıran büyük taş yığınlarına yaklaştılar. Bu karmaşıklığın içinde, hiç de öylesine konulmuş veya düşüp parçalanınca öylece kalmış gibi durmayan, aksine daha nizami yerleştirilmiş sütunlardan yapılma bir oyuktan devam ettiler ve işte, o dev ancak bu kez ötesi görünmeyen pencere tekrar karşılarındaydı. Kadın, pencerenin kollarını yavaşça açtı ve yoğun tartışma gürültüsü, bir hoparlörün sesini kısmak yerine yanlışlıkla en yüksek seviyeye getirdiğinizde oluşan o tatsız ses gibi patlayıp yayıldı.
Misafirleri olduğunu fark eden üyeler aniden ölüm sessizliğine geçti. Bir çitin üzerinden atlıyormuş gibi görünen ikili, birbirine yardım ederek geniş ve soğuk salona giriş yaptı. Aynı sakin halleriyle pencereyi kapattılar ve kapanır kapanmaz da tartışma tekrar patlak verdi.
Yakın gözlüklü bir kadın atıldı: “Siz söyleyin Bay K ve Madam S, bu isimlerimizin yeterli olduğunu gerçekten düşünüyor musunuz? Ya dinleniyorsak? Yemin ederim ki normal isimlerimizle hitap etsek daha az dikkat çekeriz.”
Tam cevap vereceklerdi ki uğultu tekrar arttı.
Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi bakan bir başkasının, “Neden ben Bay P’yim ki?” dediği işitilmişti sanki kalabalığın içinden.
Tabii ki yeni bir soru ve sessizlik, yeni bir gürültü, ardından yine bir sessizlik… Sürekli ölüp dirilen bir mitolojik varlığın onlarca bedene parçalanmış halleri gibilerdi.
Bu kez, gerçek sessizliği sağlayacak olan ses, girişini yaptı, ardından da sesin sahibi.
“Nasıl buldunuz?”
16. yy.’dan kalma kıyafetleri içindeki Profesör A, yüzünde bir gülümsemeyle ve biraz da şen şakrak, sanki az sonra büyük bir hazinenin peşine düşmek için hazırladığı gemisine ilk adımı atacakmış gibi bir havayla pelerinini dans ettiriyordu. Kalabalık yumuşamıştı. Hemen sonra ciddiyetini takınıp şapkasını çıkardı, kıyafetlerinin antikalığına zıt, gri ve dalgalı saçları ortaya çıktı ve kaşları çatık, sordu: “Asıl siz söyleyin Madam C, ya bu isimlerimizi ve yapmaya çalıştığımızı içimizden birilerinin biliyor olması daha feci olansa?” ve başını sallayıp ekledi, “Ben de öyle düşünmüştüm… Bu arada siz de hoş geldiniz çocuklar. Geçin bir yerlere lütfen.”
Patlamak isteyen gürültü kendini frenliyor ve saygısından sessizliğini koruyordu.
Yaşlı profesör, telefonunu çıkardı, birkaç işlem yaptı ve salonun orta yeri, bir yapbozun parçaları gibi ayrılıp yükselmeye başladı. Her yerinden kalın kablolar fışkıran eski bir tabuta, hastanelerde rastlamaya alışık olduklarımıza benzer büyük ve karmaşık cihazlar, güçlü bilgisayarlar eşlik ediyordu. Yıllardır bilgiyle besledikleri, çocukları gibi ilgilendikleri bu teknolojinin, tüm parçaları onlar için birleştirip bir yol çizmesine tanıklık edeceklerdi. Makineler göreve başladı. Kabloların sarsıntısı ve çıkan tiz sesler, tabutun içinde bir canlı acıyla çırpınıyormuş hissi yaratıyordu.
“Bu arada bu üstümdekiler onun değil, yani onun ama sadece bir kopyası.” dedi ve tuhafça gülümsedi. İşlemlerin bittiğini anlar anlamaz diğerlerinin arasına, en öne geçti ve ışıkları kapattı. “Hadi,” dedi, “iyice yaslanın ve… Anlamaya çalışın.”
Yüzlerce yıl öncesinde geçen bir görüntü oynamaya başladı. Hızla akan görüntü o an durdurulsa grafiklerdeki yapaylık fark edilebilirdi ancak şimdilik gerçekliği taklit edebiliyordu. Salon, bir sinemaya dönüşmüştü.
Az önce üretilmiş olan bu filmde, profesörle aynı kıyafetlere sahip bir kâşif, ağrı sızı içinde, bir adada uyandı, gözleri dolmuş bir halde sevinç çığlığı attı: “Hayattayım!”
Sakinleyip “O da hayatta mıdır acaba?” diye düşündü.
“Yaşıyorum!” diye bir ses duyuldu hemen kâşifin arkasından, sanki birdenbire var olmuştu. Yardımcısı da tek parçaydı. Hemen bir harita çıkardılar ve nerede uyandıklarını anlayabilmeleri için etrafı taradılar. “Tamam işte,” dedi kâşif, “şuraya ulaşmamız gerekiyor.” bıçağıyla haritadaki bir noktayı işaret ediyordu.
Görüntü birden atladı. Tepesinden ışığın içeri süzüldüğü bir mağaradalardı şimdi. Suya dalıp mağaranın başka bir odasından çıktıkları bir başka görüntü de aktı arkasından. Bu sahnelerde bir deri bir kemik, yüzleri seçilemeyen bir hayalet gibi tasvir edilmişlerdi. Şimdi de toprağı kazmışlar ve ayrıntılı işlemeleri olan bir sandığa ulaşmışlardı. İkilinin gözleri altın gibi parlıyordu. Kâşif, elini cebine atıp birkaç saniye bekledi, gümüş bir yüzük çıkardı ve sandığın orta yerindeki bölmeye yerleştirdi. Görüntü, gittikçe mavimsi bir tek renge dönüşüyordu. Sahnelerin kopukluğu bir kâbus hissi oluşturuyordu. Sandık, anlık olarak kaybolup geri geliyor, resmedilen her şey, yapısı bozuk bir biçimde iç içe geçiyordu. Kâşif ve yardımcısı, sandıktan yayılan siyah sis bulutuyla öksürmeye başladı. Kâşif, boğazını iki eliyle kavramış, nefes almaya çalışıyordu.
Profesörün genç hali ekrana yansıdı şimdi de kâşifin tabutunu topraktan yeni söküp çıkarmış, soluklanıyordu. Ölü yaprakların arasında gezinen ayakların, tabutu bir araca yükleyişini dramatik bir açıyla kaydetmişti hayali kamera.
Işıklar tekrar yandı. Profesör ayağa kalktı ve alkışladı. Arkasını dönüp kalabalığa baktı. “Ne duruyorsunuz? Hadi, şu sandığı gidip bulalım!” diye bağırdı. Bu sefer eğlenceli bir gürültü kopmuştu.
Herkes koşuştururken, profesör, Madam S’yi durdurdu ve biraz düşünüp fısıldadı: “Şu yüzük… Artık bende dursa daha iyi olur.”
- Yapay Bir Geçmiş - 1 Şubat 2023
Doğru anladıysam öyküde bir döngü var, profesör kâşifin tabutunu buluyor, onun giysilerini giyiyor, onun gibi yüzük ve sandığı birleştirmek istiyor. Nedense Bay K’nın Kâşif’in K’sı olduğunu düşündüm ama Madam S’nin rolünü çözemedim. Mekan tasvirleri oldukça iyiydi, emeğinize sağlık.