Öykü

Ayışığı Konağı

Gıyas Adası’ndaki tek limana girip çıkan gemilerin buharı göğü siyaha boyarken Ayışığı Konağı’nda hararetli bir tartışma sürüyordu. “Zefrüşahin tahtında yeniden bir Gölgezade’nin oturduğunu görmek için kanımın son damlasına kadar akıtmaya hazırım,” dedi ev sahibi. Altı yaşındaki oğlu Atabek’in aynalı dolapların arkasından onları dinlediğini bilmiyordu. Yaramazlık yaptığının farkında olan çocuk zaten bu yüzden tedirgindi, bir de babasının bağıra çağıra böylesine ateşli konuştuğunu duyunca olduğu yere iyice çöküp çıt dahi çıkarmadı.

“Hayal dünyasında yaşıyorsunuz albay,” diye seslendi masadakilerden biri. Atabek onun yalnızca ayaklarını görebiliyordu. Adam devam etti. “Zefrüşahin, bütün Hamra Kıtası’na hükmeden bir imparatorluktu ancak geri döndürülemez şekilde dağıldı, ülkeyi göçebeler yönetiyor ve en önemlisi, Gölgezadelerin son veliahtı kucağındaki üç yaşındaki kızına bakmaktan bile aciz, henüz yirmisine yeni girmiş bir çocuk!”

“Bu yüzden mi bizi sattın ulan, vatan haini?!” dedi Azamet Ayışığı. Artık konuşması tam anlamıyla öfkeli bağırışlara dönmüştü. “Gulam’daki baskında haber uçuranın sen olduğunu anlamayacağım mı sandın?” Tabancasını çekmesiyle ateş etmesi bir oldu.

Devrilen adamın kafası, biraz önce ayaklarının bulunduğu yerin hemen yanında, Atabek’in gözleri önündeydi. Alnının ortasındaki delikten boşanan kan ve beyin sıvısı öyle iğrenç görünüyordu ki çocuk içinden yükselen çığlığı tutamadı.

Albay, kabzası altın işlemeli silahı hızla beline takıp aynalı dolaba yöneldi. Küçük çocuğu ensesinden yakaladığı gibi tek eliyle havaya kaldırdı. “Ne işin var senin burada?”

Atabek ağlamaya başladı. Masadaki adamlar, yitirilmiş bir ülkenin aristokratları, endişeli gözlerle Azamet’e bakıyordu. Birini öldürüp hemen arkasından oğlunu azarlamaya başlayan albay, kim bilir onlara ne yapardı…

“Ne işin var?” diye bağırdı adam yeniden. Atabek daha gürültülü ağlamaya başladı. Albay masaya döndü. “Toplantı bitmiştir, Vahir size talimatlarımı ulaştıracak. Çok yaşa Zefrüşahin!”

Atabek ileride babası gibi sağlam yapılı olacağı belli, gürbüz bir oğlandı. Adam buna rağmen çocuğu yere indirmeye tenezzül etmeden toplantı salonunun dışına kadar yürüdü. Sonunda onu dokuma halının üstüne bıraktı. “Sakın, bir daha böyle bir şey yapma…”

Atabek’in hıçkırıkları dinmiş, nefes alışverişi düzene girmişti. “O amca öldü mü?” diye sordu gözyaşlarını silerken.

“Evet.”

“Sen mi öldürdün?”

“Evet.”

“Neden?”

“Vatana ihanetin cezası ölümdür. Her savaş kaybedilmiş ve vatan mazide kalmış olsa bile… Kökünü unutmamalı insan. Şerefli bir dava için ölmek, onursuzca yaşamaya yeğdir. O adam onursuzca yaşamaya çalıştı.” Oğlunun boş gözlerle kendisine baktığını fark eden albay, eğilip çocuğu alnından öptü. “Bir gün neyi neden yaptığımı anlayacaksın.” Konağın uzun koridorlarında yürümeye başladı, Atabek de birkaç adım arkasından geliyordu. Albay, bir kapının önünde durdu, üstüne başına çekidüzen verip pervazı tık tıkladı.

Odanın içinde bir kilimin üstüne bağdaş kurmuş Emin Gölgezade, kucağında yatan kızıyla oynuyordu. “Babacık sana bir alaycı kuş alacak tamam mı? Sana dünyaları verecek. Gerdanını elmaslarla dolduracak, senin için şarkılar söyleyecek.”

“Kuş şakımazsa?” diye sordu küçük prenses.

“Kuş şakımazsa onun boynunu kırarım, elmaslar parlamazsa bütün kuyumcuların kafasını kırarım. Senin için dünyaları yakarım…”

Kapı açıldı ve Azamet içeri girdi, hemen peşinden de Atabek. Onları gören Emin ayağa kalktı. “Müsait miydiniz prens hazretleri?”

“Gel albay, buyur. Hale deminki silah sesinden korktu da onu sakinleştirmeye çalışıyorum.”

İki Ayışığı, birkaç adım Emin’e yaklaştı. Atabek, prens ve prensesin konakta olduğunu birkaç gün duymuş, o zamandan beri merakla onları görmeyi bekliyordu. Ne beklediğinden emin değildi ama karşısındaki genç adam ve yanındaki ufaklığın beklentisini karşılamadığı kesindi. Oldukça sıradan bir baba-kızdılar.

“Benim için çıkardığın tüm bu patırtıya gerek yok albay,” dedi Emin. “Zefrüşahin tahtında gözüm yok. Tek istediğim, kızım için güvenli bir gelecek.”

Azamet, “Anlıyorum,” diye karşılık verip oğluna döndü. “Atabek, prensesi odana götürüp oyuncaklarını göster.”

Oğlan, Hale’nin elinden tuttu ve birlikte kapıya yöneldiler. Prenses, dışarı çıkmadan önce babasına baktı. Emin, gidebileceğini söyleyen bir mimik yapınca Atabek’in peşine takıldı.

Kapının kapanmasıyla Azamet’in tokadının prensin suratında patlaması bir oldu. Asker, Emin’in boğazını sıkıp genç adamı duvara yapıştırdı. “Bana bak şımarık velet, gözlerimin içine bak!”

Emin, iki eliyle albayın bileğini çekiştiriyor ancak boğazını kurtaramıyordu. “Boğuluyorum,” dedi kalan son nefesiyle.

Albay pençe gibi elini biraz gevşetti, bu sefer genç adamın diğer yanağına tokat attı. “Bu patırtıyı senin için çıkarmıyorum. Katledilen baban için çıkarıyorum. O adam bütün ömrünü savaş alanlarında geçirdi halkı için. Soyunun kurumasını hak etmedi!”

“Benden hükümdar olmaz albay. Zavallının tekiyim ben. Karım bile beni terk edip gitti.”

Azamet Ayışığı yeniden tokat attı. “Karın gitti, öyle mi? Benim karım göçebelerin elinde öldü. Çünkü Gölgezade ailesine ihanet etmeyi reddettim! Senin götünü kurtarmayı seçtim. Şimdi sesini kesip ben ne dersem onu yapacaksın. Anladın mı?”

Prensten ses çıkmadı. Albay parmaklarını yeniden sıkmaya başladı. Genç adam boğuluyor, istemsizce titriyordu. “Anladın mı dedim!” Emin’den birtakım anlamsız sesler geldi sadece.

Azamet elini çekince Zefrüşahin’in meşru hükümdarı ayaklarının dibine düşüverdi. “Anladın mı?” diye fısıldadı albay.

“Anladım…”

“Çok güzel. Öncelikle bir varise ihtiyacın var. Gölgezade soyu sadece sana bırakılamayacak kadar önemli.”

“Hale var.”

“Bir kızı kimse ciddiye almaz. Evlenebileceğin birkaç kadın bulduk. Onlardan birini seçeceğiz. Böylece hem müttefik kazanacağız hem de oğulların olabilecek.”

“Bu önemli müttefiklerin kızları ikinci karım olmayı kabul edecekler mi?”

“İlk karının hiçbir önemi yok, sana varis veremedi çünkü. Ayrıca suikastçılarım peşinde, yakında cenazesini düzenleriz.”

“Ne?! Karımı mı öldüreceksin?”

“O kadın seni bırakıp gitti.”

“Ama o Hale’nin annesi.”

“Yarın birinin piçini doğurup bu çocuk Emin Gölgezade’nin oğludur diye ortaya çıkabilir. Ayrıca seni terk etmesi vatana ihanettir, vatana ihanetin cezası ölümdür.”

“Küçük bir kızı öksüz bırakmak vicdanını sızlatmayacak mı?”

“O kadın canının derdine düşüp bebeğini kuşatılmış bir kalede terk etti. Prenses bugün nefes alıyorsa benim sayemde, bunu unutma. Sen de bugün nefes alıyorsan benim sayemde.”

* * *

İki ufaklık, çocuk odasına girdiklerinde küçük kız kendine bir köşe bulup oraya sığındı. Babası etrafta olmayınca utanmıştı. Oğlan ona yaklaştı. “Adın ne?” Kızın söyledikleri anlaşılmaz bir mırıltı olarak ulaştı kulağına. “Duyamadım.”

“Hale Gölgezade.”

“Atabek Ayışığı.”

Oğlan gözlerini dikip bir süre Hale’nin öylece beklemesini seyretti. Sonra aklına bir fikir geldi ve dolabına koştu. Çürümeye terk edilmiş bebek evini çıkarıp yere kurdu, bebeklerin birini kapıp kızın yanına döndü. “Bunlar eskiden anneminmiş. Kız kardeşim olmadığı için bana verdi. Babam sinirlendi. Oğlanlar bebeklerle oynamazmış. Bu yüzden dolapta duruyor.” Bebeği prensesin eline tutuşturdu. “İstersen hepsi senin olabilir.” Hale gülümsedi.

* * *

Sonraki yıllarda albayın yönettiği Gıyas Adası’nın limanı hiç boş kalmadı. Çünkü Azamet Ayışığı’nın diplomatik misafirleri eksik olmuyordu. Adam vatanını geri almak için kurduğu planı ilmek ilmek işliyor ama tüm bu koşuşturmacanın arasında, büyük bir asker olacağına inandığı oğlu Atabek’e de zaman ayırabiliyordu. İşte bu yüzden, Gıyas’ın gördüğü en enteresan ziyaretçi kafilelerinden biri konağa yaklaşırken iki Ayışığı erkeği kılıç talimi yapıyordu.

Oğlanın onuncu yaş günü üzerinden birkaç hafta geçmiş, kol ve bacak kasları belirginleşmeye, vurdu mu yeri göğü inletecek bir delikanlı olacağı anlaşılmaya başlamıştı. Artık babasının kılıcı zırhına çarptığında eskisi kadar canı yanmıyordu. Yere devrildiğinde çevik bir hareketle kalktı, albayın üstüne koşmaya başladı. Adamın kafasına vuracakmış gibi kaldırdı kılıcını. Albay derhal suratını korudu.

Atabek ani bir hareketle kendini yere attı, demir zırhla toprak zeminde kayarken kılıcı babasının bacaklarına vurdu. Ne olduğunu anlamayan adam yere devrildi, bu bir ilkti. Oğlan, zaferin kibrine kapılmadan ayağa kalkıp kılıcını albayın suratına doğru uzattı. “Öldün.”

Azamet Ayışığı oflayıp puflayarak ayağa kalktı. Miğferi çıkardığında mutluluğu gözlerinden okunuyordu. “Boşuna dememişler, kurt kocayınca itlerin maskarası olurmuş. Aferin oğlum, kılıcın yolunu iyice öğrendin. Unutma, barut mucizevi bir madde ama hâlâ tüfekler kılıcın yerini tutacak kadar gelişmedi.”

Onları seyreden Hale, koşup oğlana sarıldı. “Çok iyiydin Atabek Ağabey, tebrik ederim.”

Atabek, onun sarı saçlarını okşadı. “Teşekkür ederim prenses. Aileniz için savaşmak bana güç veriyor.”

“Ben yoruldum,” dedi albay. “Bugünlük bu kadar talim yeter.”

Bunu duyan Hale, oğlanı çekiştirmeye başladı. “O zaman hadi çarşıya inelim. Lütfen, lütfen, lütfen…”

“Ama ben de yoruldum prenses…”

“Ama babam sensiz gitmeme izin vermiyor…”

Atabek, albaya baktı. “Gidin,” dedi adam.

Hale, “Olley!” diye havaya zıpladı. Elbisesi toz toprak içinde kalmıştı.

“O zaman biraz bekle de zırhımı çıkarayım,” dedi oğlan.

“Acele et ama.”

İki çocuk konağın kapısında buluştuklarında onları dehşete düşüren bir adamla karşılaştılar. Kapkara derili adam o kadar iri yarıydı ki albay bile yanında çocuk gibi kalırdı. Konağın dışında onun gibi siyah tenli başka adamlar ve kadınlar bekliyordu. “Burası Ayışığı Konağı mı?” diye sordu zenci.

“Sen kimsin?” diye karşılık verdi Atabek. “Bir gulyabani misin yoksa?”

Adam kahkaha attı. “Ben Kölemen Kralı Cezzuk. Peki sen kimsin?”

“Atabek Ayışığı, Albay Azamet Ayışığı’nın oğlu ve Ayışığı Köşkü’nün varisi. Yanımdaki de meşru Zefrüşahin Prensesi Hale Gölgezade.”

Cezzuk elini ileri uzattı. “Tanıştığımıza memnun oldum Atabek.”

Oğlan, zencinin elini sıkmaya çalıştı ama eli, adamın kara avcunda kayboldu. Karşısındakilerden korkan Hale, tek kelime etmiyordu.

“Babanla görüşmek için geldik,” dedi Cezzuk. “Kendisi burada mı?”

“Ne görüşeceksiniz babamla?”

“Göçebelere karşı Kölemenlerle birlikte hareket etmek istiyormuş.”

“Kölemen ne demek? Hem siz niye siyahsınız? Çocukken kahve mi içtiniz yoksa? Dadım kahve içersen kararırsın diyor.”

“Biz çok uzaklardan geliyoruz. Göçebeler tarafından yurdumuzdan koparıldık ve köle olarak Hamra’ya getirildik. Ancak savaşıp özgürlüğümüzü kazandık. Bizi tekrar esir etmeye çalışanlara karşı babalarınızın yanında savaşacağız.”

Atabek, arkasında babasının sesini duydu. “Kral hazretlerini sorunlarınla sıkmasa oğlum! Hani çarşıya inecektiniz siz?”

Cezzuk yine güldü. Adamın kahkahası konağın koridorlarında yankılanıyordu. “Bırak istediğini sorsun albay. Bütün çocuklar birer kâşiftir. Durmaksızın dünyayı keşfederler. Fakat asıl önemli olan kendini keşfetmektir. Bunu unutma Atabek, tamam mı?”

* * *

Kölemenler kabul salonuna alındığında Hale ve Atabek de çarşıya doğru yola koyuldular. Yürürlerken, “Babam benimle eskisi kadar ilgilenmiyor,” dedi prenses. “Sürekli ikiz oğullarıyla. Onlar daha bebek olduğu için, dedi. Ben de ablalık edecekmişim. Ama sanırım ikizlerin annesi beni pek sevmedi.”

Hale ve Atabek büyümeye devam ederken; prenses her derdini, düşüncesini, mutsuzluğunu oğlana anlattı bu şekilde. Atabek de onu dinledi, yanında durdu, gerektiğinde omzunda ağlamasına izin verdi.

Kız on iki yaşındayken bir gece Emin’in eşi Aşena’yla ateşli bir ağız dalaşına girip konaktan kaçtı. Atabek bunu duyduğunda önünde kalın ciltli kitaplar açık, gaz lambasının ışığında savaş tarihi çalışıyordu. Her şeyi hemen bıraktı, babasına kısa bir pusula yazıp sokaklarda kızın peşine düştü.

Babasının askerleriyle karşılaşıyor, adamlar prensesten bir iz olmadığını söyleyince bağırıp çağırarak onları azarlıyordu. Sonunda, deli danalar gibi ortalıkta koşturmanın bir işe yaramayacağını anlayıp durdu, sakin kafayla düşünmeye başladı. Prensesin dolaşmayı en sevdiği yer limandı. Hale, meraklı bir kız olduğu için sık sık yeni yanaşan gemileri inceler, adaya kimlerin geldiğine bakardı.

Atabek adımlarını limana yöneltti. Gemilerin çoğu önceki günlerde de oradaydı. Sonunda farklı bir tanesi çarptı gözüne. “Hasiktir,” diye mırıldandı, kılıcını çekti ve o tarafa koşmaya başladı. Çünkü geminin yelken direğinde devasa bir kurukafa bayrağı asılıydı.

Gemiyi limana bağlayan ipe tırmanıp güverteye çıktı, ortalıkta pek kimse yoktu. “Ben Atabek Ayışığı!” diye öyle bir bağırdı ki sesi konaktan bile duyuldu muhtemelen. “Prenses Hale Gölgezade’yi derhal teslim edin! Yoksa sonuçlarına katlanırsınız!”

Kaptan köşkünün kapısı gıcırdadı ve bir silüet dışarı çıktı. Adamın sol ayağı yerindeki tahta parça zemine çarptıkça bir tıkırtı duyuluyor, bu tıkırtı yavaş yavaş Atabek’e yaklaşıyordu. Delikanlı neyle karşılaşacağını bilmese de savaşa hazırdı. Ne de olsa Gölgezade ailesini korumak için yetiştirilmişti ömür boyu.

Güverte neredeyse zifiri karanlıktı. Atabek, kendisine yaklaşan adamın omzundaki papağanı uzun süre fark etmedi bu yüzden. Sonunda, “Hale! Hale!” diye öttü kuş.

“Hale nerede?!” diye bağırdı Atabek.

“Sakin ol aslan parçası,” dedi karşısındaki adam. “Biz dostuz.”

Kaptan köşkünün kapısı bir kez daha gıcırdadı ve genç bir kızın sesi duyuldu. “Atabek Ağabey?”

“Hale?” Delikanlı, tahta bacaklıyı ittirip prensese koştu.

Dengesini kaybeden adam neredeyse yere düşecekti. “Yavaş! Yavaş! Yemedik prensesini. Bu Gıyas ahalisi ne kaba…”

“İyi misin?” diye sordu Atabek, kıza sıkı sıkı sarıldı. “Bu korsanlar sana bir şey yaptı mı?”

“Hayır, hayır. Bana çok iyi davrandılar.”

“Ohooo…” diye araya girdi tahta bacaklı kaptan. “Siz de kafanızda bir korsan imgesi oluşturmuşsunuz, bilmeden etmeden yargılıyorsunuz. Biz bu kızı bu yakınlarda ara sokağın tekinde bulduk, duvar dibine çökmüş ağlıyordu. Getirdik baş köşeye oturttuk, ısınsın diye. Karnını da doyurduk. Gene suçlu biz olduk amınakoyim.”

Atabek, prensesin üstünü başını inceledi. Kız çamur içindeydi. “Ne oldu sana?” diye sordu.

“Aşena orospusu benden nefret ediyor,” dedi Hale. Artık üzgün değil sinirli çıkıyordu sesi. “Beni babamla görüştürmemek için elinden geleni yapıyor…”

“Sakin ol, prensesler böyle konuşmaz. Bir saat korsanlarla takıldın, ağzın bozulmuş. Sokakta sana dokunan olmadı değil mi?”

“Kim dokunabilir ağabey? Yıllardır o sokaklarda oynuyoruz. Gıyas’ta ikimizi de bilmeyen yok. Albaydan korkularından ne yapabilirler? Kimse görmesin diye saklandım, biri bulsa tutar köşke götürürdü.”

“Sen de beni tanımayacakları tek yere gideyim dedin, değil mi? Başına bir iş gelsin diye. Ne işin var kızım senin korsan gemisinde? Konaktakiler endişeden deliye döndü.”

“Kim deliye döndü?”

“Herkes!”

“Hiçbirinin beni umursadığı yok. Prens hazretlerinin veliahtları güzel güzel büyüyor nasıl olsa… Ben o konaktakiler için yükten başka bir şey değilim.”

“Ben, endişeden deliye döndüm. Tamam mı? Benim için yük falan değilsin.” Boğazı düğümlenen Atabek bir süre sustu. Babasının azarı bitip sakinleşince söylediği gibi, “Sakın, bir daha böyle bir şey yapma…” diye ekledi.

“Tamam,” dedi Hale. “Yapmam.” Kaptana sarılıp her şey için teşekkür etti ve Atabek’in koluna girdi. Birlikte Ayışığı Konağı’na döndüler.

* * *

Albay Azamet Ayışığı, prensesin bulunmasıyla Gıyas Adası’ndaki olağanüstü hal durumunu kaldırdı. Sokaklardaki koşuşturmaca durdu ve askerler yerlerine döndü. Atabek, babasına olanları anlatınca adamın yüzü düştü. “Problem ne?” diye sordu delikanlı. “Yanlış bir şey mi yapmışım?”

Albay, elini evladının omzuna attı. “Hayır oğlum, sen görevini layıkıyla yerine getirmişsin ama o tahta bacaklı adam Hazar Paşa’ydı. Süvey Korsan Cumhuriyeti’ni temsilen geldi. Yarın görüşecektik. Ben hemen bir ulak gönderip konağa davet edeyim. Prensesi bulduğu için teşekkür ederiz.”

“Kahretsin…” diye mırıldandı Atabek. “Bilmiyordum. Kötü davrandım adama. Özür dilememi ister misin?”

“Lüzumu yok. Bunlar denizciliği nereden öğrendiler, nasıl paşa oldular sanıyorsun? Zefrüşahin Donanması’na bağlılardı, Gölgezade Hanedanı’na sadakat yemini etmişlerdi. Ülke dağılınca korsanlığa başladılar. Az bile söylemişsin. Ancak devletin çıkarları doğrultusunda onlarla iş birliği yapmak zorundayız.”

O an korsanlar, Atabek’in kafasına mümkün olan en aşağılık varlıklar olarak yazıldı. Ancak biraz sonra Hazar Paşa gelip muhabbete koyulunca bu düşüncesi kökten değişti. “Denizciler ne arar?” diye sordu kaptan.

“Değerli ganimetler ve güzel kadınlar,” diye tahmin yürüttü Atabek.

“Yanlış.”

“Güç ve kudret,” dedi babası. “İnsanların kendilerinden korkmasını isterler. Bu yüzden o çirkin bayrağı asıyorsunuz.”

“Bu da tam olarak doğru sayılmaz albayım. Güç, kudret, insanların bizden korkması aslında amacımıza giden bir yol. Biz özgürlük arıyoruz albayım. Altımızda sonsuz deniz, üstümüzde yıldızlardan bir yorgan… Anlıyor musunuz? Karışan kimse yok, sınırlar yok. Zaten denizde sınır olur mu albayım?”

“Peki bu cumhuriyet zamazingosu ne?”

“Korsanları bütün denizlerde avlıyorlar. Biliyorsunuz, yaşam tarzımız devletlerin çıkarlarıyla uyuşmuyor.”

“Yağma yapıyorsunuz çünkü.”

“Hayır albayım. Biz yalnızca deniz hakkını alıyoruz. Devletler gümrük vergisi toplamıyor mu? Onun gibi. Cumhuriyet, Süvey’de bütün korsanlar için güvenli bir liman olacak. Yaşam tarzımızı sürdürebilmemiz için… Dünyanın bir yerinde insanların hâlâ özgür olması için. Dışlananlar için albayım, karada kalabalıklar içinde yalnız kalanlar için, tutunamayanlar için. Karadaki devletlerin aldığı vergi nasıl meşruysa deniz insanlarının aldığı vergi de meşru olacak.”

“Devlet meselelerine gündüz geçeriz diyordum ama görüyorum ki sen epey heyecanlısın Hazar Paşa.”

“Bana mantıklı geldi,” diye araya girdi Atabek.

Albay gülümsedi. “Öyle mi? Bak gençler yeni fikirlere ne kadar açık. Bizden geçti artık. Anlattığın her şey bana masal gibi geliyor. Ama prensese sahip çıktığınız için Zefrüşahin hükümeti olarak müteşekkiriz.”

“Ben de özür dilerim,” dedi Atabek. “Korsanlığın gerçek anlamını bilmiyordum. Size önyargılı yaklaştım.” Diplomatik amaçlarla değil, tamamen içinden gelerek söylemişti.

Hazar Paşa güldü. “Sen yine de diğer korsanlara önyargılı yaklaşmaya devam et aslan parçası. Hepsi benim kadar sevimli değil. Prensese gelince… Vazifemiz. Biz anarşistiz ama vefasız değiliz. Bana gemimi veren de denizciliği öğreten de Zefrüşahin’dir. Göçebeler hepimizin canını yaktı. Eğer Gölgezadeler tahtı geri aldığında Süvey’i ve deniz hakkını tanımayı kabul ederse filomuz emrinizdedir.”

Azamet Ayışığı biraz düşündü. “Çok hızlı oldu bu.”

“Süvey çok yakın değil albayım, iş birliği yapmak istemesek gelmezdik. Çıkarlarımız da uyuşuyor. Şartlarımı kabul ediyor musun?”

Albay, korsanın elini sıktı. “Kabul.”

“O zaman ben kaçayım. Neredeyse sabah olacak.”

“Ben senin için bir oda hazırlatmıştım.”

“Teşekkürler ama tayfamdan ayrı kalmamayı tercih ederim. Sen nasıl Gölgezadelere bağlıysan ben de onlara bağlıyım. Müsaade var mıdır?”

Albay, gidebileceğini işaret etti eliyle. Oğlu, “Hazar Paşa’yı gemisine kadar geçirebilir miyim?” diye sordu. Belli ki adamın felsefesine tutulmuştu.

“Olur. Misafirperverlik önemli. Ama hızlıca konağa dön. Günün şerri, gecenin hayrına yeğdir.”

İkisi Gıyas sokaklarında yürürken, “Babanın hazırlıkları yavaş yavaş sona eriyor,” dedi kaptan. “İki yıla kalmaz göçebelere karşı topyekûn savaşa girecek.”

“Siz de onun yanında olacaksınız ama yalnızca davasına inandığımız için değil, de mi?”

“Aferin Atabek. Sen zeki bir oğlansın. Davasından ziyade babanın davaya olan bağlılığına ve zekasına inanıyoruz. O iyi bir komutan. Muhtemelen kazanacak ve yalnızca Hamra Kıtası’nın değil, eski dünyanın tamamının kaderinde belirleyici olacak. Yeni bir düzen kurulacak ve Süvey’in bu düzende bir yeri olsun istiyoruz.”

“Çünkü Süvey özgürlük peşinde koşanları temsil ediyor.”

“Özgürlük peşinde koşanları, dışlanmışları, tutunamayanları… Ama unutmaman gereken bir şey var aslan parçası, bu babanın savaşı. Ve bizim savaşımız. Senin savaşın olmak zorunda değil. Olabilir ama olmak zorunda değil.”

“Ben doğduğum günden beri bu savaşa hazırlanıyorum.”

“Biliyorum. Babanı tanıyoruz. Fakat bu senin seçimin değildi. Bu savaşta yer almak istediğinden emin misin?”

“Eminim.”

Korsanın suratında bir sırıtış belirdi. “Nasıl emin olabilirsin ki? Hep buna yönlendirildin. Sana savaşma demiyorum Atabek, ne için savaşacağını kendin seç. Korsanlar gibi. Bunun yapabilmenin şartı da kendini tanımaktır. Gerçek bir korsan ne istediğini, neden istediğini bilir. Kendini tanımaya çalış aslan parçası.”

Delikanlının zihinde yıllar önce o dev zenciden duyduğu cümle yankılandı: Önemli olan kendini keşfetmek…

* * *

Hazar Paşa haklı çıktı. Yaklaşık iki sene sonra Zefrüşahin ve müttefikleri savaşa hazırdı. Korsanlar denizden, Kölemenler sınırlardan, albayın propagandasıyla ayaklanmış Gölgezadeci milisler de içerden göçebelere kök söktürüyordu. Azamet Ayışığı yıllar boyunca çalışıp eski dünya devletlerinin çoğuyla ittifak kurmuştu. Gıyas’ın asker sayısı sınırlı olsa da tüm müttefik ordusu toplanınca inanılmaz bir ateş gücü ediyordu. Tarihte ilk kez bir devletin topraklarını göçebelerden geri alma şansı vardı ve Zefrüşahin bu şansı tek bir adama borçluydu.

Haliyle, bu adamın oğlunun genç yaşına rağmen komutan olarak kılıç kuşanmasına kimse itiraz edemezdi. Zaten Atabek’in ne hem teorik hem pratik olarak ne kadar çalıştığı, nasıl liyakatli bir asker olduğu tüm Gıyas Adası’nın malumuydu.

Kılıç kuşanma töreninden sonra, göçebe savaşının başlamasından önceki gece Atabek’in kapısı çalındı. Genç adam kitaplardan kafasını kaldırdı, koşup kapıyı açtı. Gelen tabii ki Hale’ydi. Delikanlının suratında bir gülümseme belirdi. Prensesin onu tebrik etmeye geldiğini düşünüyordu. Sonra kızın yanaklarında kurumuş, geriye beyaz bir tuz tortusu bırakmış yaşları fark etti. “Prenses… İyi misin?”

Kız hüngür hüngür ağlamaya başladı. Babasının tahta yürümesinden önceki gece prensesin hıçkırıklarıyla Ayışığı’nın koridorlarını inletmesi uygun değildi. Atabek onu hızlıca içeri çekip kapıyı örttü. Bebek eviyle oynadıkları yıllardan beri ilk kez bu odada yalnızlardı. Aslında bu da pek uygun sayılmazdı.

“Ne oldu?” diye sordu genç adam. “Kraliçe Aşena mı bişey yaptı gene?”

Hale ağlamaya devam ediyordu, kendinden geçmiş gibiydi. Atabek onu sertçe sarstı. “Ne oldu prenses, söylesene. Gideyim çözeyim. Biri bir şey mi yaptı? Gideyim konağı başına yıkayım. Niye ağlıyorsun?”

Kız biraz sakinler gibi oldu, Atabek’in şefkatli bakışlarını görünce daha da şiddetli ağlamaya başladı. Muhtemelen sesi odanın dışından duyuluyordu. Genç adam dayanamadı. “Konuş, Hale! Konuş!”

Prenses bir anda kalakaldı. “Atabek Ağabey…” dedi sonra.

Oğlan biraz rahatladı. En azından artık ağlamıyordu. “Ne oldu?”

“Bir şey olmadı.”

“O zaman niye ağlıyordun?”

“Ayışığı Konağı’na getirildiğimizde o kadar küçüktüm ki… Öncesini hatırlamıyorum. Hamra benim için kitaplardaki çizimlerden ibaret. Saraydaki yaşantımı hatırlamıyorum. Annemi hatırlamıyorum. Gıyas’tan öncesini, albaydan öncesini, senden öncesini… Hatırlamıyorum.”

Atabek, kıza sarıldı. Şefkat göstermeye çalışıyordu. “Bu yüzden mi ağlıyorsun?”

“Annemin ölüm haberini aldığımı hatırlıyorum. Çok küçüktüm. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum. O zamanlar annemi hatırlıyordum, üzülmüştüm. Muhtemelen beni fark etmeyen biri babama anlatırken duydum. Annemi babanın öldürttüğünü hatırlıyorum. Ama bu gerçeği öğrendiğimde o kadar küçüktüm ki… Artık küçük değilim, belki de bu yüzden sizden nefret etmem gerek…”

“Benim ne suçum var? Annen öldüğünde ben de yedi yaşındaydım.”

“Evet ama sen de albay gibi değil misin? Onun yaptıklarını veya yapmak isteyip yapamadıklarını yapmak için yaşamıyor musun?”

Atabek, Hazar Paşa’yı hatırladı. Babanın savaşı. Ve bizim savaşımız. Senin savaşın olmak zorunda değil. “Ben olsam onun gibi karar vermezdim. Neden bilmiyorum. Senin annen olduğu için olabilir, ben babam olmadığım için olabilir. Ama inan bana, babam gibi yapmazdım. Babamın neyi neden yaptığını anlayabiliyorum. Davası için neler yaptığını, nelerden vaz geçtiğini biliyorum. Beni bile davası için bir silaha çevirdiğini biliyorum. Annenin seni ölüme terk ettiğini biliyorum. Yine de ben babam değilim.”

“Zaten sizden nefret edemiyorum. Annem beni bıraktı, sonra öldü. Bana onun katili sahip çıktı. Ama aynı adam babamı başka biriyle evlendirip benden kopardı. Ve aynı adamın oğlu, şu hayatta bana değer vermeye devam eden tek kişi oldu. Ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum Atabek… Ağabey.”

“Cezzuk’un ilk geldiği günü hatırlıyor musun?”

“Hayal meyal…”

“Her çocuğun durmaksızın dünyayı keşfeden bir kâşif olduğunu söylemişti, bu söz çok hoşuma gidiyor. Evden kaçtığın gece tanıştığımız korsanları biliyorsun, onların özgürlük arayışı çok hoşuma gidiyor. Cezzuk önemli olanın kendini keşfetmek olduğunu söylemişti. Belli ki sen kendini keşfediyorsun Hale… Prenses. Ben kendimi keşfedemiyorum. Yarın savaşa gideceğim. Kafamın bulanmaması lazım. Ama döndüğümde hepsini tekrar konuşacağız, tamam mı?”

“Tamam değil,” dedi Hale. Gözleri yeniden doldu. “Savaşa gidiyorsun. Ya dönemezsen?”

“Sen bu yüzden mi ağlıyordun?”

Kız cevap vermedi. Gözlerini odanın ortasındaki kilime dikmiş, sanki onun desenlerini inceliyordu. Birkaç damla yaş daha elmacık kemiklerinin üstünden akıp gitti. Sanki öfkelenmiş gibi elbisesinin koluyla o yaşları, yanağındaki tuz tortusunu sildi ve susmaya devam etti.

“Benim için mi endişeleniyorsun prenses?” diye sordu Atabek.

Hale elinin tersini genç adamın suratına geçiriverdi. Yediği darbe, talim alanlarında yetişmiş Atabek için hiçbir şeydi. Delikanlı yine de bunu beklemediğinden öylece kalakaldı. Anlamamıştı. “Sen Hamra Kıtası’nın gördüğü en büyük geri zekalısın!” diye bağırdı kız. “Geri zekalı!”

“Ben sana ne yaptım?”

“Beni bırakıp gidiyorsun geri zekalı, daha ne yapacaksın?!”

“Sessiz ol. Konaktaki herkesin duymasına gerek yok. Gidiyorum ama geri döneceğim, tamam mı? Vatanım için gidiyorum ama senin için döneceğim. Söz veriyorum.”

“Söz vermek seni mermilerden ve kılıç darbelerinden koruyacak mı? Nasıl nevruzda gezip dolaşmaya gidiyormuş gibi davranabiliyorsun? Eski dünyanın gördüğü en büyük orduya karşı savaşmaya gidiyorsunuz! Daha önce Zefrüşahin’i paramparça etmiş bir düşmanla savaşmaya gidiyorsunuz! Hayatta kalacağını garanti edebilir misin? Albay, senin hayatta kalacağını garanti edebilir mi?”

“Edemez… Ama asker olmak ihtimallere varan en şanlı yolu kovalamaktır.”

“Asker falan değilsin sen. Babasının gözüne girmeye çalışan, bıyıkları terlememiş bir oğlansın. Savaşa gitmenin cesaret olduğunu mu sanıyorsun?”

“Değil mi?”

“Değil. Sen özgürlük arayanlara imreniyorsun ama onlar gibi olamayacak kadar korkaksın. Neden korkuyorsun? Babanın seni sevmemesinden mi?”

Atabek, gerçek bir savaşçının bu sözleri söyleyene haddini bildireceğini farkındaydı. Bağırıp çağırmak, yakıp yıkmak için ağzını açtı. Ancak Hale’yi öylesine önemsiyordu ki ses telleri donup kaldı. “Hintli bilgeler, kavga edenlerin yürekleri birbirinden uzaklaştığı için bağırdıklarını söylemiş.” dedi neredeyse fısıldayarak. “Sana bağıramıyorum.”

Oğlanın gözlerinin içine bakan prenses de biraz sakinlemiş görünüyordu. “Neden bağıramıyorsun?”

“Çünkü…” diye başladı Atabek ama devamını getiremedi. Sustu. Kızın güzel yüzüne baktı. Cümlesinin kalanını yuttu, bunun yerine “Haklısın,” dedi.

“Ne konuda?”

“Her konuda. Bu babamın savaşı, Kölemenlerin savaşı, korsanların savaşı, eski dünyadaki sömürgeci devletlerin savaşı… Ama benim savaşım değil. Kendimi keşfetmeyi savaştan sonraya erteledim, bunun sonunu getirmek, dönüp dönmemek umurumda değildi. Hayatım boyunca Albay Azamet Ayışığı’na layık bir evlat olmak için çabaladım. Bu sırada gözümün önündekini göremedim. Bu gece gelip beni uyarmasan belki de hiç göremeyecektim.”

“Gözünün önündeki?”

“Sensin prenses… Sensin Hale. Babam beni bir silaha çevirdi, bunun farkında olmama rağmen onun peşinden koştum. Sense benim için endişelendin, ağladın. Babam hep yanımda oldu ama ne için? Beni daha iyi bir asker yapmak için. Sense bana gerçekten değer veren tek kişisin. Sanırım ben de sana… Bu bizim savaşımız değil. Biz bu savaşta öksüz kalmış çocuklarız sadece. Annem göçebelere esir düşmüştü. Ona karşılık seni ve Prens Emin’i istediler. Babam reddetti. Gıyas’a geldiğimizde ilk işi senin suikastçılarını senin annenin üstüne salmak oldu. Biz bu savaşta hep kaybettik. Başkalarının hırsları için… Kaybetmeye de devam ediyoruz. Ben bunları başından beri farkındaydım ama babamın davasına, ülkülerine inanmak istedim. Ailemden kalan tek kişi beni sevsin, takdir etsin, benimle gurur duysun istedim. Yaptı da… Onun sevgisine, takdirine, gururuna kavuştum ama bunun için tüm çocukluğumu, benliğimi kurban ettim. Sen bu gece gelmesen belki canımı da verecektim.”

Atabek, prensesin ellerini tuttu. “Kaçalım Hale. Benimle gelir misin?”

Hale gülümsedi. Delikanlının dudağıyla yanağının kesişimine çocuksu bir öpücük bıraktı. Bu, az önce yediği tokattan daha çok sarsmıştı genç adamı. “Nereye gideceğiz?” diye sordu kız basitçe.

“Süvey’e ne dersin? Sonra da… Sonrasını bilmiyorum. Birlikte keşfedelim.”

* * *

Albay, oğlunun kaçıp gittiğini, davaya ihanet ettiğini kabullenmedi. Müttefik güçlerin hüküm sürdüğü tüm topraklara Atabek Ayışığı’nın savaş alanında şehit düştüğünü duyurdu. Onun için görkemli bir anıtmezar yaptırdı ve hatta yas ilan etti.

Sekiz yıl süren Zefrüşahin Savaşında on milyondan fazla insan öldü. Albay, savaşı kazanınca Gölgezadeler bir kez daha tahta oturdu. Bu da göçebelerin kıtadan sökülüp atılmasıyla sonuçlanan ve Hamra Savaşları olarak anılan bir dizi büyük çatışmanın fitilini ateşledi.

Azamet Ayışığı, geri aldığı ülkesini bir süre hükümet reisi sıfatıyla yönetti. Ancak işgalin onda yarattığı travma öylesine büyüktü ki göçebeler karşı Hamra Savaşlarına katılmaktan, tüm orduyu da peşinde sürüklemekten geri durmadı. Orada, cenk meydanında, tam da hayalini kurduğu gibi muzaffer bir komutan ve savaş kahramanı olarak öldü.

Emin Gölgezade, Azamet Ayışığı’nın kuklası olmaktan öteye gidemedi. Albay öldükten sonra yanlış politikalarıyla Zefrüşahin’i ekonomik çöküşe sürükledi. Her şeyi berbat etmenin ağırlığına dayanamayıp kendini yavaş yavaş geri çekti ve tüm sorumluluğu, kurduğu beceriksiz hükümetin sırtına yükledi.

İki oğlundan birinin öbürünü öldürdüğünü görmek, zaten ömrü kayıplar ve hayal kırıklıklarıyla geçmiş Emin’in akıl sağlığını geri dönülemez şekilde bozdu. İkizine kıyacak, kardeş kanı akıtacak kadar hırslı bir genç adam olan prens, babasını da tımarhaneye kapatıp mutlak hükümdar olarak taç giydi. Emin orada, son günlerinde, bakımsızlık ve hastalıktan ölürken kızını kucağında salladığı günleri hatırladı sık sık. Ona adamış olabileceği bir hayatı düşledi.

Eski dünyadaki diğer devletler, göçebelerden temizledikleri Hamra’yı kendi aralarında bölüşme planı yapıyordu. Tabii Zefrüşahin’in yeni hükümdarı, hakkı olan kıtayı başkalarına kaptırmak için tahta çıkmamıştı. Geçmişin müttefikleri düşman oldu, onlara yenileri eklendi ve hem karayı hem denizleri kızıla boyayacak Eski Dünya Savaşı başladı. Bu savaş için icat olan zehirli gazlar, tek seferde şehirleri yerle yeksan eden bombalar masallardaki canavarlardan, her türlü kabus ve karabasandan daha korkunçtu.

Artık ihtiyar bir adam olan Atabek’inse etrafı kalabalık ailesiyle sarılıydı. Yaşlanmasına rağmen asaletinden bir şey yitirmemiş eşi Hale, sekiz evlatları, yirmiden fazla torunları ve onların da bebeklerinden oluşan bu aile, yeni dünyada bir korsan kolonisinde, bembeyaz kumlarla kaplı cennet gibi bir sahildeki geniş evlerinde hep birlikte yaşıyordu. Atabek, Eski Dünya Savaşında işlenen insanlık suçlarını, yaratılan ölüm silahlarını, yapılan toplu katliamları yalnızca haber alıyordu. Ölüm sayısı Zefrüşahin Savaşı’nı şimdiden dörde katlamıştı.

Atabek; Hale o akşam kapısını çaldığı için, savaşı arkalarında bırakıp kaçtıkları için, eski dünyada olmadıkları için, kendi ailelerini kurdukları için, en önemlisi de mutlu oldukları için, inandığı ve inanmadığı tüm tanrılara her gece şükretti.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Film gibi okudum öyküyü. Hem tasvirleri ve atmosferi, hem de altmetni çok yerindeydi. Özgürlük… Onaylanmak, takdir edilmek için en doğal hakkımızı kurban vermek. Hem de aile ve toplum gibi içine doğduklarımıza. Çok az cesur insan hariç hepimizin trajedisi.

    Gecenin üçünde okurken bir korsan olmak istedim. Öyküde dediği gibi altımda sonsuz deniz, üstümde yıldızlardan bir yorgan…

    İyi ki yazmışsınız.

  2. Avatar for Abaris Abaris says:

    Beğenmenize çok sevindim :slight_smile: Güzel yorumunuz için teşekkürler.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Abaris Avatar for OykuSeckisi Avatar for acimatriyarka