1966
Askerler alelacele toplandılar, kasklarını taktılar, sırt roketlerini kuşanıp Yüzbaşı Eric Sutton’ın önderliğinde kalkışa geçtiler. Yirmilerinin sonlarında, yapılı, akça pakça bir adamdı Eric. Kimse adını kullanmazdı. Herkes için Yüzbaşı Paradiso’ydu o. Bu lakap, akademideki komutanlarından birinin marifetiydi. Genç Eric’in şiir merakını görünce, zamanında kendisine hediye edilen ama kapağını kaldırmaya bile tenezzül etmediği bir kitabı ona vermişti, İlahi Komedya’nın üçüncü cildini. Bunu gören diğer delikanlılar, genç adama Paradiso diye seslenmekte gecikmedi.
Vietnam semalarında süzülen askerler, Eric’i takip ettikleri için memnundu. Yüzbaşı, ağır Kentucky aksanıyla konuşan gerçek bir eski zaman centilmeni olmasının yanında, yetenekli ve başarılı bir komutan olarak tanınırdı. Emrindekilere şefkatle yaklaşır, çıktığı görevlerde herkesin sağ salim geri dönebilmesi için olağanüstü çaba gösterirdi. Roketli birliğin her bir üyesi ona güveniyordu.
Yüzbaşı Paradiso, göz alabildiğine uzanan yemyeşil bir çayırın üstünde uçarken, tüfekleri hazırlama emri verdi. Bütün askerler yalnızca iki saniyede çatışmaya girecek duruma gelmişti. Bazıları, aşağıda çimenler dışında hiçbir şey olmamasına rağmen niye hazırlandıklarını merak etti. Çimenler hareket etmeye başladığında merakları tatmin olacaktı.
Barut sesi göğü doldurdu. Çayırda kamufle olmuş Vietnamlı gerillalar, tepelerinde uçan askerleri kurşun yağmuruna tutuyordu. “Düzeni bozmayın,” dedi Eric, soğukkanlılıktan ödün vermeden. Hep beraber bir miktar yükseldiler. Yüzbaşı tüfeğini aşağı doğrulttu, namlunun ucundaki henüz bir çocuk gibi görünüyordu, işgalci Amerikalılara direnmeye çekinmeyen bir çocuk.
“Ateş!!!” diye bağırdı Eric tüm gücüyle. İlk atışı da bizzat yaptı. Gerilla çocuğun delik deşik olup yere devrildiğini gördü. Apalaşlar’da olsa oğlan için kahrolurdu ama savaş alanında arkasındakilerden başka çocukları önemseyemezdi.
Amerikalıların tüfekleri, pusu kurmuş gerillaların çil yavrusu gibi kaçmasını sağladı. Böylece askerler hedeflerindeki ormanın sınırına özgüven içinde dayandılar. Çayırdaki çatışmanın yalnızca bir şaşırtma olduğundan haberleri yoktu. Asıl tuzak onları ormanda bekliyordu. Ağaçların arasından aynı Amerikalılar gibi roket takmış kalabalık bir Vietnamlı birliği yükseldi ve beklemeden ateş açtılar.
“Bu köylüler ne zaman uçmayı öğrendi?!” diye haykırdı Eric’in oğlanlardan biri. O anda kaskını delip geçen bir mermiyle can verdi. Yere çakılmak üzereyken bu defa da sırtındaki depodan vuruldu. Roket yakıtı alev alıp gerçekten bomba gibi infilak etti. Bu öyle bir patlamaydı ki silah arkadaşlarına da ulaştı.
Yüzbaşı Paradiso bir an arkasına döndü ve askerlerinin domino taşları gibi teker teker alev alıp patladığını gördü. Bu şekilde birlikten kimsenin hayatta kalamayacağını anlayınca iniş emri verecek oldu ama tam arkasındaki bir patlamanın etkisiyle dengesini kaybetti, havada savrulmaya başladı. Dallara, yapraklara çarpıyor, kaska rağmen tüm darbeleri kafasında hissediyordu. Yere çakılıp bilincini kaybetmeden önce düşünebildiği tek şey emrindekilerin hepsini kaybettiğiydi.
* * *
1947
Güneş, Apalaş dağlarının arkasında batarken küçük Eric kasaba sokaklarında yalınayak koşuyordu. Birinin adını seslendiğini duyunca duruverdi. Aslında bir an önce evde olması gerekiyordu, eğer hava iyice karardığında dönerse annesi çok kızardı. Ama sesin sahibini tanımıştı Eric. “Buyurun Şerif McFarland.”
“Ne bu acele, çocuk?”
“Babam yemekte herkesin sofrada olmasını istiyor.”
“Baban… Evet. Teğmen Sutton bir savaş kahramanı. Onunla gurur duyuyor olmalısın.”
Eric gerilmişti. Karşısındakinin sözlerinde samimi olmadığını biliyordu. Çünkü şerif bir McFarland’dı ve McFarlandlar, Suttonlardan nefret ederdi. Beş nesildir böyleydi. Eric, karşısındaki devasa adamın onu bir an önce azat etmesini istiyordu ama annesinden aldığı terbiyeye uygun davrandı. “Evet efendim, babamla gurur duyuyorum.”
“İki yıl önce kasabada büyük bir parti yapıldı. Hatırlıyorsun, değil mi? Hep beraber teğmenin savaştan dönmesini kutladık.”
“Hatırlıyorum efendim.”
“Güzel günlerdi. Biliyor musun sen doğmadan önce babanla koşup oynardık. Sonra o yaşını büyütüp Avrupa’da savaşmaya gitti.”
“Sanırım duymuştum efendim.”
“Sonra burnu havada bir züppe olarak geri döndü. Haddi olmayan işlere karışmak yerine çiftliğinde oturup tavuklarını saymalıydı.”
“Gerçekten, Şerif McFarland, eve dönmeliyim.”
“Dönemezsin, çocuk. Bir süre karakolda misafirim olacaksın. Yürü!”
Şerif, ufaklığı bileğinden yakalayıp arkasından sürüklemeye başladı. Ama Eric çok hareketli bir çocuktu. Kolunu kurtardığı gibi koşarak evin yolunu tuttu. “Dur!” diye bağırdı Şerif arkasından.
Sutton evinin kapısı açıktı. Eric, bir ağacın arkasına saklanıp içeri baktı. Bir sandalyede oturan annesi korkmuş, hatta ağlıyormuş gibi görünüyordu. Kadın ayağa kalkacak oldu ama Eric’in görüş açısının dışından uzanan bir el onu zorla geri oturttu.
Şerif McFarland, koca göbeği yüzünden oflaya puflaya anca geliyordu. Eric koşup evin arkasından dolandı ve kümese daldı. Tavuklar büyük bir gürültü çıkararak kaçışırken samanların arasındaki silahı buldu. Bu, babasıyla bira şişelerine ateş ettikleri altıpatlardı. Adam, tabancayı oğlu erişemesin diye buraya saklamıştı ama ufaklık silahın yerini başından beri biliyordu.
Eric, evin içinden gelen silah sesini duydu. Kendi tabancasının mermilerini kontrol edip koşmaya başladı. Arka kapıdan girdi içeri. Ana salona çıktığında annesi kanlar içinde yerde yatıyordu. Hiç düşünmeden altıpatları karşısındaki adama doğrulttu ve tetiğe asıldı. Pat! Pat! Pat! Pat! Pat!
Hıçkırıklarla ağlayarak annesinin yanına çöktü. Kadın son nefeslerini veriyordu. Çocuğun yanağını okşamaya çalışırken kanını Eric’in suratına bulaştırdı. “Babana ihanet etmedim…” dedi. Sesi bir fısıltı gibiydi. “Nerede olduğunu söylemedim…”
Annesi gözlerini son kez yumarken Eric avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bir anlığına kafasını kaldırdı ve kapı ağzında dehşetle dikilen Şerif McFarland’ı gördü. “Piç kurusu!” diye haykırdı adam. “Kardeşimi öldürdün! Teğmen o kadar korkmuş ki karısıyla oğlunu üstümüze sürmüş. Soyunuz kuruyacak!!!”
Eric, ellerini havaya kaldırdı. Tek kurşunu kaldığını biliyordu. Şerife ateş ederse ıskalayamazdı, silahı tutukluk yapamazdı, muhtemelen ölecekti.
Şerif McFarland, birinin “Yapma!” diye seslendiğini duyup arkasına döndü. Aradığı adam, ailesini korumak için çıkmıştı saklandığı yerden. Geç kalmıştı.
Şerif tek kurşunla Eric’in babasının canını aldı. Oğlanı da öldürmek için ona baktığında iki kaşının ortasına yediği mermiyle yere yığıldı. Eric’in kurşunu bitmişti ama tetiği çekmeye devam ediyordu, sanki şarjörün dönmesiyle çıkan klik sesi onu hayata bağlıyordu.
* * *
1966
Yüzbaşı Paradiso rüyasında mırıldanıyor, işaret parmağı olmayan bir tetiğe basıp duruyordu. “Şerif!!!” diye bağırınca kendi gürültüsünden korkup gözlerini açtı.
“İyi misiniz Herr Sutton?”
İyi değildi. Başı çatlayacakmış gibi ağrıyor, görüşü bir türlü netleşmiyordu. Zaten hava kararmaya başladığı için ormanda yeterince ışık da yoktu. Teninde sıcaklığını hissettiği kamp ateşine baktı. Onun yarattığı ufak çaplı aydınlık sayesinde etrafında dolanan birkaç silueti seçebildi. “Kimsiniz? Adımı nereden biliyorsunuz?”
“Kafası iyice gitmiş,” dedi başka bir ses. “Üniformanda yazıyor ya evlat!”
“Lütfen sakin olun Herr Sutton,” diye araya girdi az önceki. Epey yaşlı bir adamdı. “Bacaklarınızı hareket ettirebiliyor musunuz?”
Eric, endişeyle avuç içlerini zemine bastırdı, toz toprak içinde zor da olsa ayağa kalktı. “İyiyim ben. Biraz sarsıldım o kadar.”
“Harika!” dedi ihtiyar. “Ben, Profesör Rolf Haberlin. Test ettiğiniz sırt roketinin yaratıcısıyım.”
“Albay Geoffrey Haberlin,” diye kendini tanıttı diğeri. “A.B.D. Kara Kuvvetleri 11. Piyade Tugayı.”
Genç adam derhal esas duruşa geçti. “Yüzbaşı Eric Sutton…”
Albay onun sözün kesti. “Rahat. Nizamiyede değiliz. Ayrıca kim olduğunu biliyorum, Paradiso. Bizim çocuklar seni yaşayan bir efsane olarak görüyor.”
“Teşekkür ederim…” derken Eric’in kafasına sert bir ağrı saplandı. Yüzü acıyla gerildi.
Bunu fark eden profesör hızlıca yüzbaşının koluna girip yere oturmasına yardımcı oldu. “Vücudunuz ağır bir travma atlattı Herr Sutton. Neredeyse bir gündür baygınsınız. Tedavinizi yaptım ama dinlenmeniz gerek.” Eric’in arkadaki adamlara baktığını fark etti. “Merak etmeyin, Gottfried’in askerleri.”
“Geoffrey …” diye düzeltti Albay. “Wir sind nicht mehr in Deutschland, Onkel.”
“Ja, ja… Geoffrey’nin askerleri. Kendisi benim yeğenim olur.”
Eric, poposunun üstünde sürünerek kamp ateşine yaklaştı. Isınmak iyi geliyordu. Biraz kafasını toplayınca “Sizin gibi yaşını almış bir profesörün bu cehennemde ne işi var?” diye sordu.
Cevap albaydan geldi. “Davası için yaşayanlar ancak öldüklerinde emekli olur evlat. İhtiyar kurdun bize öğreteceği daha çok şey var.”
Eric bir anda gökyüzündeki çatışmayı hatırladı. “Birliğim… Hiç kimseyi kurtarabildiniz mi?”
Albay ve amcası, genç adamın karşısına oturdular. “Yalnızca en usta olan hayatta kalmayı başardı,” dedi Geoffrey Haberlin. “Yalnızca sen…”
“Tuzağa çekildik. Vietkonglar da bizim gibi uçuyordu.”
“Gördük. Biz de onların bildiği tek uçma yolunun hippilerinki olduğunu sanıyorduk.”
“Hippiler nasıl uçuyormuş ki?”
“Toz çekip çayırda yuvarlanarak. Lanet olası dejenereler… Onlar askerden kaçarken vatanperver Amerikan gençleri burada onlar için ölüyor.”
“İyi de gerillalar sırt roketlerini nereden buldu? Kendileri üretmiş olamazlar.”
“O orman adamları o kadar gelişmiş değil. Siktiğimin Sovyet Cumhuriyetler Birliği vermiştir.”
“İyi de Ruslar ne zamandan beri sırt roketi üretebiliyor?”
“Sizden öğrendiler,” diye lafa karıştı profesör. “Amerika casus dolu. Willkommen im Kalten Krieg! Soğuk Savaş’a hoş geldin.”
“Bu fiyasko muhtemelen roketli askerler projesinin sonu olacak. Lanet olsun!”
“Nein, nein. Yanılıyorsunuz. Bunu bir deney gibi düşünün. İki roketli birlik gökyüzünde karşılaştığında neler olduğunu inceleme fırsatı bulduk. Savaş bilimi böyle gözlemler sayesinde gelişir.”
Eric’in kaşları çatıldı. “Ölenler benim silah arkadaşlarım, profesör. Bunu bir deney gibi düşünemem.”
“Ah Herr Sutton, güzel çocuğum, ruhunuzda karanlık bir trajedinin izlerini görüyorum.”
“Birliğim…”
“Nein, daha derinlerde. Anlatın bana evladım, ne yaşadınız ki bu kadar bastırdınız?”
Eric gözlerini kaçırdı. “Çocuktum, annemle babamı kan davası yüzünden öldürdüler. Charleston’daki dayımla yengemin yanına gönderildim. Aslında iyi insanlardılar ama bilirsiniz, kendi evin gibi olmuyor… Liseyi onların yanında okudum, sonra ilk fırsatta akademiye girdim.”
“Babanız askerdi, değil mi?”
“Doğru bildiniz. Pek çok madalya kazanmış bir İkinci Dünya Savaşı gazisiydi.”
O sırada ayağa kalkmış albay, elini Eric’in omzuna koydu. “Sen iyi bir delikanlısın Paradiso. Muvaffak olacağız, inan bana. Şimdi biraz daha uyumaya çalış. Tehlikeli bir bölgedeyiz, gün doğumuyla yola çıkmamız gerekiyor.”
“Emredersiniz albayım.”
* * *
İnsan vücudunda her şeyin bir sınırı vardır. Fazla kilo bir noktadan sonra sizin için ölümcül olur, aynısı kilo vermek için de geçerlidir. Çok yemek için de açlık için de… Sınırlarını bilen insan sağlıklı olabilir, sınırlarını bilen insan mutlu olabilir. Uykunun da bir sınırı vardır, ne kadar çabalarsanız çabalayın, en gürültülü müziği dinleyin, en soğuk suları yüzünüze çarpın, eninde sonunda uyuyakalırsınız. Benzer şekilde, yeterince uyumuşsanız sabaha kalmadan uyanıverirsiniz.
Yüzbaşı Paradiso, bir günlük baygınlığın üstüne yalnız birkaç saat uyuyabildi. Gözlerini açtığında orman zifiri karanlıktı. Dolunay tam tepelerine yükselmişti ama ağaçların yaprakları yüzünden görünmüyordu. Aralarda süzülen ışık huzmelerinden anlaşılıyordu varlığı ve güzelliği. Mehtabın güzelliği, karanlık yeşilliğin tehlikeli çekiciliğiyle birleşiyor, baştan çıkarıcı bir manzara yaratıyordu. Burası ona Apalaşları kaplayan ormanları hatırlatıyordu. Ormanın içinde kaybolmak istiyordu Eric. Kaybolmak ve bir daha bulunmamak. Modern dünyanın kargaşasından, günlük hayatın endişelerinden, geçmişin travmalarından kurtulmak… Tabii bu mümkün değildi. Orman onu asla kabul etmeyecekti. Yabancıydı o, bir işgalciydi. Bu ormanı yakıp yıkmaya gelenlerin tarafındaydı. Hatta yalnızca onların tarafında değildi, onların komutanıydı. Kaçmak istediği teknolojinin son harikalarından birinin bütün sorumluluğu sırtına asılmıştı. Ve o sıçıp batırmıştı. Kahretsin, diye mırıldandı bunu hatırlayınca. Askerlerim…
Uyku tulumundan çıkıp yürümeye başladı. Kurdukları kampta yalnızca üç çadır vardı. Sıhhiye çadırı ilan edilende kendisi kalmıştı. Şu an ışığı kapalı olanda erler sıkış tepiş yatıyordu. Son çadır Haberlinlerindi. Onların sesini duyan Eric, uyumak yerine mekânlarını bir toplantı odasına çevirdiklerini düşündü.
Geçerli mazereti olmadan bir albayın toplantısına dalamazdı. Ancak o ikisindeki bariz tuhaflık yüzünden ne konuştuklarını gizlice dinlemeye karar verdi. Çıt çıkarmadan çadıra yaklaştı, içeriden fark edilmeyecek şekilde yere çöktü. Nefesini bile sessizce almaya özen gösteriyordu.
İki adam çadırın içinde Almanca konuşuyordu. Bilmedikleriyse Teğmen Sutton’ın savaş sırasında Nazilere esir düştüğü ve çalışma kampında geçirdiği altı ayda Almancayı söktüğüydü. Adam, memleketine dönünce kendini bu dilde geliştirdi, hatta küçük Eric’e de ders verdi. Yüzbaşı Paradiso, bu derslerin bir gün işe yarayacağını sanmıyordu ama Vietnam’da, ormanın ortasında o ikisinin ağzından çıkan tek bir kelimeyi bile kaçırmamasını sağladı.
“Paradiso ayağımıza dolanacak,” demişti albay. “Sıkalım gitsin, nasıl olsa herkes öldüğünü zannediyor.”
“Hâlâ küçük düşünüyorsun yeğenim. Eric, elimizdeki en iyi roket pilotu. Hatta sonuncu. Unutma, gelecek semada. Dördüncü Reich’ın kuruluşu için ona ihtiyacımız var.”
“Dördüncü Reich, Amerika Birleşik Devletleri amca. Ülkeyi zaten biz yönetiyoruz. Şu anda anti-komünist mücadeleyi sahiplenmemiz ve kızılları yer yüzünden silmemiz gerekiyor. Senin saçma sapan deneyin için moskoflara roket vermemiz zaten yeterince büyük bir aptallıktı.”
“Anlamamakta ısrar ediyorsun ama roketleri moskoflara değil, nasyonal sosyalistlere verdik Gottfried. Biz nasıl Ataş Operasyonuyla Amerikan bürokrasisine dahil edildiysek onlar da Osoaviakhim Operasyonula Sovyet bürokrasisine dahil oldular. Bu Allah’ın siktir ettiği ormandaki savaş yalnızca bizim elimizdeki teknolojileri deneyebilmemiz için tertiplendi. Buradaki işimiz bittiğinde ari ırktan askerlerimiz hem doğudan hem de batıdan göğe yükselecek ve bütün dünya başkentlerinin semalarını dolduracak.”
Albay memnuniyetsiz bir cevap verdi. Belli ki amca yeğen sık sık bu konuda ideolojik tartışmalar yapıyordu. Bu sırada duyduklarına inanmakta güçlük çeken, hâlâ çarpışmanın etkisiyle hayal görüyor olmaktan korkan Eric çadırın dışında derin nefesler alıp veriyordu. Kafasına dayanan tabancayı hissetti. Askerlerden birine yakalanmış olmalıydı. Seri bir hareketle geri dönüp onun silahını kaptı ama asker yumruklarını kullanarak Paradiso’nun üstüne atladı. Yarattıkları patırtı, Haberlinlerin çadırdan çıkıp onların yanına koşmasına sebep oldu.
“Ne oluyor burada?!” diye haykırdı Geoffrey, otoriter komutan sesiyle. Yeniden İngilizce konuşuyordu.
Eric ve güreştiği asker birbirlerini bırakıp ayağa kalktılar. Askerden kaptığı silah hâlâ yüzbaşının elindeydi. Rolf ikisini süzdü. Planlarının tehlikeye girmesini istemiyordu. “Uyku mu tutmadı Herr Sutton?” diye sordu. “Tabii yaşadıklarınızdan sonra normal…”
Eric tabancayı onlara doğrultup “Siz Nazi’siniz!” diye haykırdı Almanca. “Siktir… Nasıl ulan nasıl?”
“Nazi veya değil,” dedi George sinirle. “Amerikan ordusunun bir albayına silah çekiyorsun yüzbaşı. Sana o tabancayı derhal indirmeni emrediyorum.”
Yeğeninin aksine Rolf’un keyfi yerinde görünüyordu. Elini albayın omzuna koydu. “Sakin ol Gottfried, belli ki çocuğun her şeyi öğrenmesinin zamanı gelmiş.” Eric’e dönüp “Kafanızda soru işaretleri olduğunu görüyorum Herr Sutton evladım,” dedi. “Ben anlatırken ateş etmemenizi rica edeceğim.”
Eric’in baş ağrısı geri dönmüştü. “Ne saçmalıyorsun ulan sen? Çakma İtler! Çadırda konuştuğunuz her şeyi duydum. Silah arkadaşlarım sizin sikindirik savaş oyununuz için mi öldü?!”
“Hiçbir halt bildiğin yok,” dedi albay. “Vietnam’da bu kadar vakit geçirdikten sonra savaşın bir oyun olduğunu zannediyorsan kaybetmeye mahkumsun. Savaş gerçekliğin ta kendisi, insan evriminin taşıyıcısıdır. Tarihe büyük savaşçılar yön verir.”
Kamptaki bütün erler etrafa toplanmış, Eric’i çembere almıştı. “Emriniz nedir Wissenschaftsführer?” diye sordu en yüksek rütbeli olan.
Profesör Haberlin gülümsedi. “Silahlarınızı indirin. Yüzbaşı Paradiso ile medeni bir konuşma yapacağız.”
Başının ağrısı omurgası boyunca aşağı inen Eric zar zor ayakta duruyor ama tabancasını bir milim bile oynatmıyordu. “Konuş!” dedi sertçe.
“Adolf Hitler büyük bir savaşçıydı Herr Sutton. Ancak yanlış yerde savaştı. Cihan Harbi altı yıl sürdü. Peki nasyonal sosyalistlerin Amerika Birleşik Devletleri hükümetini kukla haline getirmesi kaç senelerini aldı biliyor musun? Beş senelerini.”
“Yalan söylüyorsun. Bu doğru olamaz. Bilim adamlarını duymuştum ama bir Nazi, Amerikan ordusunda albay olmuş olamaz.”
“Neden olmasın? Amaç bizi Amerikalı yapmaktı ama biz Amerika’yı Reich’ın bir parçası yaptık. Ailelerimizi getirmemize izin verdiler. Gottfried o zaman gençti, kanı kaynıyordu. Ben de orduya girmesini sağladım.”
“Peki tüm bu sirk gösterisinin benimle ne ilgisi var?”
“Dördüncü Reich’ın her yerde gözleri var çocuğum. Çok uzun zamandır seni takip ediyorum. Daha ufacıkken kan davasında iki kişiyi öldürdüğünü öğrendiğimizde gerçek bir savaşçı olacağını anladık. Lisedeyken seni askeriyeye yönlendiren bizdik. Akademide arkanı kolladık. İlk roketli birliğin başına geçmeni sağladık. Büyük Aryan şairi Dante’yi okumanı, Paradiso lakabını almanı bile bizzat ben sağladım. Çünkü semada Reich’ın askerlerine önderlik edeceğini, bizi cennete ulaştıracağını biliyordum. Seni ben yarattım Eric, benim projemsin, oğlum sayılırsın.”
Yüzbaşı, ihtiyar Nazi’nin ayaklarına doğru tükürdü. “Benim zaten bir babam var. Avrupa’da sen ve senin gibilerle savaştı. Esir kamplarında işkence gördü, sonra oradan kaçıp savaşmaya devam etti. Ben de onun izinden gideceğim.”
“Senin savaşın çoktan kaybedildi yüzbaşı,” dedi George. “Ne yapacaksın, kendi orduna karşı mı savaşacaksın?”
“Gerekirse evet. Gerekirse bütün dünyaya karşı savaşacağım.”
“Amerika seni yarı yolda bıraktı oğlum,” diye hatırlattı Rolf. “Babanı öldüren, devletin şerifi değil miydi? Amerika bozulmuş durumda, anla bunu. Yıkılması, yanması lazım. Ateşle arınması lazım. Böylece küllerin üzerine daha güzel bir şey inşa edebiliriz. Böylece baban gibi savaş kahramanları polis şiddetine kurban gitmez. Bizim yolumuzda yürü oğlum.”
“Bu saçmalıklara kendiniz inanıyor musunuz? Kurmak istediğiniz faşist düzenin şimdikinden iyi olacağına?”
“Biz bir ütopya inşa ediyoruz, inan. Sen de bu ütopyanın en büyük kahramanı olabilirsin. Baban gibi olabilirsin. Kasabaya döndüğünde onu nasıl karşıladıklarını hatırla. Bir de şimdiyi düşün. Vietnam gazilerine saldıranları, vatanının evlatlarına bebek katili diyenleri… Amerika’nın değişme zamanı gelmedi mi? Yerini Dördüncü Reich’a bırakma zamanı gelmedi mi?”
“Gelmedi amınakoyim,” diye haykırdı Eric inler gibi. “Gelmedi!” Bu kadarı çok fazlaydı. Çarpışmadan sonra hâlâ tam anlamıyla iyileşememiş vücudu ve beyni duyduklarını sindiremiyordu. Her yeri ağrıyordu. Etrafı sarılmıştı, karşısındaki iki Nazi’yi öldürmeye kararlı olsa da erlerin arasında tek başına küçük bir çocuk gibi kalmıştı.
Çocukluğuna döndü bir anda, Kentucky’deki kulübeye. Ayaklarının dibinde yatan annesi, şerifin önce vurduğu babası… Düşünmeden asılmıştı tetiğe, yine de hedefi on ikiden vurmuştu. Yine öyle yaptı. Acıyla sıktı, ağlayarak, haykırarak sıktı. İki Nazi’nin cansız bedeni önüne devrildi.
Girdiği savaşlara, geçirdiği tüm o çatışmalara rağmen özünde hâlâ kulübede korkuyla bekleyen çocuktu o. Kulübedeki çocuk, Yüzbaşı Paradiso’yu korumak için bugün dışarı çıkıyordu. Bir yetişkin, etrafını saranlardan çekinip ateş etmezdi. Kulübedeki çocuksa bunu düşünmedi, sonrasını düşünmedi. Yirmi yıl önce annesinin katilleri, şimdiyse tüm insanlığın katilleri karşısındaydı. Yalnızca ateş etti ve koşmaya başladı.
Askerler bunu beklemiyordu, onlar ne olduğunu anlayamadan çemberi yarıp ormanın zifiri karanlığında kayboldu Eric. Biraz sonra kampa geri döndü, kendisini arayacakları son yere… Çadırları kurcalaya kurcalaya sırt roketini buldu. Çalışmasa da çok kötü durumda değildi, tamir için birkaç alet ve ışık kaynağı çalıp ormana döndü.
Roketle o kadar çok antrenman yapmıştı ki onu vazgeçilmez bir parçası haline getirmişti. Her cıvatanın neyi tuttuğunu, her dişlinin ne işe yaradığını biliyordu. Amerikan askeri kılığındaki Dördüncü Reich askerlerine görünmemek için sık sık yer değiştirerek roketi tamir etti. İşi bittiğinde gün doğuyordu. Hızla roketi kuşanıp ağaçların arasından yükseldi.
Yukardan bakınca ormanın içindeki tüm o kan ve vahşet çok anlamsız görünüyordu. Sanki dünya herkese yetecek kadar büyüktü. Aynı zamanda dünya o kadar kötüydü ki hiç gerek olmayan bu kavga semaya kadar ulaşmıştı. Artık yukarıda bile birbirini öldürüyordu insanlar. Dahası, Yüzbaşı Paradiso’nun asıl kavgası yeni başlıyordu.
Eric, ormanın ötesine sürerken nereye gittiğini bilmiyordu. Bir bilim insanını ve bir albayı öldürmüştü. Yakalanırsa askeri mahkemede yargılanırdı. Dördüncü Reich söyledikleri kadar güçlüyse kimse söylediklerini dinlemezdi. Savaşması gerekecekti. Artık sadece Vietnamlı köylülerle değil, bizzat Sovyetler Birliğiyle savaşması gerekiyordu, kendi ordusuyla savaşması gerekiyordu. Dünyanın iki süper gücü de karşısındayken yıkılmaması gerekiyordu. Güçlü duracaktı, çünkü babası da böyle yapardı.
Bu… Muhteşem bir öykü. Sanki ödüllü uluslararası bir öykü kitabını okuyor gibi hissettim. Profesyonelceydi. Filmvari sahneleri ve tasvirleri başarılıydı ama daha çok öne çıkan kurgusuydu tabii,
Spoilerlı tepki
Buradaki plot twist’te “Vay!” çektim ve dehşete düştüm. Çok iyi fikirdi.
Emeğinize sağlık.
Merhaba, güzel yorumunuz için çok teşekkürler. Böyle yorumlar beni yazma konusunda motive ediyor