Öykü

Sarpa Saran Ütopya ya da 100. Bölüm

Seslerini hâlâ duyabiliyor. Tanıdık bir kadın sesi sitem ediyor:

“Söylemiştim, ben söylemiştim. Fazla naifti. Programın kişilik envanterinin düzeltilmesi şart.”

“Bir de senin saçmalamanı çekemeyeceğim, şuraya bak her yer battı. Kumandan bunu görürse ne olur onu düşün asıl.”

Kadın yineliyor:

“Fazla naifti işte. Sanatçı kadroları dışarıdakilere açılırsa böyle olur. Şimdi bu rezaleti…”

Ses gitgide alçalıp yerini kafasının içinde yankılanan kendi nabız sesine bırakıyor. Karo kaplı döşemenin bulanık görüntüsü aralıklarla gidip geliyor. Duyuları kapanırken artık acı hissetmiyor.

Ve nihayet her şey kararıyor. Yine…

 Dört gün önce…

Başında inanılmaz bir ağrıyla gözlerini gri bulutların altında sallanan kara yapraklı dalların görüntüsüne açtı. Hatırladı… Kaçarken düşmüştü. Elini kafasının arkasında sızlayan yere götürdüğünde hissettiği yapışkan ıslaklık şaşırtıcı sayılmazdı. “Hayret!” diye düşündü, “Ölmemişim.” ve bu bekleneceği gibi iyi bir haber değildi. Dikkatle ayağa kalkınca karşısındaki ağacın gövdesinde kurşunlar gördü. Ağaçla bir olmuşlardı şimdi, kimse sonradan gelip saplandıklarını söyleyemezdi. Sahi ne kadar olmuştu kurşunlar ağacı bulalı? Cebinden saatini çıkardı. Kırılmıştı. Dandik şeyi zinciriyle birlikte avucuna toplayıp hırsla yere fırlattı. Yiyecek bir şeyler bulması şarttı. Günlerdir çalılardan topladığı yemişler dışında midesine bir şey girmemişti. Neyse ki matarası dolu olmalıydı, kemerine takılı metal kopçasından çıkarıp kontrol etti ki o da azalmış. Derin bir nefes alıp guruldayan karnını düşünmemeye çalışarak yürümeye koyuldu. Bu bölüm ne kadar uzun sürmüştü böyle… Ağaçların yosunlu tarafının tersine yürüyerek illaki deniz kenarına ya da bir yerleşim merkezine çıkması lazımdı. Sürekli teyakkuzdaydı, “En kötüsü sakatlanmak olurdu.” diye düşündü. Hava artık kararmaya yüz tutmuşken bir kaç yüz metre ilerisinde bir hareketlilik fark etti. Hemen yere çömeldi. Mümkün olduğunca aşağıdan ilerleyerek ve ses çıkarmadan hareket edenin ne olduğunu görmeye çalıştı. Tam o anda deniz tuzuyla karışık barut kokan uğursuz bir rüzgâr kulağına inilti sesleri taşıdı. Biraz cesaretlenmişti. Demek vahşi bir hayvan veya düşman askeri bile olsa hışırtıyı çıkaran yaralıydı. Hareketlerini hızlandırdı. Sonunda görüş alanına girdiğinde bacağını elindeki kirli paçavrayla sarmaya çalışan yaralıyı gördü. Kıvrılarak yanına gelen kan izinden çalıların arasına sürünerek girdiği anlaşılıyordu. Üniforması kendisininkinden farklı renkteki asker parçalanmış bacağıyla o kadar meşguldü ki yaklaştığını fark etmemişti bile. Refleksle gelen yardıma koşma güdüsünü bastırıp geri gitmeye yeltendi. Acaba yaralı adam gerçek biri miydi? Şimdiye kadar hiç yaralı bir karakterle karşılaşmamıştı. Başlangıçta üzerinde bulduğu silahı, kurşunlarını denk geldiği ilk çatışmada rastgele ateş ederek harcadıktan sonra attığına pişman oldu. Yaralı adama yaklaşırken onun kendisini vurmasını engellemek için bir tehdit olarak o silahı kullanabilirdi şimdi. Durumun absürtlüğü bir an kafasına dank etti; potansiyel katiline yardım etme çabasındaydı. İster istemez önceki bölümü hatırladı. Büyük İstanbul depremi sırasında tanık oldukları aklına geldi ve ister istemez “İnsanın kurtarmak için muktedir olduğu aynı kuvvet şimdi öldürmek için var.” diye düşündü. Savaşmak absürttü. Çok acıkmış ve üşüyordu, başı ağrıyordu, yılgınlıkla uzaklaşmak için hamle yaptı. En kötüsü sakatlanmak olurdu. Sonra bir anda üzerinde düşünmeden ayağa fırladı. Ellerini barış ilanıyla yukarı kaldırıp yerde kıvranan adama doğru yaklaştı. Birkaç adım atmıştı ki fark edildi. Göz göze geldiler. Bir anlık dehşetli bakıştan sonra yaralı adam önüne dönüp kemerinden bir şeyler çekiştirmeye başladı. Silahı olmalıydı… Ayaktaki bunun üzerine hızla hamle yaptı, amacı silahını çıkaramadan diğerini tutmaktı ama çok geç kalmıştı. Silahın namlusunun siyah boşluğuyla göz gözeydi bu kez. Katbekat yavaşlatılmış bir salise içerisinde ateşlenen namlu, kulaklarında patlayan sese eşlikçi onu yüzünden itip sırtüstü düşüren darbe ve nihayet, perde! Her şey karardı. İşte yine ölmüştü.

* * *

Uzun zaman önce yatırıldığını anımsadığı jöle havuzunda gözlerini açtı. Tarihi kesin olarak bilmesi mümkün değildi. Onlarca farklı zaman/yerde ve senaryoda bulunmuştu, bazılarında saati takip etmesine imkan olmamıştı veya zaman kavramı olmayan bölümler geçmişti. Üzerine bir yüz eğilmiş ona bakıyordu. Önce buğuluydu, yalnızca bir insan olduğu seçilebiliyordu. Görüşü giderek netleşirken burnundan kulaklarına doğru bir rüzgâr aktığını hissetti. Yüzün hemen yanından uzanan bir el göz çukurlarını ve yüzünü ovalayınca görüşü netleşti. Ona eğilen cinsiyetsiz ve çok ama çok güzel biriydi. Alnından kendine doğru sarkan bukleleri sıcak çöl kumlarının rengindeydi. Şakaklarına uzanan kaşlarıyla gözleri arasındaki açıya sahip birini daha önce görmemişti. Burun delikleri ve dudaklarının paralel kıvrımı ifadesine yumuşaklık veriyordu. Kendine ismiyle hitap etmemiş olsa bir simülasyon abartma hatası sanacağı kadar muhteşemdi. Diğer taraftan başka hiçbir bölüm böyle başlamamıştı. İlk başladığı yerde ve… Beklenerek…

Kulaklarındaki doluluk son bulur bulmaz güzel yüzün dudakları büzüldü: “Hoş geldin.”

Sesin iniş çıkışlı ahengi onu gerçek akışa geri döndüğüne derhal inandırmıştı. Arkada yankılanan tekdüze, metalik anons inancını tasdiklemek istercesine durmaksızın tekrarlıyordu:

“Simülasyon Anamnesis 628496 sona erdi. Simülasyon Anamnesis 628496 sona erdi.”

Yattığı yerden göremediği başka birisi konuştu:

“Harikaydın dostum.”

Şaşırmıştı.

“Ne? Ben mi? Durmadan kaybettim.”

“Başarılı olmak her zaman kazanmak demek olmayabilir.”

Biraz doğrulunca sesin sahibini kontrol konsolunun arkasında yarı saydam ekranlardan kısmen seçebildi. Uzun boylu, koyu tenli biriydi.

“Yavaş ol, 43 gündür hareket etmedin.” diye uyardı başında duran bal rengi bukleli.

Bu inanılmazdı işte, en kısa süren okyanus bölümünde bile günler geçirmiş gibiydi.

“Yardım etmek istemiştim. Gerçek biridir belki dedim. ” diye geveledi. Aklı hâlâ uyanmadan öncesindeydi.

Konsolun arkasındaki “O bendim.” dedi gülerek, “Yani kodunu ben yazdım. Son bir test için bir bölüm daha eklemek istemedik. Normların çoktan aradığımız profille örtüşüyordu.”

“Kaç bölüm kaldım?” diye sordu jölemsi hücre koruma sıvısıyla dolu modülün kenarına tutunarak kalkmaya çalışırken çırılçıplak olduğunu fark eden adam.

Tam 99 bölüm atlatmıştı. Kendine sorsalar aylardır bağlıydı. Neden başarılı olduğunu anlamasa da giyinip dinlenmesi için ona tahsis edilen süite giderken kiminle karşılaşsa tebrik almıştı. Böyle pohpohlanmaya alışık olmadığı gibi bilinci bağlıyken getirildiği bu tesiste herkesin nasıl olup da geçtiği simülasyonları ezbere bildiğini bilmiyordu. Kimi bedensiz oynadığı satranç bölümündeki hamleleri övüyor; bir diğeri avatarlı gladyatör oyununda mamuta vurduğu öldürücü darbenin taklidini yapıyordu. Başkası Hume’la laflamalarına atıfta bulunuyordu. Süitine vardığında zafer sarhoşluğuyla deviniyordu adeta. Simülasyonun içindeyken sormayı defalarca planladığı oradaki benliğinin karakter özelliklerinde değişiklik yapılıp yapılmadığı meselesi artık kafasını hiç kurcalamıyordu. Tabi hepsi katıksız, yüzde yüz, bizzat kendisi olmalıydı.

Bu ilginin peyderpey azalarak devam ettiği sonraki birkaç günde tesisin dışındaki dünyayı tanımaya başlamıştı. Üzümlerin toplanma zamanıydı misal, eskilerin dediğine göre bu yılki mahsül önceki yılların en iyisiydi. “Kusursuz genetiği yakaladık.” diyorlardı, “Artık yılda iki kez üzüm hasadı yapılabiliyor.” Bu iyi haberdi işte. Zaten her yeni haber aşağı yukarı bir gelişimden bahisti. Yedi Sürdürülebilir Şehir prototipi arasından sürdürülmekle kalmayıp büyüyen ve gelişen tek metropoldü, Terrestriya. Yaşayan rengarenk bir organizmaydı vaadedilmiş çamursuz topraklar ve üzerindekiler. Ne suyun, ne enerjinin, ne de eğlencenin kıt sayılabileceği tek bölgesi yoktu. Dışındayken hayal ettikleri içindeyken gördüklerinin yarısı etmezdi. Buraya gelmeden önceki tüm yaşamı vize için geçtiği simülasyonlardan biriymiş gibi hissediyordu neredeyse.

Gelişinin üçüncü gününde, Karşılama Töreni’nde giyeceklerini getiren hizmetli, yerde duran şişeye takılıp düşerken boğuk bir çığlık atmasa dikkatini hiç çekmezdi. Ayağa kalkmasına yardım etmek istemesi üzerine hizmetli telaşlanmıştı. Tek kelime etmeden aceleyle çıkmaya yeltenmişti. Burada gördüğü diğer herkesten bodur ve çelimsiz biriydi. Bacakları öyle kısaydı ki hemen hemen kollarından farkı yoktu. Çıkmadan önce kendisine bakılıp bakılmadığını kontrol etmek ister gibi yuvarlacık omzunun üzerinden çabucak bir bakış atıp bir an sonra kapanan kapının arkasında kaldı.

Tören açılışı o güne kadar gördüğü her şeyden daha şaşaalıydı. Şehrin en yüksek tepesinin üzerinde sütunlarla yerden 40-50 metre yukarıda tutulan tavan gökkuşağının tüm renklerini en zarif fresklerde taşıyordu. Şehrin eski vatandaşları çevrelerini sarmış onlara kokulu çiçekler atıyorlardı. Ayaklarının dibine lavanta, reyhan, papatya yapraklarından bir halı yayılmıştı. Tezahüratlar bile kafiyeliydi. Ardından Kumandan saatler boyu eksilmeyen enerjisiyle hayat boyu vizeleri onanan Yeni Gelenler’le tanışıp madalyonlarını takdim etti. Bu sırada dün odasında gördüğü grotesk hizmetli ara ara Kumandan’ın yanında beliriyor, belli ki ona bir şeyler getiriyordu. Boynuna oturan parlak kolye, baştan ayağa üzerinde zarif görünen tek ayrıntıydı. Uçsuz bucaksız bir deniz manzarasının ortasında salınan apak bir teknede dikilen kara insan figürü gibiydi. Eğreti ve uygunsuz. Öyle çirkindi ki ona bakmak bile istemiyordu insan. Kendisi de bunun bilincinde olacak, göz göze geldiklerinde şaşırıp panikle kafasını bir daha kaldırmaksızın önüne eğdi.

Kutlamalar gün boyu sürmüş, mideye indirdiği çeşit çeşit leziz mezeler ve enfes pastırmaların yanında içtiği şişe şişe kavunlu romla iyice tembelleşmişti. Burada tüm yediklerinin, özellikle etin tadı tarifsizdi. Biraz dinlenmek için kalabalıktan kaçıp meyve bahçelerinde asılı hamaklardan birine yerleşti. Kısacık bir an buraya gelmeden çektiği binbir çile aklına geldi. “İnsan hedefine gerçekten ulaştığında neden ulaşmak için çabalarken olacağını umduğu kadar mutlu olamaz ki?” diye geçirdi içinden, istemeden. Tam o sırada bahçeden gelen sesler onu münasebetsiz düşüncelerinden kopardı. Kimdi bu şimdi burada? Herkes kutlamalardaydı. Önce boş verip arkasına yaslanarak mavi göğün altındaki yeşil yaprakların dansını izlemeye geri döndü. Bir an sonraysa merakı onu ele geçirmişti. Yavaşça doğrulup kalktı, uzaklaşan hışırtıyı takip etmeye başladı. Yine aynı küçük hizmetliydi bu. Ağaçlardan elma toplayıp elindeki bohçaya benzer bir şeye dolduruyordu. Bohça iyice dolunca tek omzunun altından boynuna bağladı ve çömelerek yürümeye başladı. Korkak halleri, nedenine dair merakın yanında görüntüsüne rağmen şefkat uyandırıyordu. Biraz sonra hayretle çömelmemiş olduğunu, dört ayağının üzerinde ilerlediğini fark etti. Bahçeden çıkmaya yakın bir ara durup etrafına bakındı, ardından hızla çitlerden dışarı fırlayıp açık araziye doğru saptı. Ağaçların kamuflajı kaybolduğundan peşinden uzunca bir mesafeyi koruyarak gitmek gerekti. Neyse ki akşamüzeriydi, etraf şimdi kızıl göğün altında alaca karanlıktı. Şehrin sokaklarına girmeden, mahallelerin etrafından dolanıp telle çevrili büyük bir tesise geldiler. Hizmetlinin içeri girmek için kullandığı tellerin altına kazılmış çukurun küçüklüğü takipçisinin geçmesine engel olamasa da yepyeni tören üniformasına mal olmuştu. Sırtında koca bir yırtık vardı şimdi. Bunun için kaygılanmayı sonraya bırakıp hizmetlinin girdiği büyük binaya doğru seğirtti. Hava artık iyice kararmıştı. Aralık bırakılmış yan kapıdan içeri süzülürken binanın alüminyum çatısının altına asılmış koca tabelada kırmızı harflerle “Mezbaha” yazdığını görmemişti bile.

* * *

İçeriye girmesiyle süitinde hizmetliden duyduğu boğuk çığlığın koro halinde yüzlercesinin kulağına çalınması ve binanın tüm ışıklarının açılıp görevlilerin yanına doluşması arasında on dakika bile geçmemişti. Yaklaşık on dakika nelerin olup bittiğini anlamasına yetmişti. Telaşla etrafına doluşan görevliler mesafelerini koruyarak “Durun!” diyorlardı, “Buraya girmeniz için izniniz olması gerekir.”, “İzninizi görebilir miyim?”, “Eğer hemen buradan çıkmazsanız Yeni Gelenler’den sorumlu memuru çağırmak zorundayım.”, “Lütfen durun! Oraya giremezsiniz.”, “Bari bone takın rica ederim! Orada et kesimi steril yapılıyor.”

Çok geçmeden Simülasyon Tesisi’nden tanıdığı dört kişi de görevlilere katıldı, aralarında biri uyandırıldığında onu karşılayan, çöl rengi bukleleri olandı. O gördüklerini anlattıkça bıkkın bir ifadeyle büyük sabır gösterirmiş gibi dinledi. Sonunda omuzlarını silkerek verdiği cevap karşısındakini şoke etmeye yetti:

“Et yemek zorunda değilsin.”

“Ama bunlar insan!” diye bağırdı şoktaki adam.

Diğerleri gülüştüler.

“Yapma lütfen.” dedi aralarından biri. “Konuşamıyorlar bile.”

Adamın dehşet içinde olduğunu fark edip ciddileşen bukleli:

“Daha önce görmemiş olduğundan sana böyle geliyor. Onları biz yaptık. Ataları çaprazlamayla laboratuvarda üretildi. Bir amaç için… Besin değerlerini görmelisin.”

“Ama onların insan yüzleri var. Baksana…” Arkasında hapsedildikleri kafesi işaret etti. “Hem Komutan’ın yanında gördüğüm arkadaşlarına elma toplayıp getirdi. Belli ki birbirlerini kolluyorlar. Hissediyorlar.”

Mezbahanın görevlilerinden birinin kızgın sesi duyuldu:

“Ah! Bobi, gel buraya çabuk! Kesilmeden önce üç gün beslenmemeliler.”

Küçük hizmetli saklandığı yerden çıkıp bağıran görevlinin yanına geldi. Kafasına aldığı şaplakla görevlinin ayaklarının dibine kapaklandı, darbenin şiddetinden çok korkudan dolayı…

“Bobi laftan anlamıyor. Bobi kötü çocuk!” derken işaret parmağını yerde kıvranana sallıyordu tepesindeki.

Bukleli uzanıp bu görüntü karşısında tiksintiyle katılaşmış adamın koluna dokundu,

“Hadi, artık kutlamalara dönelim. Bunları sonra konuşuruz.”

“Hayır!”, diye karşılık verdi adam. Kolunu hırsla çekti, “Ben bu pisliğe ortak olmak istemiyorum. Dışarıdaki hayatıma geri dönmek istiyorum.”

“Dışarısı dediğin rezillikte insanlar… Gerçek insanlar, masumlar öldürülüyor. Her gün suç işleniyor.”

“Biz birbirimizi kesip yemiyoruz! Dışarıdaki savaş en azından eşitler arasında.”

Bukleli başını arkaya atarak sinirli bir kahkaha attı, “Eşitler mi? Saçmalama lütfen. Sınıf farklarının zalimliğine ne demeli? Terrestriya’ya kadar böyle bir eşitlik hayal bile edilemezdi. Dönmek istediğin yerin idealleri bile çarpık. Sen Devlet’i hiç okumadın mı?”

“Platon’un ardından yazılmış başka şeyler de okudum ben. Daha insanca şeyler! Bırakın çıkayım.”

Karşısındaki güzel yüz düşünceliydi şimdi, “Üzgünüm, ama sen de biliyorsun dönebileceğin bir yer yok… Vatandaşlık Anlaşması’nı çoktan imzaladın. Yalnızca simülasyonlar…”

Adamın sessizliğinden cesaret alıp devam etti:

“Aslında bu bir sürprizdi ama istersen gel, atölyene gidelim ha? Seni bekleyen hayatı iyice tanımadan acele karar verme. Hem yeni bölümler yıllar sürebilir. Sonunda da zaten ikna olursun. Şimdi ya benimle şehre dön ya da tek başına jöleli dediğin simülasyon modülüne.”

Tehdidin ciddiyetine rağmen karşısındakiler gibi vicdansızlığa alışmaya adapte olmak istemiyordu. Vaadedilen, uğruna yok olmayı göze aldığı, tamamlanmış bir düzendi. Sonunda karşılaştığı acımasız dünya tamamlanmaya yaklaşmış dahi sayılmazdı. Göze aldıkları bakiydi, karşısında kendisine gülümseyerek elini uzatmış rüya gibi figüre arkasını dönüp kafeslere doğru atıldı. Kilidi açtığı anda kapı tüm kütlesini bir çuval gibi geriye savurup kafese yapıştırdı. Darbenin sırtında patladığını ve keskin bir karıncalanmaya neden olduğunu hissetti. Olduğu yere çakılmıştı. Kafasını öne eğdiğindeyse gördüğü şey o kadar anlamsızdı ki sonsuzluk gibi geçmeyen bir an hiç bir şey düşünemedi bile. Kafeslere bir şeyler asmak için kullanılan sabitlenebilir askılardan birinin sivri ucu göğsünden oluk oluk kanla birlikte dışarı taşıyordu.

Seslerini hâlâ duyabiliyor. Tanıdık bir kadın sesi sitem ediyor:

“Söylemiştim, ben söylemiştim. Fazla naifti. Programın kişilik envanterinin düzeltilmesi şart.”

“Bir de senin saçmalamanı çekemeyeceğim, şuraya bak her yer battı. Kumandan bunu görürse ne olur onu düşün asıl.”

Kadın yineliyor:

“Fazla naifti işte. Sanatçı kadroları dışarıdakilere açılırsa böyle olur. Şimdi bu rezaleti…”

Ses gitgide alçalıp yerini kafasının içinde yankılanan kendi nabız sesine bırakıyor. Karo kaplı döşemenin bulanık görüntüsü aralıklarla gidip geliyor. Duyuları kapanırken artık acı hissetmiyor.

Ve nihayet her şey kararıyor. Yine…