Öykü

Oğulluktan Sessizce Çekilmek

“Şiirimiz gül kurutur abiler

 

Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın

Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga’ya kaçan

Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu

Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir

 

Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”

-Ece Ayhan, Mor Külhani

 

Kılıç Adası’nın ev ile imalathane dışında kalan ve doğanın hüküm sürdüğü son yeri olan çimenlikte ileri geri yürüyen Veli Bey, “Bu çocuk en sonunda beni delirtecek!” diye bağırdı.

“Ona biraz zaman ver,” dedi karısı. “Kıbrıs Barış Harekatı etkisinden kolay kurtulunacak bir şey olmasa gerek.”

“Sanki askere gitmeden önce böyle değildi. Düzeleceğini bilsem beklerim ama yirmi bir yaşına geldi, hâlâ çocuk gibi davranıyor.”

“Oğlumuz bir savaş kahramanı. Madalyalarını gördün.”

“Madalyalar karın doyurmuyor ama… Döneli iki hafta oldu, beyefendi bizimle iki kelime konuşmayı çok görüyor. Lütfedip aile yemeklerine katılmayı da bırakır yakında…”

Kıyıda oturmuş Marmara’yı ve ilerde uzanan İstanbul’u seyreden kızı onlara seslendi. “Yeter artık!” Genç kadın ayağa kalkıp yanlarına yürüdü. “Baba sen gerçekten Zülfikar’ı mı umursuyorsun, yoksa kılıçların sahipsiz kalacak diye mi korkuyorsun?”

“Benim ailem seksen yıldır bu adada kılıç üretiyor. Zülfikar benim tek oğlum, eninde sonunda işin başına geçmesi gerek. Bütün sistemimiz, tesisimiz, bizim için çalışan onlarca usta… Hepsi başsız mı kalsın? Sen ablası değil misin kızım? Kardeşini yönlendirsene! Şu anda İstanbul’da kılıca her zamankinden fazla talep var. Yanımda olması lazım.”

Sahilde yürüyüş yapan Zülfikar yanlarında beliriverdi. “Sesiniz bütün adayı inletiyor, madem dedikodumu yapacaksınız bari fısıldamayı deneyin.”

“Vay vay vay, beyefendi uyanabilmişler. Akşam oldu neredeyse…”

“Baba benimle uğraşma ya. Zaten atış talimi yaptığım hedefleri atmış biri.”

“Ben attım. Bak, Amerika’da en hızlı silah çekeni ölçmüşler. 0.6 saniye… En hızlı bıçak çekip saplayanı ölçmüşler, 0.3 saniye… Yani bizim kılıçlarımız senin tabanca tüfeğinin iki katı daha hızlı.”

“Kıbrıs’ta da Rumların üzerine kılıçla koşsaydık bari… İstanbul kafayı yemiş, millet sokak ortasında birbirini öldürüyor. Sen de bundan kar etme derdindesin. Bakın hepinize söylüyorum, on seneye kılıcın esamisi okunmayacak. Beni ölmekte olan bir sektöre sokmayın.”

Veli Kılıç söylenerek eve doğru yürümeye başladı. Karısı da adamı sakinleştirmek için peşinden gidince Zülfikar, ablasıyla baş başa kaldı. “Gel buraya,” dedi genç kadın. Kardeşine sarıldı. “Savaştan döndüğünde ergenlikten çıkmış olursun diye umuyordum ama bakıyorum hâlâ anlaşılmayan asi gençsin.”

Zülfikar olduğu yere çöktü. “Adım bile bir kılıçtan geliyor… Ben gerçekten İstanbul’daki bu kılıç takıntısını anlamıyorum. Rumlar kılıç taşıyan birini görseler deli diye tımarhaneye tıkarlar. Hayır, neden yani? Ne alaka?”

“Sen şu Ertuğrul hikâyesini bilmiyor musun?”

“Sanki biz çocukken babam bir şeyler anlatmıştı.”

“1887 yılında Japon prensi İstanbul’u ziyaret etmiş. Sultan Abdülhamit de buna karşılık bir iade-i ziyaret yapılması gerektiğini düşünmüş. O zamanlar Osmanlı hem askeri hem de ekonomik olarak çökmekte olduğundan bu lüzumsuz işe ancak bir firkateyn tahsis edebilmişler. Ertuğrul Firkateyni padişahın hediyelerini Japonya’ya ulaştırmış ancak bütçesi yalnızca kısa bir süre orada konaklamaya yetmiş. Japonlardan yardım almayı da gururlarına yedirememişler ve dönüş için yola koyulmuşlar. Japonlar tam fırtına mevsimi olduğunu, bu yolculuğu başaramayacaklarını söylese de mürettebat dinlememiş. İlmini uzak diyarlara yaymak isteyen bir kılıç üstadı da gemiye binmiş. Ertuğrul fırtınalarla boğuşmuş, hava koşulları yüzünden nice badire atlatmış ama İstanbul’a ulaşmayı başarmış. Bu mucizeden çok etkilenen kılıç üstadı Müslüman olup şehirde bir kılıç okulu kurmuş. Onun öğrencileri de nesiller boyunca yeni okullarla sanatı yaymaya devam etmişler.”

“Bu yüzden mi karşıt görüşlü avına çıkmak isteyen herkes birer kılıç ediniyor? Aptalca… Acaba Ertuğrul Firkateyni’nin o fırtınalarla battığı, Japonya’dan ayrılamadığı bir paralel evren var mıdır? Orada yaşamak isterdim. Eminim o dünyanın insanları sokak ortasında birbirlerini öldürecek kadar delirmemiştir. Abla, kılıç saçmalığının başına sen geçsen de beni kurtarsan olmaz mı?”

“Sana yardımcı olmak istedim ama kadınlar kılıç işine karışamaz.”

“Neden?”

“Gelenek öyleymiş.”

“Tüküreyim geleneğe. İstemiyorum ya istemiyorum! Sevmiyorum kılıçları. Kaçıp gideceğim en sonunda.”

“Yapma böyle. Senin sıkıntın ne biliyor musun? Tıkıldın kaldın adaya. Kafanı dağıt biraz. Sık sık İstanbul’a git gel. Yeni bir çevre edin.”

“Babam izin vermez ki. Birkaç seferden sonra homurdanmaya başlar, bilmiyor musun? Muhtemelen beni ustalardan birinin kızıyla evlendirmeyi tasarlıyor. Kendi teknem olsa yapardım.”

“Yani başka bir yola ihtiyacın var.”

“Şu Japon bilgeliği suda yürümeyi öğretmiyorsa başka yol yok.”

“Öyle san… Sen Kıbrıs’tayken ben de boş durmadım, küçük bir araştırma yaptım.”

“Gene neyi araştırdın?”

“Kılıç üretmek için neden bu adanın seçildiğini.”

“Nedenmiş?”

“İstanbul’un altı tünellerle kaplı iddiasını duydun değil mi? Kimin başlattığı bilinmiyor ama binlerce yıldır her gelen hükümdar yeni dehlizler eklemiş.”

“Sanırım nereye varacağını anladım…”

“İstanbul’dan buraya açılan bir tünel var. Muhtemelen acil durumlarda kılıçları dehlizlerden taşıyabilmek için bu adayı seçtiler.”

“Peki kullandın mı tüneli?”

“Sence karanlık dehlizlerde gezebilecek kadar cesur bir kız mıyım?”

“Sanırım değilsin.”

“Ama girişini buldum. İstersen şansını deneyebilirsin. Tam da Kıbrıs gazisine yakışacak bir macera.”

“Tamam, yapacağım.”

Ablası, Zülfikar’ı tünelin girişine götürdü. Ağaçların arasında kayaların arkasına saklanmış bir yerdi burası. “İstanbul’a çıktığına emin misin?” diye sordu delikanlı.

“Eski belgelerden anladığım o ama Osmanlıcam hâlâ öğrenme seviyesinde.”

“Peki İstanbul’un neresine?”

“Ondan emin değilim. Muhtemelen Beşiktaş veya Fatih tarafları.”

“Epey uzun o zaman. Şimdi bir keşfedeyim de sonrası için bisiklet veya motor falan ayarlamaya çalışırız.”

Genç adam keşif gezisi için bir fener buldu, tüfeğini sırtına astı, ablasının hazırladığı erzakı yanına aldı ve tünelde yürümeye başladı. Antik Yunan mimarisini hatırlatan koridorlarda ilerledi. Yol dallandıkça pusulasına bakıp İstanbul’un yerini kestirmeye çalışıyor, sonra da hangi tarafı seçtiğini not alıyordu.

Kıbrıs gazisi saatlerce yürüdü. Uzun süre önce şehre ulaşmış olmalıydı. Gittikçe karmaşıklaşan, onu tarihin farklı dönemlerine sürükleyen ve iç içe giren dehlizler İstanbul’un altında bir labirentin yattığına işaret ediyordu.

Zülfikar havadar bir koridor bulunca çöküp erzakını atıştırdı. Yakın zamanda çıkışa ulaşamazsa geri dönmeyi planlıyor ancak Kılıç Adası’na giden yolu bulamayıp dehlizlerde çürümekten korkuyordu. Geniş bir salona ulaştığında yaşadığı şaşkınlık, zihnini kemiren endişenin önüne geçti. Onlarca metre derinliğinde bir kuyunun dibinde olmalıydı. Güneş ışığı ulaşılmaz bir noktadan sızıyordu ancak burası öyle tasarlanmıştı ki odanın her köşesi aydınlıktı.

Delikanlı salonun ortasına, bir havuzun üzerine yerleştirilmiş heykeli görünce Yerabatan Sarnıcı’ndaki ters Medusa kafasını anımadı. Zaten bu tünellerin oraya bağlandığına yemin edebilirdi. Zülfikar’ın bulduğu heykel, sarnıçtaki benzerinin aksine bedeni ve kellesiyle bir bütündü.

Zülfikar, nedense, Kıbrıs’ta yitirdiği silah arkadaşlarını hatırladı. Aslında salt bir hatırlama değildi bu, yoldaşlarını teker teker tekrar yitirmiş gibi hissetti. Dizlerinin bağı çözüldü ve yere devrildi. Kuyunun ötesine, mavi gökyüzüne baktı. Acaba neredeydi?

Genç adam sürünmek, emeklemek ve yürümek karışımı bir hareketle havuza yaklaşıp yüzüne su çarptı. Yansımasında bir tuhaflık vardı. Kendisini değil, babasını görüyordu. Yeniden heykele döndü. “Kimsin sen, bana ne yapıyorsun?”

Taştan kadın, hiçbir şey söylemeden ona bakıyordu. Konuşamaz, diye düşündü Zülfikar Kılıç. O bir heykel. Havuzun kenarlarına tutunarak ayağa kalktı, yuvarlak odanın içinde yürüdü. Girdiğinin dışında yol bulunmuyordu, belki de geriye dönüş zamanı gelmişti.

Zülfikar tavana baktı. Kuyunun ağzı çok yukarıdaydı ve tırmanabileceği bir şey göremiyordu. Heykele dokunmaya çalıştı ama ani bir baş ağrısı hissetti. Bu yer lanetli miydi? Bir zehirli gaz yatağına mı denk gelmişti? Yoksa havasızlıktan boğuluyor muydu?

Mantıklı düşünme yetisini yitiren Kıbrıs gazisi heykele sağlam bir yumruk çaktı. Taştan burun havuz suyuna düştü. Bir el uzanıp burnu aldı ve olması gereken yere yapıştırdı. Elin sahibi, vücudu ve suratı zırhla kaplı iki metrelik bir samuraydı. Cüssesinden beklenmeyecek bir zarafetle hareket ederken, “Hatıralara böyle davranmayız,” diye uyardı.

Zülfikar önce hayretle fark etti ki samuray, odayı keşfettiğinden beri yanındaydı. Sonra kendisine dehlizlerde yol gösterenin de samuray olduğunu hatırladı. Hatta bu çam yarması Kıbrıs’ta bile onunla birlikte savaşmış, defalarca canını kurtarmıştı. “Kimsin sen?” diye sordu.

“Ben, ailenin koruyucu ruhuyum.”

“Muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacaksın ama ben pek de o ailenin adamı sayılmam.”

“Hangi aileden bahsettiğimi söylemedim.”

“Bariz bir şekilde benim ailemden bahsediyorsun.”

“Senin ailense tam olarak o ailenin adamısındır.”

Zülfikar oflayıp puflayarak havuzun kenarına oturdu. “Kılıç işini sürdürmeyeceğim.”

“Sürdürmelisin. Bu senin kaderin.”

“Yardımcı olmak istiyorsan şuradan yukarı çıkmamı sağlayabilirsin.”

“Kaderin orada değil, Kılıç Adası’nda.”

“İstemem, kalsın. Acaba heykelin tepesine tırmansam?..”

“Yine de boyun yetmez.”

“Evet yetmez. Bu heykeli kim buraya koymuş ki?..”

Samuray cevap vermedi. Zülfikar onu itip geçti ve yeniden dehlizlere girdi. Eve dönmekten vaz geçmişti. Farklı bir yol seçip tekrar deneyecekken ailesinin koruyucu ruhu tam önünde belirdi. “Annen meraktan delirmiştir. Ablanı da zor durumda bırakıyorsun.”

“Kusura bakma koca oğlan, hayatımı babamın beklentilerine göre yaşamayacağım.”

“Sana bir şey göstermeme izin ver,” dedi samuray. Demirden elleri Zülfikar’ın şakaklarına yapıştı ve delikanlı için dünya karardı.

Zülfikar Kılıç, gözlerini açtığında dışarıdaydı. Beyoğlu’nda bir ara sokakta dikilmiş, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kendi yaşlarında birkaç oğlanın o tarafa doğru koştuğunu gördü. İçlerinden biri Zülfikar’a çarptı, “Ne dikiliyorsun be?!” diye bağırdı.

Yanındaki, arkadaşını uyardı. “Onu tanımadın mı? Zülfikar Kılıç bu!”

Zülfikar’a çıkışanın suratında dehşet ifadesi belirdi. “Affedersiniz, affedersiniz…” diye tekrarlayarak gitti.

Genç adam buna bir anlam veremeden başka bir grup daldı ara sokağa. En önden koşan, “Faşistler nerede?” diye bağırdı kılıcını sallayarak. Başka biri onu durdurup kulağına fısıldadı. Bunun üzerine adam kılıcını beline asıp “Özür dilerim Zülfikar Bey,” dedi. “Sizi tanıyamadık.” Onlar da geçip gittiler.

Zülfikar yürümeye başladı. Dakikalar sonra İstiklal Caddesi’nde buldu kendini. Herkes ona bakıyor, önünden geçtiği polisler yolunu değiştiriyordu. Bunun sırtındaki tüfekle ilgili olabileceğini düşündü ama tüfek orada değildi; fener, pusula veya erzak da… Kıyafeti bile değişmişti, temiz ama dağınık bir takım elbise giyiyordu. Belinde tabanca vardı. Bir dükkanın vitrinine yaklaşıp camdaki yansımasına baktı. Saçı sakalı birbirine karışmış, ona hırpani bir görünüm vermişti.

“Ne oluyor,” diye sordu aksine. Samuray, yansımasının ardında belirdi. Arkasına baktığında bulamadı onu, zahiri bir görüntüden ibaretti. “Bana saygı mı duyuyorlar?”

“Hayır. Senden korkuyorlar.”

“Birbirini kovalayan eşkıyalar bile mi? Hatta polisler bile mi?” Samuray başıyla onayladı. “İyi de neden?” diye sordu Zülfikar.

“Sen bir katilsin.”

“Onlar da öyle.”

“Ama sen İstanbul’u fethettin, hepsine boyun eğdirdin.”

“Neden bahsediyorsun? Burası İstanbul olamaz. Neredeyiz biz?”

“İstanbul’dayız. Sen şehre gidip gelmeye başladıktan birkaç sene sonrasında. Senin İstanbul’unda.”

“Nasıl oldu bu?”

“Kılıç üretme işinin ailene verilmiş olması ve insanlardan izole bir yaşamı tercih etmeniz tesadüf değil. Soyunun kılıç kullanmaya yatkınlığı var. Hatta sen bunun diğer silahlar için de geçerli olduğunu ispatladın. Sen yalnızca kılıç üretmiyorsun, kılıcın kendisisin. İstanbul’a gidersen kendini yeni bir savaşta bulacaksın. Kıbrıs’ta savaşı kazandınız ama karşılığında dostlarını yitirdin. Yine kazanacaksın ama çok şey kaybedeceksin ve en sonunda buna dönüşeceksin.”

“Saçmalık. Ya babamın dizinin dibinde oturacağım ya da herkesin korktuğu bir canavara dönüşeceğim öyle mi? Görürsün şimdi.” Zülfikar yüzünü İstiklal Caddesi’ne döndü. “Beyoğlu!” diye bağırdı. “Toplanın şöyle.” İnsanlar yaklaşıp onu dinlemeye başladılar. “Biliyorum, benden korkuyorsunuz ama artık buna gerek yok. Bundan sonra farklı biri olacağım. Yardıma ihtiyacınız olduğunda bana geleceksiniz.” Genç adam, sözleri bitince, insanları yarıp geçti ve gördüğü ilk ara sokağa girdi. Samuray karşıladı onu ve yeniden şakaklarından yakaladı.

Hâlâ aynı yerdeydi Zülfikar. Ancak bu defa duvar dibine çökmüş oturuyordu. Kıyafetleri pis ve yırtık pırtıktı. Kendi kokusundan iğrendi. Onu gören iki tane asker yaklaşıp “Ne yapıyorsun sen burada?” dediler. “Duymadın mı, ihtilal oldu. Sokağa çıkma yasağı var. Evine dön.”

Zülfikar, ailesinin koruyucu ruhuna baktı. “Senin evin yok,” dedi samuray.

“Benim evim yok.”

“Gel buraya,” dedi ilk asker. Onu tutup sürüklemeye başladı.

Diğer asker, “Ben bu adamı tanıyorum,” dedi. “Birkaç sene önce İstanbul’un en korkulan külhanbeyiydi. Şu haline bak, zavallı.”

“Çıkar beni buradan,” dedi Zülfikar. Kendini yeniden heykelli salonda buldu. “Neydi bu şimdi?”

“Senin geleceğin.”

“Gelecek belirli mi yani? Özgür irade yok mu?”

“Var elbet. Bunlar yaptığın seçimlerin sonuçları. Senin için en iyisi kaderini takip etmek. Sana bunu gösterdim.”

“Hayır. Sen bana neyi gösterdin biliyor musun? İstersem kendi başıma İstanbul’u fethedebilecek kadar kudretli olduğumu. Babamın adına, gücüne, parasına ihtiyacım yok. Bana dönüş yolunu göster. Pılımı pırtımı toplayacağım, ilk tekneye atlayıp Kılıç Adası’nı terk edeceğim. İstanbul’da yeni bir yaşam kuracağım kendime.”

“Bir canavara dönüşeceksin.”

“Özgür iradem olduğunu söyledin. İnsanların korkmadığı biri olmayı seçeceğim.”

“Hayır, korkulan biri olmayı seçeceksin.”

Yeraltındaki oda, yerini Yıldız Parkı’na bıraktı. Zülfikar ve Samuray bir bankta oturmuş etrafı seyrediyordu. “Sıkıldım,” dedi delikanlı. “Eve götür beni artık.”

“Onlara bak.”

Ruhun işaret ettiği yerde genç bir çift piknik yapıyordu. “Bu benim,” dedi Zülfikar. “Peki kız kim?”

“Değer verdiğin biri.”

Bir adam, piknik yapan çifte yaklaştı. “Zülfikar Kılıç sen misin?” Çimlerin üzerinde oturan Zülfikar, başıyla onayladı. Oldukça neşeli ve mutlu görünüyordu. Adam, belindeki kılıcı çekip tek hamlede genç kadının kafasını uçurdu. “Babana söyle, komünistlere kılıç satmaya devam ederse sırada sen varsın!”

Banktaki Zülfikar çığlık atarak ayağa fırladı. Ortada bank falan yoktu, dehlizlerdeydi hâlâ. “Kayıplar vereceksin,” dedi samuray. “Böyle bir zamanda yaşıyorsun. Sonunda da korkulan biri olmayı seçeceksin.”

“Sikerler,” diye bağırdı Zülfikar. “Savaş bana ne öğretti biliyor musun? Özsaygı insanın sahip olabileceği en büyük erdemdir. Sırf hayalet gibi bişi bana evden çıkmaya korkmamı söylüyor diye kendime olan saygımı kenara koyup babamın dizinin dibinde oturacak değilim. Sikerim kaderi. Şimdi bana bu tünellerden nasıl çıkacağımı göster ya da siktir git, kendim bulurum.”

Samuray yüzünü ekşitti. Daha doğrusu Zülfikar, onun yüzünü ekşittiğini düşündü. Ruhun suratı zırhtan bir maskenin arkasında olduğundan bu pek anlaşılmıyordu. “Beni takip et,” dedi Samuray. Ablasının uyuklayarak beklediği çıkışa ulaştıklarında gece olmuştu. Koruyucu ruh, geldiği gibi bir anda ortadan kayboldu.

Zülfikar Kılıç, sabahın erken saatlerinde Kılıç Adası’nı terk etti. Kimseyle vedalaşmadan gitti. Yatağının üstüne kısa bir not bıraktı. Beni öldü bilin, gerekirse bir mezar taşı dikin, üstüne de ‘kaderine boyun eğmedi’ yazın.

Ada’dan ayrılırken içine düştüğü melankoli hali, Kıbrıs’taki ilk günlerini hatırlatan bir maceracılık duygusuna bıraktı yerini. Yalnızca dakikalar süren bu değişim, yoldaşlarını kaybetmeden önce son anlarını yaşıyormuş gibi hissettirdi Zülfikar’a. İstanbul’a vardığında; martıların cirit attığı limanı, ezanları yeri göğü inleten camileri, bir adalıya okyanus gibi gözüken kalabalığı, şehrin rahatlatıcı havasına işlemiş binlerce yıllık medeniyeti gördüğünde tüm bu kötü düşünceleri geride bıraktı. Artık yalnızca yeni yaşamına odaklanacaktı.

Kalacak yeri yoktu, parası çok azdı, öldürmek dışında yeteneği, çocukluğundan beri imalathaneyi devralmak için yetiştirildiği için de bu konu dışında bilgisi yoktu. Yine de stres olmadı. Sakince limana yanaştı ve rahat rahat yürümeye başladı. Akşama kadar bir şeyler ayarlayacaktı.

Daha limandan çıkmadan gördüğü yüzlerce, binlerce suretten biri onda tuhaf bir nostalji duygusu uyandırdı. Yıldız Parkı’nda kellesinin çimenlere devrildiğini, kanının ağaçları suladığını görmüştü o kızın. Şimdi capcanlı karşısında duruyordu.

Ona baktığını fark etmeyen kız arkasını dönüp gidiyordu. Sevimli bir suratı, kibar bir yürüyüşü ve hoş bir havası vardı. Bir an ne yapacağını bilemeyen Zülfikar, koşup onu omzundan yakaladı. İrkildi kız. “Ne oluyor?” dedi.

“Kusura bakmayın,” dedi Zülfikar. Utanmıştı. Yabancılarla iletişim kurmaya alışkın değildi. Dört tarafı sularla kaplı bir kara parçasında büyümüştü o, yuvasından uzak kaldığı tek zamanda da bir sürü erkekle birlikte savaştaydı. “Sizi birine benzettim de…” Bu biraz yalandı. Gayet de gördüğü kızdı karşısındaki. Fakat, kafanın kesildiğine şahit oldum, diyemezdi ya… “Hiç Kılıç Adası’nda bulundunuz mu?”

“Hayır ama biliyorum orayı. Siz orada mı çalışıyorsunuz?”

Genç adam elini uzattı. “Ben Zülfikar Kılıç. Orada büyüdüm.”

Kız, onun elini sıktı. “Ece ben de.”

“Kusura bakmayın, rahatsız ettim.”

“Estağfurullah, ne rahatsızlığı. Aslında ailenizin ürettiği kılıçların hayranı sayılırım. Kahvaltı yaparken bana eşlik etmek ister misiniz?”

Simit aldılar, yerken muhabbet etmeye başladılar. Ece üniversite öğrencisiydi, o gün dersleri erken bitiyordu. Zülfikar yeni bir hayat kurmak için İstanbul’a gelmişti, burada kimseyi tanımıyor, hiçbir yeri bilmiyordu. Ece ona yardımcı olabileceğini söyledi, öğlen buluşmak için sözleştiler.

Genç adam, Ece’yi beklerken heyecanlıydı. Ellerinin terlemesinden anladı bunu. Savaşta bile terlemezdi elleri. Onu bekleyen annesi, her zaman arkasında duran ablası, babasının beklentileri, savaşta kaybettikleri gelmiyordu aklına. Yalnızca Ece’yi, yarım saatçik birlikte oturduğu üniversiteli kızı düşünebiliyordu. Bu iyi mi yoksa kötü mü emin olamadı. Durum buydu ama…

Akşama kadar şehirde dolaştılar. Zülfikar’a geçici olarak konaklayabileceği bir yer ayarladılar. O gece yatağına yattığında aşık olduğunu anlamıştı genç adam. Sabah limana gitti, teknesini bulup adaya döndü. Annesiyle ablasına sarıldı, babasının elini öptü. “Hata yaptım,” dedi. “Bundan sonra kaderimi yaşayacağım.”