Öykü

Nervel El Arap

Emniyetten savcılığına, bakanlıktan sosyal medyasına kadar herkesin müdahil olduğu on bir yaşındaki Nadia Sazbatan isimli kız çocuğunun ölümüne beş yıldır bir türlü açıklık getirilememişti. İstanbul emniyetinden cinayet büro komiseri Dörtcihar Yılmaz, başka bir şehirde cereyan etmiş bu olayı hem emniyet kayıtlarından hem de sosyal medyadan takip etmişti. Bir öyle bir böyle konuşan tanıklar yüzünden dava yılan hikâyesine dönmüştü. Olay ve kurbanın ismi sosyal medyada hiç gündemden düşmüyordu. Fakat örtbas edilmesi istenen bir şeyi açığa çıkarmaya ne canla başla çalışan emniyet güçlerinin ne de sosyal medyanın gücü yetiyordu.

Dörtcihar, Ankara cinayet büroda görev yapan dönem arkadaşı ve eski sevgilisi Alp Arslansever’le hâlâ arkadaştı. Alp, Nadia Saz Batan’ın ölümüyle ilgili soruşturmaya kasıtlı ya da kasıtsız cinayet ihtimalini tekrar araştırmak için dışarıdan atandı. Dörtcihar bunu öğrenince yerinde duramadı. Alp’e soruşturmada yardım etmek için amirinden izin istedi. Tez canlısın biliyorum ama her yere yetişemezsin Cihar, sen bu işe karışma, cevabını alınca senelik iznine çıktı. İzinliyken nerede ve kiminle olacağına da karışacak değillerdi ya!

İş arkadaşları ona Cihar diye hitap ediyorlardı, isminin hikâyesi de gayet sıkıcıydı. Yıllık izninden iki haftasını, arkadaşı Alp’e yardım edebilmek için harcamaya karar verdi. Alp, olayın tanıklarından birinin Güneydoğu Anadolu bölgesindeki illerden birinin İsimsiz isimli kasabasına gittiği haberini aldı. O kamyonetiyle Ankara’dan, Dörtcihar da motosikletiyle İstanbul’dan yola çıktılar. Cihar kaskının kulaklığından yol boyunca maNga şarkıları dinledi:

Sustu bu gece karardı yine ay / Kaldı geriye cevapsız sorular

Tuz Gölü civarında buluştular. Dörtcihar’ın motosikletini Alp’in kamyonetinin arkasına attılar. Soğuk bir Şubat sabaha karşısında İsimsiz kasabasına girip ilçenin tek caddesi üzerindeki -ilçeyle aynı adı taşıyan- tek oteline adım attıklarında saatler 02.24’ü gösteriyordu. Gecenin o saatinde, sırtında motosikletçi montu, kıpkırmızı rujlu dudakları, geriye yapıştırılmış kısacık civciv sarısı saçlarıyla içeri adım atan bir kadını görünce otelcinin gözleri yuvalarından uğradı. Kadının arkasından bir de adam geldiğini görünce direkt çemkirmeye başladı: Burası namuslu aile oteli, kimlik sormam lazım beyim! Polis her gece cirit atıyor buralarda! Sonra da olan bize oluyor!

Alp ani bir hareketle cebinden çıkardığı kimliği ve rozeti adamın gözüne soktu: Ankara cinayet bürodan Alp Arslansever. Bu da meslektaşım Dörtcihar Yılmaz. Bu gece cirit atacak polisler biziz. Şimdi siktirtme namuslu aile otelini de bize iki oda ayarla hemen!

Ci… Ci… Cinayet şube mi? Aman amirim ne demek? Emrinize amadeyim. Ama hayırdır? Buralarda kimse öyle bir şey…

Kes tıraşı da eşyalarımızı odaya taşıt!

Dörtcihar’ın gürlemesi üzerine otelci adam kekeleyerek ve eli ayağına dolaşarak elinin altındaki diyafona bağırdı: Kahveci! Cinayet büro amirlerime iki tane yorgunluk çayı getir. Onca yoldan gelmişler!

Otelci, kahveciye cakasını sattıktan sonra kapıda bekleyen elemanının ensesine vurarak içeri itti. Alsana lan amirlerimin çantalarını içeri hıyar! Bunlar böyledir amirim! Yabancı birileri geldi mi kasabaya, lâl olur konuşamazlar! Otelci genç elemanı azarlamaya devam ederken, Dörtcihar ve Alp suratlarında kocaman birer sırıtışla otelin dar merdivenlerini tırmandılar.

Odalarına yerleşmeleri saat üçü buldu. Dörtcihar mesleği gereği yattığı yeri asla yadırgamadan kendini patates çuvalı gibi yatağa atar ve uykuya dalardı. O gece aniden uyanıp gözlerini açtı. Ayağa kalkınca bir an başı döndü, sendeledi, tekrar yatağa çöktü. Saate baktı, 04.17 idi. Birden kendini odadan dışarı atmak, nefes almak istedi. Hemen giyindi. İyi de dışarı çıkıp ne yapacaktı? Ülkenin güneydoğusunda olmalarına rağmen hava buz gibiydi. Bu saatte nüfusu üç bini geçmeyen bir kasabada ne çay olurdu ne çorba! Odasının penceresinden bakınca sokak köpeklerinin bile gezmediği ama inle cinin top oynadığı caddede, otelin karşısındaki kahvehanenin ışıklarının yandığını gördü. Camlarının buğulanmış olmasından içeride soba yandığını ve çay kazanının kaynadığını anladı. Otelden çıktı, üç beş adımda kahvenin önüne vardı.

Kahveye girdi. Kahvehane, aşırı sigaradan duman altı olmuştu. Göz gözü görebilmeye başlayınca kahveciye bir çay söyledi. Kahveci ve kahve ahalisi içeri giren iri yarı kadına gözlerinin ucuyla şöyle bir bakıp önlerindeki oyun pişpirikse pişpiriğe, okeyse okeye, altmış altıysa altmış altıya devam ettiler. Sıcacık çayını yudumlarken en köşe masada oturmakta olanlar gözüne tanıdık geldi. Gözlerini kısıp bir daha baktı. Gördüklerine inansa mı inanmasa mı bilemedi.

Köşedeki masada Oğuz Atay, Victor Hugo, Dostoyevski ve Tolstoy okey oynuyorlardı. Pablo Neruda? diye sorarak içeri girdi dışarıdan biri. Buradayım Salvadorcuğum, sesime gel, diye bağırdı köşede tek başına fal bakan adam. Salvador mu? Dali mi Allende mi? diye sordu Dörtcihar şaşkın şaşkın. Allende tabii ki. Dali buraya takılmaz. Aşağı mahalledeki Ferdi Tayfur’un sabahçı kahvesine takılır o, dedi Pablo Neruda.

Burada film çekimi mi var? Kadraja girip bozmayayım sayın yönetmenim, diye güldü Dörtcihar. Film çekimi filan yok kızım, fiil çekimi var, dedi Tolstoy. Biz burada takılıyoruz, sen burada takılıyorsun, anlaşılan bu gece herkes burada takılıyor., diyerek güldü. İyi de… Siz…Siz… Siz hayatta değilsiniz ki… Hem hayatta olsanız bile burada… Bu kasabada… Nasıl bir araya geldiniz?

Kader diyemeyiz, biz kendimiz ettik, dedi Oğuz Atay. Ben Tutunabilenler diye bir roman yazdım. Tutulmadı. Victor, Sefa Sürenler diye bir roman yazdı. Sefasını süremedi. Dostoyevski Cezasız Suç’u yazdı. Çünkü bazı yerlerde her suç, işleyenin yanına kâr kalıyor. Tolstoy lafa girdi: Bana seçenek bırakmadılar, ben de Barış ve Barış diye bir roman yazdım. Zaten bizim ülkeyi işçiler yönetiyor. Romanov soyu denen fakir halk biraz eziliyor ama onlar da ölmeyecek kadar mutlular.

Tam o sırada kahveye tahtadan kolları, bacakları ve vücudu olan ama insan gibi hareket edebilen kısa pantolonlu uzun burunlu bir çocuk girdi. Cihar’ın yanına yanaştı. Beni Alp komiserim gönderdi Cihar komiserim, dedi Dörtcihar’a. Benimle gelmelisiniz. Seninle gelmek mi? Sen de kimsin? Ben Pinokyo’yum. İyi de sana nasıl inanayım ki? Konuştukça burnu uzayan yalancının tekisin sen. Burada yalancı değilim. Ve burnum da uzamıyor. Peki nereden bileyim seni Alp’in gönderdiğini? Bakın Alp komiserin el yazısıyla size yazdığı not. Hem sen bana neden Cihar diye seslendin? Sadece iş arkadaşlarım öyle derler bana, dedi Cihar. İşte yalancı olmadığımın kanıtı. İsminiz çok güzel. Sanırım anneniz ya da babanız tavlayı çok seviyordu, dedi Pinokyo. Evet, babam tavla şampiyonuydu. Ve hayatımda ilk defa ismimin anlamını ben açıklamadan tahmin eden birine denk geliyorum. İyi de Alp nerede? Neden kendisi gelmedi de seni yolladı? Kendisi tanıkla görüşmeye gitti, beni de siz yalnız kalmayın diye gönderdi.

Çaydan herhalde, diye düşündü Dörtcihar. Biraz demli gibiydi zaar. Bilmediğin memlekette bilmediğin bir kahvehanede tek başına çay mı içersin sen? Kim bilir hangi otları kattılar çaya ve ben Allah’ın unuttuğu bir kasabada bir kahvehanede Oğuz Atay’ı, Victor Hugo’yu, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u ve konuşan bir Pinokyo’yu gördüm? Halüsinojen maddeler deniyordu bunlara. Bir ara narkotikle ortaklaşa bir operasyon yürütmüşlerdi. Belki de otelci bi’ pislik yapmıştı. Elin tanımadığı adamına dördüncü cümlesinde küfretmişti Alp. Demek ki mimlemişlerdi onları otele girerken. Neyse. Dinleyecekti bakalım neler anlatacaktı şu burnu uzamayan Pinokyo?

Gelin beraber yürüyelim sizinle, dedi Pinokyo. Açılırsınız hem. Gözleriniz şeşi beş bakmaya başladı buradaki sigara dumanından. Kahveden çıkıp yürümeye başladılar. Kasabanın dışına çıktılar. Pinokyo ağır ağır anlatmaya başladı:

Bakın şurada Troçki, Marx, Lenin ve Stalin koyun çiftliği işletiyorlar. Koyunlardan et, süt ve yün elde edip pazarda satıyorlar. Kuzular, aralarından birinin bir zamanlar sadece su içtiği için kurttan zulüm gördüğü dereye baraj yaptırdılar. Böylece kuzuların sessizliği sona erdi. Artık onlar da kendilerini savunabiliyorlar. Kurt ve ailesini de barajın bakım işlerinde çalıştırıyorlar. Marilyn Monroe, Sophia Loren, Rita Hayworth, Brigitte Bardot da karşı çiftlikte sebze-meyve üretiyorlar. Dedikodulara göre koyun çiftliğindeki adamlarla sevgililermiş. Hangisi Marxist hangisi Leninist bilmiyorum. Zaten kadınlar güneşli günlerde ist’siz güneşleniyorlar.

Kocaman bir ağacın dibine oturmuş, elindeki gitarı tıngırdatmakta olan Ağustos böceğinin yanına geldiler. Eliyle sessiz olun işareti yaptı. Canlı yayındaydı. Pinokyo açıkladı. Ağustos böceği şarkılarından video yapıp çok para kazandı. Karınca aç biilaç Ağustos Böceği’nin kapısına geldi. Ağustos Böceği ona zırnık vermedi. Sen bana bir lokma verdin mi? Herkes çalışırken sen de çalışsaydın da kışlık yemeğini çıkarsaydın diyerek beni reddettin, dedi. Karınca buna itiraz etmeye kalktı. Ama sen çalışıp kazanmadın ki? Fenomen oldun, bedavadan para kazandın. Ağustos böceği, karıncaya cevap olarak, sen de yapaydın da para kazanaydın, senin elinden mi aldım canım, dedi ve tartışmayı bitirdi.

Az gidip uz giderken, dereyi geçip tepeye vardılar. Tepede bir şato ve arazi boyunca yüzlerce yel değirmeni vardı. Sanço Panza yelle oğlum mangalı, dedi oturduğu yerden bir ses. Nasıl yani, diye şaşırdı Dörtcihar. Don Kişot, siz misiniz? Ta kendisiyim Leydim. Ama ama… Yel değirmenleriyle savaşmanız gerekirken siz keyif mi çatıyorsunuz? Keyif çatmıyoruz, mangal yapıyoruz. Az ileride Ali Baba’nın bir çiftliği var. Çiftliğinde inekleri var. Mangalda öyle lezzetli oluyor ki sormayın. Buyur siz de tadına bakın Leydim. İyi de burada boş boş ne yapıyorsunuz? Değirmenlerimizi gözetliyoruz, dururlarsa müdahale ediyoruz. Neden? Rüzgâr enerjisinden elektrik üretip para kazanıyoruz da ondan.

Dörtcihar ve Pinokyo yürümeye devam ettiler. Gittikleri yolda Aymaz Aslan, Tınmaz Teneke Adam ve Korkmaz Korkuluk’la karşılaştılar. Siz de nereden çıktınız, dedi Cihar. Zümrüt Şehir’deki dükkânları kiraya verdik oradan geliyoruz, dediler. Dorothy uygun bir kiracı bulamadığı için o birkaç gün daha kalacak. Peki nereye gidiyorsunuz? Benim Tesla ile randevum var, dedi Korkmaz Korkuluk. Elektrik üretme konusunda bana danışacakları varmış. Oz Büyücüsü’nün bana verdiği o muhteşem beyin kapasitemle Nikola’ya yardım edeceğim. Ben de He-Man’in film çekimlerine gidiyorum, dedi Aymaz Arslan. He-Man’in kaplanı olan Titrek rolünü bana teklif ettiler. Biraz makyajla kaplana benzerim herhalde, diye de güldü. Tınmaz Teneke Adam, benim işim gücüm yok, ben kira paralarını ezmeye gidiyorum pavyona, dedi. Arkalarından koşarak gelen L. Frank Baum, çocuklar beni de bekleyin, diye bağırdı. Hadi baba acele et, dedi Teneke Adam. Behzat Ç. gelip ön masayı kapmadan pavyona yetişelim.

Yolun kenarına kurulmuş kocaman bir tekstil fabrikasının önünden geçtiler. Dörtcihar tabelada yazılanı okudu: PAMUK PRENSES VE 777 CÜCELER TEKSTİL

Pamuk Prenses yedi cücelerin yanına 770 cüce daha katıp işçi olarak çalıştırdığı kocaman bir tekstil fabrikası kurdu, diye anlattı Pinokyo. Her türlü dünya markasına tişört üretiyorlardı. Çok ucuza üretip pahalıya satıyorlardı. O markalar da lüks AVM’lerde daha pahalıya satıyorlardı. İşler tıkırındaydı. İyi de yazık değil mi cücelere? Onlar senin için neler yaptılar? diye sızlandı Cihar Pamuk Prenses’i kapıda sigara içerken görünce. Yoo, neden yazık olsun ki? Asgarin ücretin yarısına razılar. Sigortalarını da on beş günlük yatırıyorum. Buna karşılık yemeleri içmeleri benden. Alan razı satan razı şekerim!

Gide gide kapısında kırmızı fener asılı bir binanın önüne geldiler. Sindirella, Uyuyan Güzel, Küçük Deniz Kızı ve Rapunzel, minnacık kırmızı kombinezonları, siyah jartiyerleri ve topuklu ayakkabıları ile müşteri bekliyorlardı. Ama… Ama… Beyaz atlı prensler, balkabağından arabalar, öpücüklerle uyanmalar, saçlarını kuleden sarkıtmalara ne oldu, diye soruverdi Dörtcihar. Hem şaşırmış hem üzülmüştü. Geç bunları, anan babam, geç, geç bunları bir kalem, biliriz biz yaptığımızı, dedi Rapunzel. Hepimiz güpgüzel kadınlarız. Ne bekleyeceğiz prens mrens? Gözlerimizi kaparız, vazifemizi yaparız değil mi arkadaşlar? O sırada elinde bir tomar banknotu sayarak bembeyaz bir kuğu çıktı geldi, lafa karıştı: Hem prens olmakla karın doymuyor artık değil mi kızlar? Çirkin ördek yavrusuydum, büyüyünce kuğu olacağıma bu kızların hamisi oldum. Mantıklı değil mi?

Dörtcihar, yolun ilerisindeki ormanın kıyısında bir tabela daha gördü. ROBİN HOOD TATİL KÖYÜ. İyi de burası neresi? Sherwood Ormanı tatlım, diye cevap verdi Robin Hood. Ormanı imara açtırdım. Bir tarafına golf sahaları, bir tarafına tatil köyü yaptırdım. Tepeyi de yapay bir fanus içine aldırıp yapay kar attırarak kayak pisti yaptırdım. Fakirden alıp zengine verdim, zenginden alıp yine zengine verdim. Herkes mutlu.

Yürümeye devam ettikçe Pinokyo da anlatmaya devam etti. Romeo ve Juliet içinden geçtiğimiz bu kasabada rehabilitasyon merkezi açtılar. Birinin aşkından ölmek isteyenleri, intihar edenleri, çok âşık olup da aşkına karşılık bulamayanları hayata kazandırıyorlar. Selam Pinokyo! Diyerek karşıladı Cihar ve Pinokyo’yu Romeo. Bir insan gözü yüzünden 100 gün art arda uyumamayı yasakladık, dedi. İyi de Yılmaz Erdoğan’a ayıp olmadı mı, dedi Cihar. Yoo, dedi Juliet. O da bizimle çalışıyor. ‘Şimdi sen gidiyorsun ya, cehennemin ta dibine git’ isimli bir panel düzenliyor her ay. Ayrılık kolay artık, günlerim yalnız seni aramakla geçmiyor diye bir şarkı söyledi İbrahim Tatlıses. Sizin anlayacağınız aşk acısı çekmek yasak buralarda.

Yollarının üzerinde Hansel ile Gretel’in, kötü kalpli cadının kurabiye, pasta ve şekerlemeden yapılmış evinden ilham alarak ormanda yaptırdıkları minik evler vardı. Çocuklar bu evlere gelip doğum günleri kutlarken patlayıncaya kadar yiyorlar, sonrasında ise obezite tedavisine gidiyorlar, dedi Pinokyo.

Alice, yetişkinler için bir eğlence mekânı açmış, ismine de XXXONDERLAND koymuştu. Önünden geçtiler ama ikisi de içeri girmeye niyetlenmediler.

Az ileride kaplumbağa çocuklar için go-kart pisti açmış, tavşanı da başına müdür yapmıştı. Pinokyo kaplumbağa ile selamlaştı. Cihar’ın artık diyecek sözü kalmamıştı.

Ve bütün bu gördüğün dereler tepeler dağlar ovalar İnce Memed’e ait, dedi Pinokyo. Hatçe’den bir oğlu oldu denmişti ama aslında geçtiği her köyde, sığındığı her dağda bir kadını oldu Memed’in. Hatçe’den olma İnce Memed Jr. da dahil olmak üzere toplam 12 oğlu vardı. Oğullarının yardımıyla tüm bu toprakları Abdi Ağa’nın elinden aldı ve kendi borusunu öttürmeye başladı. Ticarethanelerden haraç toplayarak, köylüden kafasına göre elli elli vergi keserek bir eli yağda bir eli balda yaşamaya başladı. Mağdur edebiyatı bitince, zalimin hükümranlığı başladı desene, dedi Cihar üzgün üzgün.

O kadar çok yürüdüler ki önlerine çıkan su yolunu kocaman bir adımla geçip Afrika kıtasına çıktılar. Şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açılmış halde, iyi de nasıl yaptık bunu biz, dedi Cihar. Anlatacağım sabret, dedi Pinokyo.

Afrika kıtası tüm altın, elmas ve petrollerini kendisi için çıkardı ve harcadı. Afrikalılar dünyanın en zengin kıtasının bu kadar sıcak olmasından bıkıp kıtayı Süveyş kanalından itibaren anakaradan kopardılar. Portekiz’in Roca Burnu ile New York Limanı arasına yerleştirdiler. Böylece çöllerin yerine ormanlara ve devasa verimli topraklara kavuşan Afrikalılar, beyaz ırktan insanları kendilerine köle yaptılar. Futbol, voleybol ve basketbol başta olmak üzere tüm spor dallarında kendi üstünlüklerini ilan ettiler. Güney Amerika ülkeleri ile yaptıkları futbol turnuvalarında bir türlü yenişemeyince olayı festival haline çevirip herkesi sokağa döktüler. Adına da Adam Nasıl Top ÇeviRİO Karnavalı koydular. Bak Pelé, Maradona, Messi, Ronaldinho ve Ronaldo az ilerde top çeviriyorlar.

Kızılderililer, sallarla Afrika kıtasına çıkıp kıtayı batıdan doğuya geçen tren yolunu kullanarak Avrupa kıtasını işgal ettiler. Sonra da kendi kıtalarına gidip yeni bir kıta keşfettik dediler. Asya’dan gelen halklar ve Kızılderililer, Avrupa’nın ortalarında bir yerlerinde çarpıştılar. Sonra Berlin adını verdikleri şehrin tam ortasından geçen ve kıtayı kuzeyden güneye bölen bir duvar örerek savaşı önlediler.

Asya’dan gelen halklar, Bâlâ Hatunlu İmparatorluğu’nu kurdular. Avrupa’daki Viyana şehrinin kapılarına dayanıp kuzeyden güneye inen bu Berlin duvarını yıkmak istediler. Hezarfen Ahmet Çelebi isimli antreprenör kişi, orduyu duvarın üzerinden uçurmayı teklif etti. Fakat Orta Avrupa’daki Kızılderili baskısından bıkan ve Bâlâ Hatunlulara iltica eden Einstein isimli bilim adamı atomu parçaladı. İbni Sina parçalanmış atomun gücünden faydalanıp bomba yapınca Bâlâ Hatunlular, Avrupa’nın tam ortasındaki duvarı yıkmakla kalmadılar, tamamı Kızılderili şeflerine tapan Avrupa’ya kendi inanışları olan Şamanizm’i dayattılar.

Afrika önünden çekilince çöllerinden bıkan Arap Yarımadası da Fırat Nehri’nde itibaren Asya’dan ayrıldı ve gelip Sicilya adası ve Mora Yarımadası açıklarına park etti. İşçi-çiftçi-köylü insanlar kendi topraklarının zenginliğini kendi yönetip, kendi şehir-devletlerini oluşturdukları için ülkeleri firavunlar yönetmedi. Firavunlar olmayınca da firavunundan kurtarılacak halklar ve kutsal toprak denebilecek herhangi bir şehir oluşmadı. Bu yüzden birileri çıkıp Kızıldeniz’i yararak kimseyi kurtarmadı keza, ortada yarılacak Kızıldeniz de kalmadı, kutsal şehirler ve o şehirlere mescit yapma işi de aksadı. Tüm bu zengin ve refah içinde atalarının çalışıp kurduğu sistem üzerinden faydalanarak hiçbir şey yapmadan yaşayan bir nesil oluştu.

Biz neredeyiz, diye sordu Dörtcihar Pinokyo’ya. Nervel el Arap’tayız, dedi Pinokyo. Demek buralar da Araplara satıldı. Tahmin etmeliydim, dedi Cihar. Hayır, buralar kimseye satılmadı. Lütfen daha dikkatli okur musunuz?

Cihar’ın gördüğü kadarıyla bilimsel ya da teknolojik hiçbir yenilik yoktu. Tekerlek, ateş ve barutun icadından bu yana aynı seviyedelerdi. Doğan doğduğu yerde yaşıyor, ölen öldüğü yerde kalıyordu. Öldürülürse bile kimse dönüp bakmıyordu. Yaşayanlar dogmatik şeylere inanmadıkları için ölenler için de bir ritüel akıllarına gelmiyordu. Artık savaşmadıkları için ordu, suç işlenmesine rağmen suçlu nedir bilmedikleri için polis yoktu. Dörtcihar kendi kendine söylendi: Paralel evreni hiç böyle hayal etmemiştim. Tüm kuantum zıplamalar, uçan arabalar, ay kolonileri, zamanın göreceliliği, interstaller’lar, inception’lar filan hep bilimsiz kurgu ve hüsnükuruntu muydu yani?

Otostopçunun Paralel Evren Rehberi’ni yazamadım henüz. Belki siz yazarsınız, dedi bir ses. Douglas Adams? Ta kendisiyim. Buralarda kitap yazarak para kazanılmıyor. Tolstoy ve Dostoyevski’nin okey oynadığı bir evrende ben de Evrenbucks isimli kahve dükkânı açtım. Size de frençayzing verebilirim isterseniz. Hemingway buranın romanını şöyle yazdı: Nervel el Arap’ta Yeni Bir Şey Yok. Çünkü bu taraf diğerinin ayna görüntüsü ve çanlar kimse için çalmıyor. Zaten adı üzerinde, ‘paralel’ işte. Her iki evren de aynı yönde aynı hızla sonsuza kadar birbirini kesmeden ilerliyor. İsimleri ‘dik evren’ olsaydı ve birbiriyle kesişselerdi belki bir şeyler değişirdi, diyerek bitirdi sözlerini Adams.

Beraberce TV satan bir dükkânın önüne geldiler. Paralel evrende seçimler yaklaşmıştı ve liderler propaganda için sahaya inerek tam gaz çalışmaya başlamışlardı. Ekrandaki liderin ağzından şu cümlelerin döküldüğünü duydu Cihar:

“Paralel evrenle minik evrencikler el ele vermezse o minik evrenciğe herhangi bir şey gelmez. Bakın bu minik evrenciğe geldi mi? Bu minik evrencik garip kaldı. Bu minik evrencik yetim kaldı.”

El şeyiyle paralel evrene girersem böyle olur işte, dedi Pinokyo’ya Cihar. El neyiyle? El yordamıyla.

Gerçekten de paralel evrende yeni bir şey yoktu. Ama Cihar o kocaman cüssesiyle işlevsizce gezmekten çok bunalmıştı. Gözlerini açmak istiyordu.

* * *

6 Şubat günü sabaha karşı saat 04.17’de ülkenin güneydoğusunda 7,7 şiddetinde bir deprem oldu. Dörtcihar Yılmaz, depremde yıkılan pek çok binadan biri olan İsimsiz Oteli’nin yıkıntıları altından üç gün sonra çıkarıldı. Otel, kasabaya bir spor müsabakası için başka bir ilçeden gelmiş ortaokul çocuklarına toplu mezar olmuştu. Alp Arslansever kendini odasının camından aşağı atarak bir bacak kırığıyla kurtulmuştu. Fakat Cihar, beyin sarsıntısı geçirdiği için kaldırıldığı hastanede tam üç hafta komada yattı. Ama o kocaman cüssesiyle işlevsizce yatmaktan çok bunalmıştı. Gözlerini açmak istiyordu. Kendini zorladı, kirpikleri oynadı, göz bebekleri kıpırdandı. Sonunda gözlerini açtı.

Alp komiser, bir bacağı alçıda olmasına rağmen üç haftadır Dörtcihar’ın başında bekliyordu. Hemen hemşire ve doktorları çağırdı. Odadaki açık TV’den Cihar’ın duyduğu cümleler az önce paralel evrende duyduklarının tıpatıp aynıydı.

“Paralel evrenle minik evrencikler el ele vermezse o minik evrenciğe herhangi bir şey gelmez. Bakın bu minik evrenciğe geldi mi? Bu minik evrencik garip kaldı. Bu minik evrencik yetim kaldı.”

Paralelini de kendisini de siktiğimin bu evreninde hiç mi hiç huzur yok ulan, diye bağırdı. Bağırdığını sandı ama aslında yatakta debelenmekten başka bir şey yapamadı. Koluna bağlı serumu, yastığı, üzerindeki hastane pikesini ve baş ucundaki su şişesini filan devirip odayı birbirine kattı. Sakinleştirici iğneler yapılarak zor zapt edildi.

İki saat sonra tekrar ayılıp gözlerini odaklayabildiği zaman yanı başındaki Alp’e minnet duyan gözlerle bakarak sordu:

Bana ne oldu?

Beynin 7,7 şiddetinde sarsıldı.

Neden?

Yer de 7,7 şiddetinde sarsıldı da ondan.

Peki Nadia Sazbatan’ın tanığına ne oldu?

Göçük altında kaldı.

Ya cinayet davası?

Göçük altında kaldı.

* * *

Nervel el Arap’ta yağmur yağmıyor, seller akmıyor, Arap kızı camdan bakmıyordu. Pinokyo ve Cihar okyanusun kıyısında durdular. Pinokyo kıyıya dalgalar halinde vuran sudan bir bardağa doldurdu. Doldurduğu bardağı Dörtcihar’a verdi. Genç kadın suyu içti. Tuzsuz mis gibi bir suydu. Paralel evrende denizler de tatlı suydu ve kimsenin su ve yiyecek sıkıntısı yoktu. Üstelik burada deniz kıyısına çocuk cesetleri vurmuyordu.

* * *

Alp komiser, göçük altından her nasılsa çizik almadan çıkmış telefonunu Cihar’a uzattı. En son bir insan diğerine böyle ısırılmış bir elma uzattığında başlarına neler geldi biliyorsun, dedi Cihar. Alp komiser, sence bende bir elmadan korkacak göz var mı, derken çoktan genç kadını öpmeye başlamıştı bile.

Cihar, telefonunu şarja takıp açtığında yolda giderken dinlediği maNga grubunun sıradaki şarkısı çalmaya başladı:

Dünyanın sonuna doğmuşum / Ya da ölmüşüm de haberim yok
İyi bilirdik derler elbet ardımdan / Bundan büyük bi’ yalan yok
Yok, bundan büyük yalan yok

Tuğba Turan

1972, Ankara doğumluyum. Ankara Atatürk Anadolu Lisesi ve Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirip devlette çalıştıktan sonra 2008'de Karabük-Eflani ilçesine serbest eczane açtım. 2003 doğumlu bir erkek evlat, dört köpek, on kedi annesiyim. Safranbolu’da yaşıyorum. “Adı Cemre Olacak” ilk romanımdır. Dedektif Dergi’de yazdığım hikâyeler “Tilda ve Diğerlerinin Olağanüstü Maceraları” ismiyle kitap haline geldi. Aynı dergide fantastik kadın polis kahramanım Ozan Ilgın’ın maceraları devam etmektedir. Tarama Ucu Dergi ve Ters Dergi’de hikâyelerim yayınlanmaktadır.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *