Bir hiçlikte gözlerini açtığı o ilk anlarda bütün varlığı ile yalnızlığı tattı ve bundan nefret etti. Yalnızlık, onun tarafından yaratılmayan, onunla var olan şeylerin ilkiydi. Nasıl olduğunu bilmese de sonsuzluğu hissediyordu. Bir cismi, bir şekli yoktu; her yerdeydi. Düşünebildiğini, hayal edebildiğini fark ettiğinde güçlerini de keşfetti. Böylece sahip olmak istediklerini barındıran evren ağını yarattı. Sonsuzluk onun için bile sıkıcı olduğundan, değişkenliğin korunması için ölümü ve yok oluşu evrenin bir parçası hâline getirdi. Bu şekilde mükemmel denge ve döngü oluştu.
Ölebilmek, tıpkı yaşamak gibi bir armağandı. Kurduğu muhteşem düzenin içinde imrendiği şeylerden biri de buydu. Yarattıklarını bir şekilde biliyor anlıyordu, ama hiçbirini tamamen özümseyemiyordu. Çünkü onun için mutlak yaşam, sonsuzluk ve her şeyi bilmenin ağırlığı bir prangaydı. Hepsinin kaynağı sizken ve aslen hepsinin nasıl hissettirdiğini bilirken onlara gerçekten sahip olamamak acı vericiydi.
Kendini tatmin etmek için yarattığı ağı genişletti. Her olasılığın mümkün olduğu bir yere çevirdi. Canlıların her kararı alternatif yeni evrenler oluşturuyordu. Özellikle yüksek zekâ belirtileri gösteren ve duyguları ile yönetilen insanların seçenekleri ağı en çok genişleten şeydi. Milyonlarca karar hakkına sahiplerdi ve farkında olmadan hepsini yaşayabiliyorlardı. Eğer biliyor olsalar ve kontrol edebilseler bunu kötüye kullanabileceklerinden, sırrını hemen çözememeleri için bir şifre oluşturdu. Böylece şifreyi çözmeye çalışırken onu da anlamaya çalışacaklardı. İnsanların yaptıkları her şey bir şekilde onun anlaşılmak istemesinden kaynaklanıyordu. Ama bu da yetmedi.
Bir yerlerde tanrı olmadığı bir gerçeklik olmasını istedi. Evrenin yükünün omuzlarında olmadığı, sadece basit kaygılarla var olduğu bir gerçeklik. Seçenekler diledi; yaratmak ve yok etmenin ötesinde, nereden geldiğini bilmediği bu iki dürtü dışında bir şeylere gerçekten sahip olmayı arzuladı.
Aslında bir şeyleri nasıl yarattığını hiçbir zaman tam olarak kavrayamamıştı. Yaratacağı olgunun var olması için düşünmesi ve istemesi yeterdi. Bir şekilde doğruları belirleyen kendisiydi çünkü. Her şey yolunda gidiyordu ta ki bu yeteneği onun kendi yarattığı ağda bir av olmasına neden olana kadar. Sonuçta tanrı bile olsanız ne dilediğinize dikkat etmeniz gerekirdi. Özellikle tanrıysanız…
Bir yatak odasında gözlerini açtığı o ilk anlarda bütün varlığı ile bilinmezliğin tadını aldı ve bundan nefret etti. Bilinmezlik, onun tarafından yaratılmayan, onunla var olan şeylerin ikincisiydi. Hatırlayamadığı kadar uzun süredir vardı. Bu sürede varlığının ve güçlerinin kaynağı dışında hiçbir şey onun için bilinmez olmamıştı. Ama şimdi nasıl oluyor da bir insan bedeninde olabiliyordu, bilmiyordu işte. Daha önce neler olduğunu anlayamadığı hiç olmamıştı, bir şeylerin anlamını genelde kendisi belirlerdi. Yine de kafa karışıklığının yanında içini kaplayan coşkuyu da hissediyordu. İnsanları yaratırken dünyayı onların açılarından pek çok kez görmüştü. Tasarılarını onlar aracılığı ile deneyimlemişti. Ama şimdi… gerçekten bir insanın bedeninden eserini incelemek farklı geliyordu. Gözlerinin ışıkla buluşmasından haz duyuyor, renkleri algılamanın heyecanını yaşıyordu. Gördüğü hiçbir şeyin arkasında yatanları düşünmek zorunda değildi. Basit bir varlık olarak sadece görebilmek ne güzel bir lütuftu. Her şeyi bilmenin ağırlığı hâlâ orada bir yerdeydi. Ah, o ağırlığı bir unutabilseydi!
Kısa sürede kendine bir tanrı olduğunu hatırlattı. Bu kontrolsüzlüğü yaşamıyor olmalıydı. Bütün bunları o yaratmıştı, eğer içine düşebiliyorsa çıkabilmesi de gerekirdi. Güçlerinin işe yaramadığını, hatta herhangi bir güce sahip olmadığını fark ettiğinde içini ilk defa öfke kapladı. Öfkenin yaratılışını hatırlıyordu, ne olduğunu ve nasıl hissettirdiğini biliyordu. Ama insanlar onun varlığını reddetmeyi seçtiğinde bile öfkelenmemişti; sonuçta onlarla kurduğu bağı ve iletişimi göremiyorlarsa onlara kızmanın ne anlamı vardı. Onlara bu seçeneği kendi sunmamış mıydı?
Bir bedenin içinde sıkışma hissinden hoşlanmamıştı. Üstelik bedenin dışına da çıkamıyordu. Bütün çabaları başarısızlıkla sonuçlanınca öfke yerini korkuya bıraktı. İşte yeni bir şey daha! Artık hızla atan ve sanki bir şey onu sıkıştırıyor gibi hissettiren bir kalbi vardı. Nefesi hızlanmıştı. Ne yapacağını bilmeden uzandığı yatağın üzerinde bütün vücudunun terlemeye başladığını hissetti. Hepsi onun elinde olmadan gelişiyordu. Ve tam o anda odanın kapısı açıldı. İçeri giren genç kadın telaşlıydı. O ana kadar kim olduğunu, nerede olduğunu hiç sorgulamamıştı. Zihnine kendisine ait olmayan ama adı gibi bildiği anılar dolmaya başladı. Hapsolduğu bedenin adı Jay’di. O zamana kadar yaptığı tüm seçimleri ve hayatında olan her şeyi biliyordu. Şu an ölü olması gerektiğini bildiği gibi.
“Aman Tanrım! Jay!” diyerek yatağa yaklaştı kadın. Joyce, diye düşündü, Jay’in altı yıldır sevgilisi ve nişanlısıydı. “Kalbin durdu sandım. Seni uyandırmaya çalıştım ama uyanmadın ve ben… ben korkudan ölüyordum neredeyse! Seni kaybettim sandım.” kadın durmadan konuşuyor elleri ile adamın terlemiş vücudunu sarsıyordu.
“İyiyim.” dedi başka bir ses. Sesi çıkaranın kendisi olduğunu anlaması uzun sürmedi. Dudakları refleks olarak hareketlenmiş gırtlağından gelen tok erkek sesi, o iki et parçasının arasından hiçbir şey değilmişçesine çıkıvermişti. Bir sesi vardı! Duyulan, anlaşılan bir dil konuşuyordu! İnsanlar tarafından yaratılan… Ve ilk defa yalan söylemişti. İnsan bedeninde olmanın getirilerinden biri de bu olmalıydı. Aslında iyi değildi ama iyi olmak istiyordu. Gerçekte kendisine ait olmayan ses yeni bir isteği dile getirmişti sadece.
İsteklerini düşünmek, bu hapsoluş durumunun başka bir evrende arzuladığı şey olduğunu fark etmesini sağladı. Joyce’un yeşil gözleri üzerine kitlenmişken bunun bir fırsat olabileceğini düşündü. Yarattığını yaşamak için gerçek bir fırsat. Ve öldüğü zaman kendi gerçekliğine dönebilirdi. Çünkü ölenler en az bir kere onun hiçliğinden geçerdi.
Joyce’u birkaç basit sözle sakinleştirdikten sonra kadını yanından gönderdi. Böylece bir süre yalnız kalıp nihayet sakin bir kafa ile neler yaşandığını idrak etmeye çalışabilirdi. Bu durum ona ironik gelmişti. Şu ana kadar yalnızlıktan kaçmak için yaptığı her şeye rağmen şimdi yalnız kalmaya ihtiyacı vardı.
Bacaklarını yataktan aşağı sarkıtarak ayak parmaklarını hareket ettirdi. Ayakları vardı; onu bir yerden bir yere taşıyacak, çok yürüdüğünde ağrıyacak ayaklar. Yürüyebilirdi. Artık her yerde aynı anda olamadığına göre daha ilkel yollarla bir yerlere ulaşmaya çalışacaktı. Ama nereye gidecekti? Jay’in bedeni yarı ölü sayılırdı, çok vakti olmadığını hissediyordu. Ayağa kalkıp dengesini bulmaya çalıştı. Vücudunun ağırlığı onu şaşırtmıştı. Yatağın biraz ilerisindeki aynaya yöneldi. Koyu kahve teninde ışıkla belirginleşen kaslarını görebiliyordu. Jay aslında kendine iyi bakmıştı. Köklü bir şirkette bilgisayar mühendisi olarak çalışıyor, sağlıklı besleniyor, düzenli spor yapıyordu. Sosyal bir insandı ve nereden baksanız ideal bir hayat yaşıyordu. Fakat uzun süredir kalp yetmezliği ile başa çıkmaya çalışıyordu. Ve dün gece bu savaşı nihayete ermişti aslında. Jay’in ruhu çoktan ikinci faza geçmiş hiçlikte süzülüyor olmalıydı. Kim bilir belki de yer değiştirmişlerdi. Her şeye rağmen bu bedende çok uzun süre kalamayacağını tahmin ediyordu, zira çoktan ölmüş olması gerekirdi ve bunun gerçekleşmemesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini şu an için bilemiyordu.
Fırsatı değerlendirme fikri onu şevkle doldurdu. Şimdi damarlarında akan kana kadar her şeyi aklına kazımaya çalışıyordu. Demek öleceğini bilerek yaşamak böyle bir şeydi. Tahmin bile edemeyeceği vahşi bir duygunun benliğini ele geçirdiğini hissediyordu. Parmaklarını oynatıp kendi vücudunda farklı yerlere dokundu. Her dokunuşun yarattığı hissi, o hafif ürpertiyi büyük bir heyecanla karşılıyordu. Bu sıkışmışlık hissi dışında bir bedeninin olması harika bir histi! Zihnine dolan düşüncelerin, nefesiyle beraber hafiflemesi, gözlerine dolan yaşların ince sızısı… ağlamak ne güzel bir şeydi! Mutluluktan ağladığını bilseler insanlar yine de Tanrılarının kudretine inanır mıydı merak etti.
Bulunduğu odayı hızla terk ederek Joyce’un yanına gitti. Kadın mutfakta kahvaltıyı hazırlıyordu. Burnuna dolan yemeğin kokusuyla yüzündeki sırıtış büyüdü ve arkadan yaklaşarak kadına sarıldı. Yarattığı her şeyi severdi. Ama karşılıklı aşkı tatmak bambaşka bir şeydi. En çok aşkı yaratırken hissettikleri canını yakardı; onu seven milyonlarca inananın aşkı bir yana kendisine denk bir aşkı ne çok isterdi. Parmak uçlarında kadının yumuşak teninin kayması ile kalbi hızlandı. Kıkırdayan sesini duyunca bütün duyularının uyandığını hissetti.
“Gidip giyinmelisin, yoksa geç kalacaksın.” dedi Joyce, adamın kollarından kurtularak. Geç kalmak, diye tekrarladı içinden. Zaman onun içinden geçiyor, onun için akıyordu! Yetişmesi gereken bir yer, yaşaması gereken bir hayatı vardı. Basit kaygılardan oluşan basit sorumlulukları omuzlarındaydı. Ama hiçbirinin ağırlığını hissetmiyordu. Aksine hiç olmadığı kadar hafifti.
Tekrar odaya döndüğünde geç kalmanın keyifli bir şey bile olabileceğini düşünüyordu. Derken kalbine saplanan bir acı ile iki büklüm oldu. Acı! Canı yanıyordu. Sanki kalbine binlerce bıçak aynı anda saplanıyormuş gibiydi. Kalbini tutarak yere devrildi. Bütün vücudu kaskatı kesilmişti. Böyle bir acıyı neden yarattığını sorgularken odaya tekrar giren Joyce’un üzerine eğildiğini ve bağırarak bir şeyler söylediğini fark etti. Ağır ağır etraf karardı ve hiçlik çevresini sardı. Gördüğü son şey komodinin üzerindeki saatin 09.11’i gösterdiğiydi.
Ölmüş müydü gerçekten? Ölüm böyle bir şey miydi? Ani, beklenmedik ve… soğuk? Hiçlik tarafından yutulurken üşüdüğünü hissetmişti. Ölüm onun yarattığından nedense daha farklı hissettirmişti. Belki de gerçekten ölmek, bunu asla tam anlamıyla yaşayamayacakların anlayabileceği bir şey olmaktan çıkmıştı. Ne de olsa daha önce bir şeyleri kaybetme korkusunu da tatmamıştı.
Hayatı yaşama arzusu kısa bir süreliğine de olsa gerçekleşmişti. Fakat bu süre onun ömrünün yanında saliselere denk bile değildi. Kendi hiçliği içinde yeniden var olduğunda bu tatminsizlik bütün benliğini ele geçirmişti. Güçleri olmadan bir insan olarak nereye kadar hayatta kalabileceğini merak ediyordu. Tam, neden Jay’in ölmüş bedeninde yeniden doğduğunu merak etmeye başlamıştı ki bunun kendi yarattığı evrenin mizahtan yoksun bir şakası olabileceğini fark etti. O bedende uyanmadan önce ağda Jay’in öldüğü anı bağlarken ikinci bir şans dilemişti. Bu dilek kendisi içindi, fakat evren onu aynı zamanda bir insan için işleyişe sokmuştu.
Ağda Jay’in seçimlerini kontrol etti ve olası tüm sonuçları gördü. Jay’in en fazla yirmi altı yaşına kadar yaşayabildiğini ve hiçbir evrende bundan öteye gidemediğini fark etti. Tamam, yarattığı her şeyin sonunun ölüm olduğunu biliyordu ama Jay sanki hak ettiğinden daha az yaşamış gibi geliyordu. Ansızın Jay’e karşı bir sempati duymaya başladığını hissetti. Onun da kendisine biçilen rolü oynamaktan başka şansı yoktu.
“Belki bunu değiştirebilirim,” diye mırıldandı ağa bakmayı sürdürerek “Jay’in kalp yetmezliği gençliğinde düştüğü alkol tuzağı ile bağlantılı. Jay seçimlerinin sonuçlarını bilme lüksüne sahip değildi. Bu gerçekliklerin hiçbirinde bedeni bir tanrının ruhuna ev sahipliği yapmamıştı. Ben doğru seçimler yapmasını sağlayabilirim. Ona ikinci bir şans verebilirim.”
Jay’in ruhunun ağda başka bir yerde yeni alternatifler oluşturmaya başladığını gördü. O ruhun artık o bedenle işi kalmamıştı, yani bunu denemesi için önünde hiçbir engel yoktu. Sağ duyusu dışında. Ama doğruları belirleyen oysa neden yapmasındı ki? Nasılsa öldüğünde döneceği yer burasıydı. Her şeyi farkında olarak tekrar yaşamak farklı sonuçlar doğurabilir, Jay hak ettiği uzun ve sağlıklı ömrü, o da gerçek bir hayatı yaşayabilirdi. Tek yapması gereken avcunun içi gibi bildiği bu paralel evrenlerde hayatta kalmaya çalışmaktı. Ne kadar zor olabilirdi ki?
Bir şeyin olmasını istediği herhangi bir anda yaptığını yaptı ve Jay’in bedeninde olduğunu hayal etti. Ama bu sefer en başa dönme niyetindeydi. Adamın ağının dallandığı ilk ana; annesinin rahmine düştüğü ilk ana. O anın bile milyonlarca farklı sonucu vardı çünkü ağ tek başına ilerlemiyor diğer seçimlerle karmaşıklaşıyordu. Başkalarının verdiği kararlar pekâlâ Jay’in hayatını da etkiliyordu. Doğum anından itibaren tüm seçenekleri tekrar tekrar yaşadı. Her seferinde neyin farklı olabileceğini ve diğer ağların etkisine rağmen nasıl daha uzun süre hayatta kalabileceğini düşünerek adımlar attı. Defalarca doğdu, defalarca öldü. Farklı seçimlerle Jay’in hayatını defalarca kez yaşadı. Oyuna kendini kaptırdıkça asıl kimliğinden uzaklaştığını hiç fark etmedi.
Nihayet hayatlardan birinde Jay’i yirmi altı yaşına kadar getirebilmişti. Jay’in bedeninde öldüğü ilk sefere çok yakın bir evrendeydi bu kez. Ve hemen hemen aynı seçimleri yapmıştı. Ufacık kararların büyük etkilerinin olabildiğini bildiğinden çocukluğunda yaptığı basit bir oyuncak seçimini değiştirmekle başlamıştı. Ama o oyuncak seçimi, Jay’in ilerleyen aşamalardaki karakter gelişimini de etkilemiş, bilinçaltında farklı kararlar vermesine neden olmuştu. Böylece Jay düştüğü alkol batağından çok daha erken çıkmış, hastalığını çok daha erken keşfetmişti. İlk defa bu kadar ileri gidebildiği için sonraki seçimlerin ne sonuçlar doğurabileceğini bilmiyordu. Jay’in bedeninde uyandığı ve kısa süre sonra öldüğü ana çok yakındı. Eğer Jay sonraki beş dakikayı da atlatabilirse kendi rekorunu kırmış olacaktı.
O beş dakika sonsuzluk gibi geçti. Ve son saniyelerinde kalbinin sıkıştığını hissetti. Yine de saat 09.12’yi gösterdiğinde Jay hâlâ yaşıyordu. Ama artık farklı olan bir şeyler olduğunu biliyordu. İçten içe işlerin ters gittiğine inanmaya başladı. Çok uzun süredir bu adamı hayatta tutmaya çalışıyordu ve şimdi başarmıştı. Geçmişte yaptığı şeyler ise zihnindeki bulanık anlardan ibaret gibiydi. Bazı parçaların silindiğini fark etti. Unutuyordu. Ama neyi? Milyonlarca farklı evrende bu hayatın milyonlarca farklı versiyonunu yaşadığını mı? Bir yerlerde bir tanrı olması gerektiğini mi? O kadar uzun zamandır bu bedende, bu hayatı yaşıyor gibi hissediyordu ki sanki hiç tanrı olmamıştı. Yaratmanın ve sonsuzluğun nasıl bir his olduğunu unuttuğunu fark etti. Korkuyla tüm benliğini bu simülasyona son vermek için zorladı. Fakat Jay’in bedenindeyken tanrılık güçleri işe yaramıyordu. Tek seçeneği vardı. Ölmeliydi.
Aklı karışmıştı. Yirmi altı senesini bir insanı hayatta tutmak için harcamıştı. Şimdi onu öldürmesi gerekiyordu. Üstelik yirmi altı yıl sadece bu evrendeki süreydi; diğer alternatif evrenlerde geçirdiği süreyi saymamıştı. Bir tanrı olarak bu süre onun için bir hiç olmalıydı ama neden öyle hissetmiyordu? Ya öldüğünde… hayır! Hayır kendi yarattığı ölümden korkuyor olamazdı. Ama son uyanışından önce hiçliğe uğramadığını anımsar gibiydi. Eğer öldüğünde hiçlikten geçmiyorsa ve direkt başka bir seçim için yeniden ağa dönüyorsa tekrar nasıl tanrı olacaktı? Denemek zorunda olduğunu biliyordu.
Bu düşüncelerle pencerenin önüne gitti ve şehrin kirli havasını derince içine çekti. Yapacağı şey korku doluydu, acı verecekti ama kendi gerçekliğine dönebilirse bir daha bunları merak etmek istemeyeceğinden emindi. Yaşamanın tadına vardığına karar verdi. Pencere pervazına çıktığında içindeki bütün hayatta kalma dürtüleri harekete geçmiş onu durdurmaya çalışıyorlardı. Bütün benliği tek hayatın var, diye bağırıyordu. Bir an için durup sorgulamaya başladı. Ya gerçekten hiç tanrı olmamışsa diye düşünüyordu ki odanın kapısından içeri giren Joyce ve onun attığı çığlık ile sarsıldı. Pencereden aşağı düşmeden önce gördüğü son şey Joyce’un ona doğru elini uzatarak koşması ve pencereden sarkmasıydı. Büyük bir darbe ile yere çakıldığında bütün acı hızla bedenini sararken hiçliği düşünmekte avuntu buldu ve kendini ölüme bıraktı.
Bir kabustan uyanır gibi sıçrayarak yatakta uyandı. Hâlâ Jay’in bedenindeydi. Son yaptığı ölüm seçimine geri dönmüştü. Bunun mümkün olmaması gerekiyordu. Hiçlikten geçmeli ve bu kez tanrı olarak kalmalıydı. Zaten bildiği şekilde Joyce içeri daldı, panikle konuşmaya başladı. Ama her şey bulanık her şey uzak geliyordu ona. Artık Jay olmak istemiyor yeniden kendi varlığına kavuşmak istiyordu. Oysa kendi varlığı bile yavaş yavaş zihnini terk etmeye başlamıştı.
Joyce’tan bir kez daha kurtulduktan sonra kendini camdan bıraktığı seferin sadece bir rüya olduğunu düşünmeye başladı. Belki de o seçimi hiç yapmamıştı. Tekrar denemekte fayda vardı. Bu yüzden denedi, farklı farklı yollarla ölmeyi pek çok kez denedi. Yanıldığını gördüğünde artık iyiden iyiye paniklemeye başlamıştı. İşte şimdi gerçekten bir zamanlar dilediği şeyde mahsurdu. Boşa giden birkaç evrenden sonra yaşamaktan başka şansının olmadığını kabul etti. Bütün seçenekleri tüketmişti. Biri dışında…
Her son tanrılığından bir şeyler götürmüş git gide daha da ölümlü olmasını sağlamıştı. Dahası yaşadığı onca hayat bir rüya gibi geliyordu artık. Sanki hiç yaşanmamışlar gibi zihninde sallanan hayali ve soluk rüyalar gibi. Belki de kendini tanrı sanan sıradan bir insandı ve şimdi aklını yitirmişti. Belki de diğer gerçeklikler hiç var olmamıştı.
Tüm bu düşüncelerin karşısında ilk defa pes ederek Joyce’un yanına, kahvaltıya gitti. Kadın masada oturmuş ona bir şeyler anlatırken, bir zamanlar duydukça heyecanlandığı o sesi şimdi dinlemiyor ve bunu da gayet açık ediyordu.
“Joyce,” dedi kadının lafını bölerek “hiç şey hissettin mi… sıkışmış?”
“Eee… herkes bazen sıkışmış hisseder.” Kadın afallamıştı. Elindeki kahvesini masaya bırakarak adamın eline uzandı. Fakat Jay, hışımla elini çekerek konuşmaya devam etti.
“Ama benim bahsettiğim öyle bir sıkışmışlık değil! Hiç olduğundan fazlası olduğunu hissettin mi? Sanki aynı hayatın farklı versiyonlarında defalarca yaşamışsın, hatta ölmüşsün gibi?”
“Bir sorun mu var Jay?”
Bir sorun mu var, diye düşündü. Sorunun kendisi olduğunu gayet farkındaydı. Olmaması gereken bir yerde fazlaca kalmıştı ve şimdi çıkamıyordu.
“Rüyamda bir tanrıydım, Joyce. Bir tanrıydım ve kullarımdan birinin bedeninde sıkışmıştım.”
“Sıkışmak mı? Gerçekten tanrı olsan istediğin an çıkabilmen gerekmez mi?”
Korku ile kadının suratına baktı. Bu şu ana kadar sormadığı bir soru değildi, ama ilk defa doğruluğu bu kadar sert bir şekilde yüzüne çarpılmış gibi hissediyordu.
“Aman canım, takılma bu kadar. Rüyaymış işte.” diyerek kahvaltısına devam etti kadın.
Ama o, bir rüya olmadığını biliyordu. Olamazdı! Defalarca kez öldüğünden emindi. Her türden acıyı hissetmişti. Bunların hepsi rüya olamayacak kadar gerçekti. Yaşadığı coşkuyu hatırlıyordu, korkuyu hatırlıyordu, bunları bir zamanlar var olduğu gerçeklikte nasıl yarattığını hatırlıyordu. Emindi; bir yerlerde hâlâ tanrı olduğu bir gerçeklik vardı. O bu gerçeklikten çok uzak olsa da yarattığı düzen işliyordu. Her seçeneğe sahip olmak istemişti. Şimdiyse o seçeneklerden birinde sıkışıp kalmıştı. Gerçek buydu! Kendi kendine duyduğu öfke zihnini ele geçirirken öldüğü her seferde tanrı olan parçasından bir şeyler kaybettiğini fark etti. Ve o kadar çok ölmüştü ki tanrılığından geriye sadece başka evrenlerde yaşanmış olan anıları kalmıştı. Kendine olan inancı, diğer insanlarınkinden farksızdı. Limitsizliğin ne demek olduğunu unutmuştu. Böylece daracık bir bedende hapsolmuş kocaman bir tanrı ilk defa sordu: ya hepimiz kendi gerçekliklerini unutmuş tanrılarsak?
Gerçekte kim olduğu tamamen aklından silinene kadar farkında bile olmadan var olan bütün evrenlerde, her olasılığı tek tek yaşadı. Yarattığı ağı büyüttükçe büyüttü. Bu kez dışarıdan değil, birebir bir parçası olarak. Ölümün bin bir çeşit versiyonunu tattı. Tanrılık anıları her hayatta biraz daha silindi ve yerini basit sorgulara bıraktı. Kimliğini unutunca onu sorgulamaya başladı.
Nihayet gerçekten tek bir hayatı olduğuna ve gerçekten Jay olduğuna inanmaya başladığı evrenlerden birinde seksen dokuz yaşına kadar yaşamayı başarmıştı. Zar zor nefes almaya başladığı son anlarında gözleri yavaş yavaş kararırken uzakta hiçliği gördü. Unuttuğunu bile farkında olmadığı tonlarca anı aynı anda zihnine doldu. Yaşadığı hayatı büyük sanırdı, ta ki yeniden her şeyi bilmenin ağırlığı göğsüne yerleşene kadar. Sıkışmışlık hissi hızla geri döndü. Ağırlaşan göz kapaklarının ardından ışıltısını hiç kaybetmemiş gözleri son kez çevresindeki renkleri bir insan gözü ile algıladı. Ve titrek sesi ilk ve son kez “yaşadım” dedi.
- Tanrının Ağı – Rhoedan - 23 Mayıs 2024
Tanrıya ebeveynlik vasfını eklemleyip var etmenin bir nevi öldürmekle eşdeğer olduğunu söyleyerek tanrıyı, aynı zamanda insansı bir konuma atamışsınız. Tanrı, tekrarlayıcı döngülere bir alternatif arayarak hikayenin(yaratılış miti ve tanrıya yüklenen vasıflar) bilindik ilerleyişine sekte vuruyor. Öyküleme adına iyi bir girişim. Daha sonra insan bedenine cisimlendiğinde ise bunun bilinçli olarak değil de beceriksizlik ve acemilik süsü verilerek yapılması da güzel bir tezatlık. Bu girişim, tanrı imajının özünde omnipotensi barındırıyor olmasının aksi istikametinde olması açısından ilgi uyandırır nitelikte. Devamında öfke duygusunu, ikiz kardeşi olan kaybetme eylemiyle ilişkilendirip sade ama başarılı sunumunuza devam etmişsiniz. Öfke, aynı zamanda ölüm korkusunun ve terk edilmişliğin, dışlanmışlığın bir tezahürüdür.
Ölüp ölüp tekrar aynı noktadan dirilme sahnesi Forever dizisindeki sahneyi hatırlattı bana. Tanrının önce, bir insana başkalaşma ve sonra da o insanın gittikçe kendileşmesi, okuyucuda ruhsal sıkışmışlık hissini tetikliyor.
Genel olarak beğendim. Black Mirror tarzı bir öykü. Klasik bir anlatıya ufak dokunuşlarla can vermişsiniz. Belki daha epik bir dille kaleme alınabilirdi. Bende birkaç farklı versiyonda daha zengin uyarlamalar yaratabilirmişsiniz hissi uyandı. Tanrının insana dönüşmesinden sonraki hislerin bizde daha canlı şekilde yankılanması için 3.tekil şahıs yerine 1.tekil şahıs anlatımını seçebilirdiniz. Elinize sağlık.
merhaba eline sağlık çok güzel bir öykü olmuş uzun zamandır tanrı evren reenkarnasyon gibi konulara ilgili olarak ufuk açıcı bir öykü. mevcut saçmalığa alternatif bir tanrı nerede sorusunun cevabı gibi olmuş. hayal gücü olarak zevkli bir çalışma.
Yapıcı eleştrileriniz için çok teşekkür ederim. Bu tip bir yazıyı ben de ilk defa kaleme alıyorum ve açıkçası başlarda çok zorlandım. Hatta ilk denemelerim dediğiniz gibi 1.tekil şahıs ile yazılmış denemelerdi fakat öyküyü o şekilde ilerletmekte çok zorlandım (bir tanrı gözünden yazmak pek bir zormuş ). Benim için keyifli bir meydan okuma oldu. Dediğiniz gibi zenginleştirerek tekrar denemek için de sabırsızlanıyorum
Güzel yorumunuz için teşekkür ederim beğenmenize çok sevindim