Banka uyumakta olan bir kedinin yanına usulca oturduğu gibi omzundan dizinin üstüne dinlenmek için sarkan eski bir el çantası; içindeki portfolyonun oluşturduğu hadsiz ağırlık. Sadece kendisinin hissettiği, daraldığı, sabırsızlaştığı bir sıcakla harmanlanmış hafif rüzgârlı tatlı bir sonbahar günü. Her dakika daha da sıkışmaya devam eden, manzarayı tamamlayan, belki de kirleten bir ruh.
Öğle saatinin sert aydınlığına kıyasla, akşama daha yakın olan bu saatlerdeki aydınlık gözlerini çok daha yoruyordu. Göz kapaklarında ağrıyla, tamamen açamadığı gözleri bir dizlerini terletip kaşındıran çantaya, bir de etrafta yürüyen binbir türlü insana kayıyordu. Birbirinden farklı, ama kimi zaman da birbirine korkutucu derecede benzeyen hayatlar süren binbir türlü insan. Her biri tam o an attıkları adımın zıddını atmış olsa, yapmaya gittikleri şeyden çok farklı bir şey için bir anda harekete geçmiş olsa, hayat akışları nasıl değişirdi acaba diye düşünmeden edemedi. Sayısız olasılıkla dolu sayısız alternatif senaryo, sayısız yaşam ve evren. Başkasına yönelik düşününce kalbi heyecanla doluyorken, kendisini merkeze koyduğunda yoğun bir ya şöyle olsaydı ya böyle yapsaydım hissi, pişmanlık ve kararsızlık ve anksiyeteyle pençe gibi sarıyordu benliğini. Bakışları gel git yaparken bu son der gibi burnundan sert, uzun bir nefes verip çantaya indirdi gözlerini. Bu kadar muğlak olmak yerine biraz daha dışa dönük, daha az inatçı ve renkli olsaydı işini daha düzgün yapabilir, kendisi için birçok şeyi kolaylaştırabilirdi diye öfkeyle düşünmeden edemiyordu bencilce dinlenen düşüncesiz portfolyosu için.
Kendisine engel olamayarak yeniden bakışlarını kaldırıp etrafa baktı; kaşları çatıldı, yüzü gerildi. Birçok sebep, ve aydınlık. Büktüğü işaret parmağıyla çantaya alacaklı edasıyla kapı çalar gibi vurdu birkaç kere. Tok ses. Gerçekten hadsiz bir ağırlık. Acıkmaya başlamıştı. Sıcaktı. Rüzgâr vardı ve terliyordu ve potansiyel üşütme beynini kemiriyordu ve yalnızdı ve hasta olursa gündelik yalnızlığı gözüne batacak canı yanacak yanında birilerini arar halde savunmasız ve kırılgan ve melankoli arzulayan bir ruh haline bürünüp anılarla senaryolar kurup karnında boğazında ruhsal batmalara tıkanmalara boğumlara sebep olana kadar durmayacak düşüncelerini istediği özgürlükte kontrol edemeyecekti ve günü hiçbir şey yapamadan tamamen boşa gidecekti ve bu canını sıkan bir senaryo olduğundan pimpirikli birisi haline gelmiş kendisine takıntılı derecede dikkat etmeye başlamıştı ve artık yirmilerinde olmadığı gerçeği de kendince bu takıntısını kuvvetlendiriyor insanlara sunabileceği daha genel bir sebep oluşturuyordu o yüzden yaşlanmaktan bu açıdan şikayetçi değildi ve beslenme uyku gibi faktörlere daha özen gösterir hale gelmiş olması biraz da disiplin ve huzur kazanmasına sebep olmuştu ve bu yönden bakınca yalnız olduğu gerçeği belki de bu kadar rafa atması gereken bir düşünce değildi…Çok düşünmeyip, anın tadını çıkarması gerektiğini hatırlattı kendisine. Hayattaydı.
Yüzünü ovdu. Kalabalık ve gürültülü. Yorulmuş, daralmış ve daha fazla denemek istemiyordu. Denemeye devam edecekti. Acıkmıştı.
* * *
Ev. Akşam saati. Trafik, insanlar ve kaotik temponun gürültüsü. Tembel bir yemek ve lavaboya takırtıyla bırakılan tabak. Üstüne tutulan su. Yumuşak terliğin ahşap kaplama zeminde sürtünmesi. Bulaşık makinesini boşaltmak için depoda olmayan enerji. Kendisine birkaç günlük izin lüksü.
Lisede tanıştığı, üniversite boyunca ve sonrası ve şimdi de arkadaşlığı devam eden dostu tatilden dönmüştü. Dostunun babasından devraldığı dükkânı ortaklaşa butik kafeye çevirmiş, epeydir işletiyorlardı. Gerektiğinde kafenin başında olabilecek birisinin varlığı yanında tatil fırsatı getirmişti. Ama durup düşününce, tatilden ve rahatlamadan çok başka şeylere odaklanmış hissediyordu. Yediği başvuru retleri beyninde dolaşıp duruyordu. Sinirlendi. Bu iş böyle olmaz demektense dizine vurdu, demiş oldu, saçlarını geriye attı, kavradı ve sıktı ve biraz da çekti, gözlerini yumdu, birkaç saniyelik saç masajı sonrası, ayaklandı. Çay saati.
Birbirine çapraz halde köşelerde duran lambaların tatlı turuncu ışığı eşliğinde minderlerle süslediği, yaşamak için tek bu yeterli dedirten konfordaki geniş sallanan sandalyesine çöktü. Ayaklarını yumuşak kaplamalı tabureye uzattı; rüzgâr çarpmış olma ihtimaline karşı içinin ısınması için zencefilli karanfilli tarçınlı, birkaç parça meyvenin ekstra aroma kattığı ve limon dilimiyle tamamladığı çayından yudum aldı. Önündeki dikdörtgen, yere yakın geniş sehpa üzerinde bulunan, kafenin yanındaki el işlerinde uzman atölyeden hediye olarak aldığı ve desenlerle süslediği, şimdilerdeyse bardak altlığı olarak kullandığı yuvarlak ahşap parçasının üstüne koydu bardağı. Geniş ekran televizyonun yanında, yerde duran ve salonun ortasına doğru cesurca uzanan bitkisine gülümsedi; gövdesi kadar denebilecek geniş yaprağa parmak uçlarıyla kibar, silik bir şekilde vurdu.
Özellikle dikkatini vermediği sürece duyamayacağı seste arkaya şarkı açtı. Karışık çalıyordu. Köşede eskimiş, meşe ağacından yapılma utangaç, mahcup çekmeceye ilişti gözü. Her bir bölmesinde dünyaları barındıran, sınırsız hayal gücünün ve yıkıcılığın kaynağı olan, tutkuyla sevdiği, değer verdiği ve varlığında toplayabildiği her şeyle nefret ettiği o ufak çekmece. Boyalar, fırçalar ve kalemler; defterler ve kağıtlar, arzular ve toz haline gelmiş geleceğe dair hayaller, donmuş ve erimeyi reddeden buzul dağlar gibi anılar, ne olduğunu bilmediği, korkutan duygular ve düşünceler…Annesinden, annesinin daha annesi olduğu zamanlardan kalma sınırı olmayan, kocaman, sevecen, bir çocuğun masum hevesine ve zamanın biriktirdiği pisliğe sahip o çekmece. Yüreğini burkan, her şeyin eskisi gibi olmasını istemesine, her şey farklı olsaydı diye düşünmesine yol açan o minik, hırpalanmış, çok ama çok ağır çekmece…İyice yaslandı arkasına ve bıraktı kendisini.
* * *
Gözlerini yavaşça açtı. Hareket etmeden sağa sola bakındı. Beyaz. İrite edecek kadar beyaz; öğleden sonraki güneşin göz kapaklarına uyguladığı baskı kadar değil ama.
Doğruldu. Hareket ederek sağa sola bakındı. Boşluk. Bomboş bir boşluk, ve sadece beyaz. B sınıfı bir filmde bütçeden kısmak için ölümden sonra karakterin duygu düşüncelerine odaklanan yavan sahne gerçekleşmek üzereymiş gibi.
Çevresi sonsuza kadar uzanıyor mu, yoksa dört duvar arasında mı merak etti. Merakını gidermek için kalkmak üzereyken, çok tanıdık bir çekmeceye ilişti gözü yıllardır her akşam olduğu gibi. Normalde tam ortada olması gerekir filmlerde diye düşündü ama çevresi sonsuzluğa uzanır gibi durduğundan, simetriden emin değildi.
Neyle karşı karşıya olduğunu düşünmeye yeni gelmişti sıra. Tek dizinden kuvvet alarak ayağa kalktı. Çekmeceye doğru yavaş yavaş ilerlerken bakındı ve bir başka tanıdık figürle göz göze geldi. Taş kesildi vücudu. Bir çocuk. Merak ve heyecanla dolu, masumiyetin korkutucu saflığı ve kör cesaretiyle kocaman açılmış bir çift göle yansıyan ışığın etkisiyle parlayan taşın kahverengiliğini taşıyan göz kendisine, ruhunun derinliklerine bakıyordu. Hazırlıksız yakalanmış bir av gibi tüyleri diken diken, öylece kalakaldı. Zorla yutkundu. Çocukken bakışları gerçekten bu kadar irdeleyici, konfor alanını hiçe sayan, rahatsız edici yoğunlukta mıydı? Nefes almak bile bilinçle yapması gereken bir şey haline gelmişti sanki.
Çekmeceye doğru yürümeye başladı yeniden temkinli şekilde. Vücudunun her bir hareketinde kasların gerilmesine kadar inceliyordu onu sanki ve kendisiyle aynı ritimle, taklit eder gibi ilerliyordu. Karşısında parçalara ayırıp sıkılana kadar keşfedip özümseyebileceği bir enigma varmış gibi, çocuğun kıvrımlı dudaklarında doğallığı bozan silik bir gülümseme hissi vardı. Bir çift göz ruhuna soğuk damga gibi yapışmış, baskı altında eziyordu. Annesinin onca sene nefret ettiği, tiksindiği şey bu muydu?
Kendisi çekmecenin önünde, çocuk da arkasındaydı. Ağzında atan kalbinin sesi bu boşlukta yankılanıyor mu acaba diye düşündü. Ellerini tahtaya dayadı, biraz öne eğildi. Hatırladığından daha farklı gözüküyordu. Çok daha farklı hissettiriyordu. Saçının kısalığına ve eşitsizliğine bakılırsa 7-11 yaşlarındaki hali olmalıydı. Dışarı çıkmasına kesinlikle izni olmadığı zamanlardı; annesi iki üç dakikada dokunmaktan iğrenir gibi hızla özensizce kesip, küvete doldurduğu suya temizlenmesi için başını daldırır, bazen dalıp giderek suyun altında biraz fazla tutar, ayaklarını yere vurup, elleriyle de annesinin bileğine sarılınca bazen de tırmalayınca, bırakırdı. En azından kendisi bunu dalgınlık olarak düşünmeyi tercih ediyordu. Meşgul bir insandı annesi. Ressamdı. Sonrasında eline yıkandığından şüphe ettiği bir havlu tutuşturur, odasına yollar kapıyı da arkasından kilitlerdi.
Çocuk da aynı şekilde çekmeceye yaslandı. Elleri boya lekeleriyle kaplıydı. Sert, soğuk bir boğum boğazından inerek kalbini ezdi. Annesi resim malzemelerine dokunmasına kesinlikle izin vermezdi. Mental sağlığı işlerin beklentisinden, performansının her zamanki takdiri görmemesinden ötürü çöküşe girmeden önce iyi birisiydi annesi. Şefkati tattıramadan değişmişti.
“Yaşın kaç senin?”
“…9.”
“Resim mi yapıyorsun?” Sesindeki titrekliğe az çok engel olabilmişti.
“Evet. Öğreniyorum. Sen de mi yapıyorsun?”
“Uzun bir süre ara vermiştim. Şu aralar başladım yeniden. Senin saçlar neden böyle?”
Boyalı elleri düzensiz, kimi yeri çok kısa kimi yeriyse biraz uzun saçlarına gitti çocuğun. “Annem sürekli berberden daha iyi keserim diye babamla iddiaya giriyor. Olan da bana oluyor.”
“Ee, demiyor musun bir şey hiç?”
“Yok. Bu aralar çok yoğun annem. Böyle olunca uzun uzun uğraşıyor, bolca vakit geçirmiş oluyoruz. Gülüp duruyor benimle.”
Kalbine batan sayısız iğne ve tırmalanan karnı, dizlerindeki bütün kuvveti bir anda emdi ve yere çöktü. Ufak, buruk bir gülüş kaçtı dudaklarının arasından. Böyle bir annem de varmış demek diye düşündü. Gözünde, kalbinde canlandıramadığı şeye inanmakta güçlük çekiyordu. İşleri yolunda gitmiş olsaydı belki annesi…
“Annem…Annen gözlerin, bakışların hakkında bir şeyler dedi mi hiç?” diye sordu kalkmadan. Biraz düşündü çocuk.
“Dipsiz uzayda galaksilerin içinde hayranlıkla kaybolup gidiyormuş. Onlar benim fırçammış, onun da ilham perileri,” dedi ezberden metin okur gibi. Çok bir anlamı olduğunu düşünmüyor gibiydi. Çocuktu.
Kendisini arkaya saldı ve kollarından destekle öylece durdu, başını geriye attı, derin bir nefes aldı. Çekmecenin arkasındaki çocukla göz göze geldi. Hâlâ aynı. Derin, yoğun. Net bir şekli, hissi yokmuş gibi. Bu saatten sonra öyle büyülü bir şey görmem imkansız diye düşündü gülümseyerek alayla. Ama tekrar tekrar bakınca, o kadar da korkutucu gelmemeye başlıyordu sanki.
Kendisinin yaşamasına izin verilmemiş bir hayat. Her gün suratına tükürülmüş, öz annesinin kıskançlıkta boğulan kalbinin gazabıyla yıkanarak büyümüştü. Fırça tuttuğu gün kapının arka arkaya kapanmasıyla ezilerek kırılmış parmakları, tiksinilen gözlerinin günlerce bağlı şekilde karanlıkta ışığını kaybetmesi, büyüdükçe empatiyle başka hayatlardan kırıntılarını topladığı anne şefkati…Paralel bir evrende böyle bir annesi olması kalbini parçalarına ayırsa da, mutluydu. Kendisiydi sonuçta. Veya sadece vicdanı için böyle diyordu. Yaşadığı hayat en baştan bu kadar farklıyken bu çocuk tam olarak ne kadar kendisiydi? Henüz bir şekli bile yoktu diye düşündü. Çektiği şeyleri anımsayınca, şu an kesinlikle mutlu değildi. Kalbindeki öfke tomurcukları her bir düşünceyle yeşermeye daha da yaklaşıyordu. Durdu, gerek yoktu.
Çocuk yanına gelmiş, çökmüştü. Çekmeceye bakıyordu. “Farklılar,” dedi ve kendisi de bir göz attı. Üç bölümü vardı; ilki diğer ikisine kıyasla daha taze, canlı gözüküyordu. Açmak için uzandı, yıllardır aşina olduğu kulak tırmalayan gıcırtısı olmadan, hiçbir yere takılmadan su gibi rahatlıkla açıldı. Beyaz boşluk bir anda büzüştü, hiçlik döndü dolaştı ve şekil değiştirdi. Kusmamak için zor tuttu kendisini. Etraf yeniden şekillenince, tanıdık bir zeminin üstünde olduğunu fark etti. Annesinin atölye olarak kullandığı odanın arka köşesinde sıçrayabilecek boyalardan uzakta tuttuğu, daha sonra kendisine kalacak olan çekmecesinin yanındaydı.
Bir ses. Çok uzun zamandır duymadığı, rüyalarında bile anımsayamadığı bir kadının sesi. Bakmak istiyordu. Bir çift el başının yanlarından sımsıkı tutmuş, korumak istercesine dönmesine izin vermiyordu sanki. Ama döndü. Sesin geldiği yön. Ve gördü. Yüksek tabureye oturtulmuş, kırılmamış eline fırça verilmiş, heyecanla ileri geri sallanan ve yere değmeyen ayaklarıyla ufak kendisi. Taburenin yanında ise uzun boylu, genç bir kadın. Sadece duruşunda başlı başına bariz bir zarafet taşıyan, yüz hatlarının karizması ve annemsi şefkatlikteki yumuşak gülümsemesinin zıt uyumu sanat yapmak için doğmuş dedirtiyordu. Unutmuştu. Ya da, hiç böyle görmemişti. Kemikli elleri ise ufak kendisinin fırçayı beceriksizce tutmaya çalıştığı elini sıcacık bir samimiyet ve keyifle ovada esen bir rüzgâr tatlılığıyla kavramış, güven vererek öğretiyordu.
Boş gözlerle önündeki iki figürü izledi. İki elin fırçayı hareket ettirişi, oluşan görselliğe atılan ufak kahkahalar, omzunun arkasından başını uzatmış annesinin kocaman gülümseme ve aferinlerle dönüp yanaklarına yumulması, öpmesi, boştaki elin bozuk saçlarda gezmesi, sarılması…
Boğazında biriken cam kırıklarını teker teker yuttu. Kan ağlıyordu kalbi. Çok uzun zaman sadece zar zor hayal edebildiği ve özlemini duyduğu senaryonun bu kadar kolay var olabildiği gerçeğinden nefret bile edemiyordu ruhunun büzüşüp düğümlenmesi yüzünden. Çekmeceye çevirdi bakışlarını.
Arkasından gelen kahkahalar eşliğinde bir tomar kağıdı eline aldı. Sıcak, yepyeni kağıtlar. Her birinde yüreğe huzur veren renk cümbüşleri eşliğinde çiçekler, bağlar bayırlar yıldızlar ve bulutlar ve gökyüzünün kendisine has gecesi vardı. Aynı ama katılan iradenin etkisi sonucu, farklı. Tıpkı yaşanılan günler gibi. Kendisi son yıllara kadar hiç suluboya kullanmamıştı. Kağıtların altındaki eskiz defterlerine de göz attı. Dünyalar, yaşamlar ve umutlar vurdu geçti ağlayan kalbini meltem rüzgârı gibi. Yağmur sonrası toprak kokusu vardı burnunda. Kendi çekmecesinden çok ama çok farklı hisler. Tuttuğu, gördüğü şey ilham ve hevesti. Sevgiyle yeşermiş renkli meraktı. Kendisinin sakladığı ise çürük, küf ve rutubet.
Kağıtları ve defterleri güzelce geri yerleştirdi, bölmeyi kapattı ve sesler kayboldu. Hisler hâlâ kursağında, beyazlığa geri döndü. Çocuğa baktı. Olan bitenlerin ne kadar farkında, tahmin edemiyordu. “Merak ettiğin bir şeyler yok mu?” dedi yorgun bir sesle. Sağa sola salladı çocuk başını ve bir kendisine, bir çekmeceye öyle bakmaya devam etti. Çocuktan aldığı rahatsız edici doğallığı bozan histen bir türlü kurtulamıyordu. Güzel hayatı yaşayan sensin, yine de bu tavır ve vurdumduymazlık…Tam şu an, öldürseydi ne olurdu acaba diye düşündü. Kendisi de silinir, bütün bunlardan kurtulur muydu? Gerek yoktu, durdu. Nefes aldı. Verdi.
“Baban nasıl?” diye sordu. Kendisi liseyi bitirene kadar babasının varlığını hissetmemişti. Evdeki her şeyden uzak, kendi dünyasında ruhsuz şekilde monotonluğa teslim olmuş, sadece var olmaya devam etmişti. Kimseyle konuşmaz, müdahale etmez, göz teması kurmaz, yemeğini ayrı yer çamaşırı ayrı yıkar ayrı yatar ayrı gelir ayrı giderdi. Bazen de eskort getirirdi. O günler annesi nereye bilmez, çekip giderdi. Gülümsemesini gördüğü, sesini duyduğu tek zamanlar o günlerdi. Varlığını hissettiği tek ansa, kalp krizi sonrası vefat ettiğinde taşıdığı tabutun ağırlığı olmuştu. İnsanlar gerçekten çok bencil olabiliyordu.
“9 ay önce vefat etti,” dedi boşlukta uyandığından beri duymadığı tok bir ses. Sesin geldiği yere döndü hemen.
Boylu poslu, temiz ve şık ve sade giyimli bir delikanlı vardı karşılarında. Yirmilerinin ortasındaki kendisi. Kimse kimseyi ve durumu uzun süre yadırgamıyordu anlaşılan. Adapte konusunda hep çok iyi olduğunu düşünmüştü. Paralel senaryoların hepsinde değişmeyen bazı karakter özellikleri vardı anladığı kadarıyla. Veya birbirlerine karşı hissettikleri yakınlık, bir şekilde durumu içgüdüsel olarak anlamalarına yardımcı oluyordu. Delikanlı da yanlarına geldi.
“Uykusunda gitti. Kalp krizi,” dedi. Gözlerindeki yoğunluk yumuşamış, bakışlarındaki baskıcı keskinlik olgunlaşarak güven veren bir hale evrilmişti. Sakin sesi, kişinin duvarlarını indirmesine sebep olan bir tondaydı. Güzel bir evde büyümüş, yetişmişti.
“…Konuşur muydu?” diye sordu.
“Hem de nasıl, susmak bilmezdi. Evin güneşiydi resmen. Enerjisi asla düşmez, annemi de beni de öyle veya böyle güldürür, kaldırır, destek olurdu. Pes etmez, her durumda iyiyi, güzeli görür, güven verirdi bir şekilde. Babaydı kısaca,” dedi delikanlı hafifçe gülümseyerek. Vay be dercesine başını salladı bir kaşını kaldırarak. Bu konseptte babasının alternatif versiyonunun bile böylesine canını yakıp çaresiz hissettireceğini düşünmemişti hiç. Delikanlıya baktı yeniden. Kıskançlıktan kurtulamıyordu.
“Bu ufaklık 9, sen kaç yaşındasın?”
“28,” dedi delikanlı. “Sen?”
“47.”
Delikanlı merakla bir kendisine, bir de adama bakan çocuğu izledi bir süre. Boş bir kanvas gibi diye düşündü. Her şeyin başlangıcı olan, bundan sonraki her bir anı ve duyguyu özümseyip, tek bir renge asla ev sahipliği yapmayacak, sonucunun ne olacağı asla bilinmeyen, sürekli değişim halinde olan şekilsiz, esnek bir kanvas. Zaman geçtikçe kendisi de o sonsuz tablonun içinde bir parça olabilirdi, aynı şekilde yanındaki adam da. Veya ikisi de aynı anda. Belki de ikisinden de yoksun.
Adama çevirdi bakışlarını. Yüreğine ağır geliyordu bakması nedense. Bakımlı, yaşını göstermeyen, kendisine has çekiciliği olan bir görünümü vardı. Ama gözler. Bütün ağırlık ve yaşanmışlıklar gözlerde toplanmıştı. Göz temasını devam ettirmekte zorlanacağı türden. Bu durumda neyi temsil ettiğini çok rahat herkes anlayabilirdi. İstemsiz bir suçluluk sardı benliğini bu yaşa kadar sürdüğü hayat yüzünden. Mantıksız bir suçluluk, evet; ama yüreğin engel olamayacağı bir türden. Belki de acıyordu. Eğer durum buysa, diye düşündü, kendisinden nefret etmeye hazırdı. Bu noktaya gelebilmiş, göğüs germiş kendisine ne hakla acıyordu? Gurur duyması gerekirdi. Bir iç çekti, göz göze geldi adamla. Kime olduğu kestirilmeyen tiksinti ve burukluk ve ne yapması gerektiğini bilmeyen bir adamın bakışları hakimdi yüzünde.
Adamın bir sorusu daha vardı delikanlıya. Elleri terlemeye, nabzı yükselmeye başlamıştı. Cevaptan çok ama çok korkuyordu.
“Kız arkadaşın var mı?” diye sordu.
Gözlerini yumdu delikanlı. “Var,” dedi.
“Yukarı doğru hafif kıvrımlı ufak bir burun, kendisinin kompleks yaptığı biraz geniş kulaklar ve yan profil, ay parçası gibi zarif küçük bir yüz, içine çeken, boğulup kaybolmayı huzura dönüştüren ela gözler, öptükçe vücudun ve zihnin uyuşup sarhoşluğa kucak açmasına sebep olan narin, hafif dolgun dudaklar, yanaklarda sanat eserinin son dokunuşu gibi oraya buraya serpiştirilmiş çiller, biraz dalgalı omuz hizasındaki buluttan farksız kestane rengi pamuk saçlar, ruhu renklendiren, her yeni güne uyanmayı heyecana dönüştüren bir kalp…doğru mudur?” diye sordu. Delikanlı biraz bekledi. Gözünde canlandırıp, yeniden ve yeniden yaşıyormuş gibi. Cevap vermekten çekiniyordu sonrasında duyabileceği şeyleri hayal edince.
“Doğrudur,” dedi.
“…Hayatta mı?” diye sordu göğsünde bir yumruyla. Delikanlı yeniden durdu.
“Evet.”
Koca bir yaşam doğup büyümüş ve göçüp gitmiş gibi hissettiren nefeslik bir sessizlik sardı boşluğu. Adam kocaman bir nefes verdi gürültüyle. Volta atmaya başladı. A harfini tek bir nefes şeklinde tek bir saniyeyle bağırdı. Saçlarını geriye attı, kavradı, gözlerini yumdu ve sıktı ve çekti. Geri geldi. Dudaklarında rahatlamış ama binbir pişmanlığı taşıyan bir gülümseme vardı.
“Ben yetişememiştim,” dedi. Delikanlı kanı çekilmişçesine, tahmin ettiği şeyi duymuş olsa da, kalakalmıştı.
“Ben de…son anda yetiştim. Birkaç dakika daha geç kalsaydım, dönüşü olmazmış,” dedi sonucu istemsizce hayal ederek. Olduğu yerde sallandı biraz, huzursuzluğu atmaya çalışıyordu sanki.
“Bıraktığı not yere düşmüştü. Camı açık bırakmış. Anahtarları masaya koymaya çalışırken cüzdanı yere düşürmüştüm. Almak için eğildiğimde gördüm. Geç kalmıştım…” dedi.
Sessizliği bozdu “Değişti,” diyerek ufaklık. Çekmeceye yöneldiler hemen. İlkine kıyasla daha sık kullanıldığı nerdeyse hiç belli olmuyordu. Cilalanmış, yeni boyanmış gibiydi. Adam yavaşça araladı. Aşina olduğu gıcırtıyı bunda da duymadı. “İyi bakıyorum,” dedi delikanlı.
Ve çatladı, kırıldı, döküldü beyaz boşluk yeniden. Yumuşak bir halı üzerindeydi. Üniversite zamanlarında kaldığı daire ve hâlâ tercih ettiği turuncu ışığın aydınlattığı ufak, çoğunlukla boş bir salon. Ve kendisi. Şövale başında iki büklüm oturmuş, pürdikkat.
Gözleri doldu. Kaderin acımasızlığına okkalı bir küfür savurdu içinden sırtını çekmeceye dayayarak. Bu görüntüye şahitlik ediyor olması bir lütuf mu, yoksa ceza mı hiç ama hiç ayırt edemeyecek kadar uyuşmuş ve duyguların denizinde boğulmaktaydı kalbi. Bakışları şövalenin arkasına kaydı korkuyla ya boşsa diye, ya farklı birisiyse diye; ama oradaydı.
Biraz eski, rengi solmuş ama fazlasıyla rahat ve geniş tekli koltukta oturuyordu. Bağdaş kurmuş, arkasına yaslanmıştı. Profilden poz vermemek için her şeyi yaptığı çok belliydi. Bu duruma çizimi yapan delikanlıyla bir kendisi de gülümsedi. Ama ezberden çizebilecek kadar çok incelemiş ve sevmiş, zihninin her bir noktasına asmıştı görüntüleri. Sevgilisi, hayatta ve oradaydı. Final için verilmiş bir ödev, portre. Kendisinin modeli artık olmadığı için tamamlayamadığı, birkaç sene tekrar ettiği ve ödevin değişmesiyle geçebildiği ders.
Kalemi bıraktı, gerindi delikanlı ve o asla unutamadığı yumuşak, sempatik sesi duydu. Tonu asla yükselmez, her zaman duyulabilecek ayarda sakince, bulutların üstünde yattığını hissettiren ve asla düşmeyeceğinin güvenini veren bir şekilde konuşurdu. Bu konuşma şekli ve tonun delikanlıya da kendisine olduğu gibi işlediğini fark etti. Gülümsedi istemsizce. Hızla aktı zaman, delikanlı kalktı ve koltuğa çöktü. Sevgilisi de iki fincan kahveyle geldi, kucağına yanlamasına yerleşti göz açıp kapayıncaya kadar. Her zamanki halleriydi.
Hafif kısılmış gözler, kırılmış bir yürek ve buruk bir gülümsemeyle izledi ikisini uzun uzun kendi anılarını tazeleyerek. Çoğunlukla sevgilisi konuşuyor, dalıp giden gözlerle dinliyordu delikanlı da. Gülüyor, ciddileşiyor, bazen susup zamanın tadını çıkarıyor ve sonra yeniden gülüyorlardı.
Kahveleri bitene kadar izledi. Ruhunun büyük bir parçasının özgürce, keyifle hareket edişini yeniden ve yeniden ve yeniden kazıdı kalbine. Kollarında bez bebek gibi duran cansız bedenin görüntüsünü, hissini silmeye çalışıyordu sanki. Sesini tazeledi hafızasında, sıcaklığını ve kokusunu teninde hayal etti tekrardan. Yumdu gözlerini, hissederek. Ve bembeyaz boşluğa geri döndü buğulu gözlerle. Delikanlı sessiz, ağır bir kalple izliyordu. Tahmin etmesi zor değildi. Yarım açık bölmeyi araladı iyice.
Karakalem çizimlere göz attı. Portreler, fütüristik mimari tasarımlar ve birbirinden farklı tema ve tarzda karakterler. Daha koyu hisler işleyen kömür kalemle yapılmış çizimler. Tuzludan sonra tatlı yemişçesine bir anda canlı renklerle suluboya eserleri. Bir yaz günü sabah 05:00’a doğru gökyüzünün koyu maviliği gibiydi. Arayan huzur ve dinginliği de, buruk melankoliyi de bulabilirdi. İsteyense yarım saat civarı bekleyip, doğan güneşi karşılayabilirdi. İlk bölümün heves, saflık ve umut dolu cıvıl cıvıl sıcaklığından sonra ikinci bölümde her şey çok daha dengede hissettiriyordu. Terazi ne melankoliye kayıyor, ne de neşeyle diğer tarafı göklere uçuruyordu. Hayat devam ettikçe, delikanlı da görmüş yaşamış ve mücadele etmişti. Şefkati hissetmiş, destek ne öğrenmiş, zor zamanları atlatma üzerine gözleri önünde bir örnekle harmanlanmıştı. Ruhunu tamamlayan bir parçayı kaybetmenin eşiğinden dönmüş ama süreçte ruhunun farklı bir değerinin temelini atan babasını kaybetmiş, küçük büyük her şeyin gelip geçiciliğinin bilinciyle değer bilmeyi kavramıştı. Dengenin hakim olduğu paralel evrendi. Kapattı, ayaklandı, derin bir iç çekti, delikanlının omzuna vurdu ve voltaya döndü.
Son olarak, kendisi vardı. Gözleri önündeki iki yaşamın yıkımı taşıyan bütün yolları içinde fermente edilmiş, terazinin tek bir tarafını kırılgan ruhunun sırtına üstlenmiş, neyin normal neyin sağlıklı olduğunu hangi duygunun aslında nasıl olması gerektiğini hayatının sonraki evrelerinde anca kavrayacak kadar kopuk, çarpık bir hayat sürmüş kendisi. Dostu ve yaşadığı, kaybettiği aşk terazisini az çok eşitlemesine yardımcı olmuş yegane şeylerdi.
Üçüncü bölmeyi bir anda tak tuk zorlayarak kulak tırmalayıp düşünceleri kesen bir gıcırtıyla açtı ufaklık ikisinden habersiz. Unutulmuşluğun paslı kokusu sardı etrafı. Negatiflik, karmaşa ve kaçış hissiyle harmanlanmış buruşuk, çıtırdayan, kırılgan kağıtlarla doluydu. Sadece kendisine anlam ifade eden, muğlak, ağır çalışmalar. Nefret ettiği portfolyosu. Kendisi. Ruhu ve kalemi. Kaçtığı, buna rağmen her seferinde kağıda döktüğü ama kimseyle paylaşamadığı duyguları ve yaşamı. Hadsiz ağırlığı.
Beyazlık değişmemişti. Önlerindeki her şey bir şekilde ikisi için de yeterliydi. İçgüdü ve kabullenişin etkisiydi belki de. Adamın aksine, belki de bu versiyonun varlığını kabul etmek için anıların kanıtına gerek yoktu ikisi için.
Çöktü, kağıtlara göz attı çocukla beraber. Nefret. Sadece nefret. Kendisine, hayata. Var olan her şeye. Öfke, pişmanlık, biraz da inkar etmek istediği özlem. Ruhu çürüten bütün baharatlar. Nefesi ağırlaşıyordu. Çocuk çoktan kenara çekilmiş, bir adama bir delikanlıya bakıyor, izliyordu. Diğer bütün gözler için anlam çıkarması imkansız olacak şekilde özenle çizilmiş, karalanmıştı sanki her şey. Boş kanvastan farkı olmayan çocuğun karakteri daha yerine oturmamışken denizin derinliklerindeki siyahlığa daldırılıp çıkarılması, ve büyüdükçe atılan fırça darbesiyle gelen renklerin hepsinin karanlık tarafından farkında olmaksızın asimile edilmesi. Körleşmiş gözler, her şeyi reddeden kalem ve yorgun, kurumuş fırçalar.
Ufaklığa baktı adam. Travmasını, korkusunu hissedemiyordu. İleride delikanlı da olabilirdi, kendisi de. İkisinden de ayrı birisi de. Temelinde taşıdığı umudu ve sıcaklığı gördükten sonra, biraz hafiflemişti kini sanki. Mutlu bir çocukluğa ev sahipliği yapan evren. Belki de farklı evrenlerde sahip olduğu şeylerin potansiyeline kendisi de sahipti. Bu yürek hafifleten rengi belki kendisi de yaşına ve yaşamına rağmen hâlâ öğrenip kağıda dökebilir, ruhuna işleyebilirdi. Mümkün olduğunu görmesi yeterliydi.
Delikanlıya baktı. Hayatın acısını kederini çok daha stabil yaşamış, tek başına üstlenip ezilmemiş, yolundan sapmamış, abartıya kaçmamıştı. Üzgünken üzgün, mutluyken mutluluğu yaşamış, karşısına çıkanları reddetmemiş, nefret etmemiş suçlamamış, bir kalıba girmemiş, o an neyse kabul ederek yaşamıştı. Belki de yansıttığı kaosu, kargaşayı ve koyu tonları artık biraz daha yumuşatabilir, barışık olabilirdi kendisi de. Bu dönüştüğü renksiz kişiyi sever miydi sevgilisi? Bütün yaşananlar bu halde olmasını değil, bu halde kalmasını geçerli kılan şeyler miydi?
Yanlarına geldi. Eğildi. Son bir kez baktı ikisine. Kağıtları aldı ellerinden. Gülümsedi, bu sefer isteyerek. Kalpten. Delikanlının gözlerinde vicdanen bir rahatlık, çocukta ise kestirilemeyen bir farkındalık vardı. Sonsuz olasılıklara sahipti.
Çekmeceyi sağa sola ustaca birkaç hareketle sallayıp, yüksek sesli bir gıcırtıyla sertçe kapattı.
* * *
Gözlerini yavaşça açtı. Hareket etmeden sağa sola baktı. Tatlı, turuncu ışık. Cesur bir bitki. Uzattığı şekilde kalmış, çoktan tutulmuş dizleri. Sehpa üzerinde soğumuş çay. Televizyonda duyamadığı şarkı. Dışarıda kaotik hareketlilik, yavaşlamamış. Ev.
Hepsinden de öte, yutkununca yanan bir boğaz. İnanılmaz bir hayal kırıklığı eşliğinde tutulmuş dizlerini yüzünü ekşiterek ve boğazı yanarak indirdi. Kendisine daha çok dikkat etmeye başladığı günden beri böylesine hazırlıksız halde uyuyakalmamıştı. Dizlerini ovuşturdu, kemiklerine kadar irkildi. Hasta oluyordu. Arkasına yaslandı, sandalye sallandı. Çekmeceye kaydı gözleri. Çok da mahcup durmuyordu artık. Göğsünü kabartmıştı biraz hatta. Ben buradayım diyordu, ama sesi kısık ve cılızdı hala. Sonra da yanında duran, ağzı açık şekilde yere düşmüş ve kağıtların birkaçını dışarı kaçırmış çantasına baktı. Hadsiz değil de, sağlıksız ağırlıktaki portfolyosu, üçüncü bölmenin tamamı. Kendisini oluşturan her şey.
Yarından itibaren muğlaklığı biraz daha azaltıp, daha anlaşılır, dışa dönük çalışmalar denemeyi düşündü. Mümkündü. Portfolyosuna daha kibar davranmak, olduğu gibi kabullenmek, başka sebepler aramamak ilk adımdı. Yaşam ve olası ihtimallerden doğan sayısız senaryolardan esintilerle daha dengeli, harmonili çalışmalarla kendisine de ona da renk katmaya söz verdi. Tek bir duygu ve düşünceden ibaret olamazdı ruhu. Reddetmeyi, kaçmayı ve kendisine acımayı sonlandırıp gözlerindeki buğuyu temizlemesi gerekiyordu. Bunca zaman sonra kendisi ve ruhu ve kalemiyle biraz daha barışık olması kimseye zarar vermezdi. Yeteri kadar süründürmüştü kendisini bu çukurda sonuçta. Olan oldu, olabilecekler kaderin farklı çizgisi üzerinde olmaya devam ediyordu. Adım adım, her anı içindeki her duygunun değerini bilerek yaşamaya odaklanmak, sadece üçüncü bölmede keşkelerle ya şöyle olsaydı ya böyle olsaydılarla tıkılı kalmamak güzel bir değişiklik olurdu. Belki ruhu hafiflerdi. Yaşadığı kötülerin iyi versiyonlarının olduğu, ama başka yaşamlarda sürdüğü gerçeğine olan kini temizlemesi, üstesinden gelmesi gereken bir parazitti. Her ne kadar küf ve rutubetle harmanlanmış olsa da, kapalı bölmenin dışındaki ışığa açlığı aslında hiç dinmemişti. Melankoliye bağımlılığı buna engel olmuştu belki de. Bir kerede çıkardığı bu “dersler” oldu olası beynindeki raflarda toz tutar haldeydi. Hayatının monotonluğu toz almasına ihtiyaç duyurmamıştı hiç. Ama bir yandan da uzun zamandır yediği retleri düşününce, rafları ufaktan temizleme vakti geldiği de sürekli aklında olmuştu. Sadece harekete geçmiyordu. Benliğini oluşturan bu tutkuyu kafenin yanında resmi şekilde işe dökmek istiyordu.
Ama önce çayını tazeleyip, boğazı için bal limon yapıp, duruma göre ilaç alıp, sabaha ağrısız sızısız kalkmak ilk önceliği ve arzusuydu.
Denemeye devam etmek istiyordu. Devam edecekti.
Hüzünlüydü. Draması beni pek sarmasa da iyi işlenmiş gibi geldi. Bir paralel evren temasından beklediğim bir konusu olmasa da güzeldi.