Öykü

Bıçak

Dirseklerini, üzerinde hafif çatlaklar olan ahşap masaya dayamış şeklide, önündeki tabaktan lokmaları alıp ağzına yavaşça götürüyordu. Ağır ağır çiğniyor sonra yine aynı hızda ve umursamazlıkla ağzındaki tadı yineliyordu. Hafif düşük göz kapakları ne iniyor ne çıkıyor, ince dudakları zevksizce aralanıyordu. Çatalı, cilasız tahta kâsenin içerisine geri sokacakken eli bir anda durdu. Parmağı kasılarak çatalı tutan refleksini kaybetti ve ardından yerden gelen çınlama eşlik etti. Eli, ağzı ve gözleri zihnine bir şeylerin yanlış gittiğinin mesajını, istese de anlayamayacağı bir hızla iletti.

Soğan tadı bu ayvalı yemekte olmamalıydı. Ekmekte de, hatta az önce içtiği şeffaf çorbada da. Dili ağzının içerisinde gezip bu kaçak tadı ararken, gözleri ise yerdeki çatala değil oklava kalınlığından hallice 4 parça odunla ayrılmış pencereye daldı. Yemeği bozan tadın varlığı, tok çınlama, penceredeki detaylar hepsi tutarsız ama bir şekilde anlamlı bir bütünlük oluşturmaya başlamıştı. Pencereden yemeğe, yemekten duvara ve yerdeki çatala kayan gözleri, ağzındaki bu huzursuz tadın sebebini tepkisiz bir panikle arıyordu.

Eşine seslendi, yanıt alamayınca sesini yükselterek bir kez daha… Sürünen ayak sesleri, bıkkın bir sorgulamayla geldi, “Ne var?” Adam masadan sakince, seyrek bıyıklarını kaşıyarak kalkıp “Yemek yaptığın bıçak nerede?” diye sordu. Kadın, lavabonun içini gösterdi. Metal lavabodan bıçağı alıp kokladı, soğan yoktu. Çöpe baktı, soğan kabukları aradı, bulamadı. Kapıya yöneldi. Tat hâlâ ağzında geziyor, bu orada olmaması gereken zerrecikler belki hayali diye düşünüyor, dili çok yavaş ve temkinli bir şekilde ağzının içinde hareket etmeye devam ediyordu. Soğuk bir tehdit, eşinin ilgisiz tavırlarında, bir ressama ilham olmuş ya da olacak bu kır manzarasında, soyulmuş ahşap kapının kulpunda dolaşıyordu. Derin bir nefes alıp kapıyı açtı.

Kapıyı gösteren yol ve onu çevreleyen düzensiz ağaçların arkası yoktu. İki boyuttan oluşan bir resme bakıyordu. Hapsolmuşluk hissi ile kapıyı kapatmak istedi fakat bir yandan da ağzındaki tat artıyordu. Sıradan bir gününü ağaç yontarak geçiren bir insan için bu basit hamle, içinde bulunduğu hissiyatı düşününce akıl almaz bir karardı. Bir ayağı dışarı uzanmış, başı ise evin içine geriye, yirmi beş yılını geçirip yabancı hissettiği eşine dikkatle bakıyordu.

-Çıkıyorsan çık, içerisi soğudu ne yapıyorsun?

Ön diş. Eşine dişlerini göster dedi. Tövbe çektirdi. Satacak mısın beni, diye belirsiz bir gülümsemeyle sordu kadın. Dişlerini göster, diye tekrarladı. Adamın sesinin bir kısmı ağzından çıkarken kalanı kaygıdan bir girdap gibi içine akıyordu. “Gösterirsem kapıyı kapatacak mısın?” diye sordu. Evet dedi, alçalan bir sesle. Kadın yamuk dişlerini gösterdi. Ön dişi, sol tarafı kırık.

Adam ani bir kararla kendini hapsedecek gibi görünen manzaraya adımını attı. Nefes alamayacağını sanarak gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında adımını yine evin içine attığını gördü. Kaygısı yavaş yavaş azalıyordu. İçeri yavaşça geçip, kapının hemen solunda bulunan ufak mutfağa girdi. Ahşap masa, üzerindeki kâsesi oradaydı.

Eşine seslendi. Ayaklarını sürüyerek gelen kadın bıkkınlıkla “Ne istiyorsun?” dedi.

-Dişlerini göster, dedi adam.

-Ne var dişimde? Az önce de ben soğan yemem diye ortalığı ayağa kaldırdın çıktın gittin, ne zaman döndün?

Adam ben yapmadım diyemedi, tartışacak ya da bir şeyleri sorgulayacak tarafı az önce nefesini içeriye kaçıran o yabancı hisle susturuldu. Adam ısrarcı bir biçimde, dişlerini göster, diye devam etti. Kadın isteksizce dişlerini gösterdi. Ön diş, sağ tarafı kırık. Belki aylardır hatta yıllardır gelmeyen bir coşku ile karısını kendine çekerek sarılıp öptü. Kadın önce tezgâhtaki çiğ soğana sonra da adama bakıp kendisini hafifçe geriye iterek, ağzını büktü. Adamın yüreğindeki kasvet ve tehdit hissi yok olurken, aralık kapıdan görünen ağaçlar yuvarlak bir hacme ulaşmıştı.

Reyhan Alemdar