Öykü

Bir Garip Yolcu

Saat 07:00. Evden çıkıyorum. Arabama biniyorum. Her gün aynı yol. Radyoyu açıyorum. Baştan haberler sonra daha önce milyon kez duyduğum halde kimin söylediğini bilmediğim birtakım şarkılar çalıyor, çat pat eşlik ediyorum. Uykuluyum, gözlerimi açmakta, kendimi yola vermekte zorlanıyorum. Yol ıssız, benden başka kimse yok yine. Her gün bir saat gidiyorum bu şekilde. Dümdüz bir yol; alabildiğine düzlük, yer yer yeşil, yer yer bozkır. Her Allah’ın günü aynı yol, aynı bozkır, aynı yeşillik, aynı araba, aynı ben, aynı saat, aynı şarkılar, aynı hız, aynı uykusuzluk, aynı yalnızlık. Aniden onu görüyorum uzaktan, fren yapıyorum.

Bir kadın gibi, arkası dönük, dans mı ediyor yolun ortasında? Daha da yavaşlıyorum. Üzerinde kırmızı bir elbise var. Oldukça çekici görünüyor gözüme. Uzun zamandır yalnızım. Etkilenmemek mümkün değil. Elinde bir şey var; zilli bir müzik aleti, ama ne olduğunu çıkaramıyorum. Çok da umursamıyorum açıkçası. Daha da yaklaşıyorum, yüzünü görmeye çalışıyorum ama göremiyorum. Kafasında kırmızı elbisesinin uzantısı olan kırmızı peçesi var. Daha önce böyle canlı bir kırmızı hiç görmemiştim. O sırada gözüm saate ilişiyor. Nasıl da yakınım ona. Gözüm saatte, “O” yolda, aklım işte. Geç kaldım, yine çok geç kaldım! Bu kadar yaklaşmışken ve onu böyle delicesine merak ederken hızımı arttırıyorum, yanından uçarak geçip gidiyorum.

Dikiz aynasından bakıyorum yüzünü görmek için, yine arkasını dönüyor, yine başaramıyorum. Yalnızca bir an için bir sarılık, yok artık saçmalama! Sürüyorum yine biraz hızlı, biraz yavaş. Aynılığın içine dalıyorum son sürat. Bir türlü varamıyorum sanki bu sabah işe, yol bitmek bilmiyor. Saat de geçmiş hâlbuki; geç kaldım, yine çok geç kaldım. O esnada tekrar kadını gördüğüm yerde olduğumu fark ediyorum. Evet, kesinlikle burasıydı.

Yerde bir kırmızılık görüyorum, peçesi mi o? Dikkatimi çok da dağıtmadan geçip gidiyorum yanından. Geç kaldım, işe çok geç kaldım! Aynı yollar, aynı bozkır, aynı yeşillikler, aynı geç kalış. Radyoyu kapatıyorum. Hep aynı şarkılar. Yeniden oradan, onu ilk ve son kez gördüğüm yerden geçtiğimi fark ediyorum. Bu sefer yerde şu garip zilli şey var. Gözümü kaçırarak geçip gidiyorum yanından. Sonra bir kez daha, bir kez daha geçiyorum aynı yerden. Tanrım, işe asla yetişemeyeceğim, yolu bulamıyorum, kayboldum. Geç kaldım, çok geç kaldım! Bu yoldan bir türlü çıkamıyorum, sürekli aynı yerlerde dolaşıyorum, işe gidiş yolumda, telaş içinde, sonsuza kadar gidip yine başa varıyorum.

Saat 07.00. Evden çıkıyorum. Arabama biniyorum. Her gün aynı yol. Bugün de bir farklılık olsun ya! Tam kavşakta, daha önce kullanmadığım, şu bozuk ama nispeten kısa olan yola yönelmeye karar veriyorum. İşte başladık. Takır tukur, çatır çutur ilerliyorum. Lastikleri de daha yeni değiştirmiştim, hay böyle işin içine! Yanlış karar verdiğim günlerden biri daha! Yine de dönmek istemiyorum. Bugün de böyle oluversin. Allahtan yine yalnızım yolda da, en azından cama koca bir taş isabet etme riski bari yok. Taşları savura savura hızlanıyorum. Radyoyu da kapatıyorum, kadının mekanik sesine kıyasla taşların sesini duymayı yeğliyorum. Zamanla bu ses içimdeki öfkeyi tetikliyor, daha çok gaza basıyorum. O sırada yolda bir kadın görüyorum, kırmızı kıyafetli bir kadın. Arkası dönük, dans mı ediyor bu deli, yolun ortasında? Elinde çıngırak gibi bir şey. Sabah sabah bir delimiz eksikti. Fiziği de güzel ha, yazık olmuş kadına. O an kendi deliliğimin de fokur fokur kaynamaya başladığını hissediyorum. Yol ıssız, kimse görmez, kimsecikler duymaz. Öfkem, fırlattığım, etrafa saçtığım taşlarla birlikte fışkırıyor damarlarımdan dışarı. Ezmek istiyorum onu; en mutlu olduğu, en güzel figürlerini sergilediği o anda, peçesinin kırmızısına kanını karıştırmak, onu bu yola yapıştırmak, başta kafatası olmak üzere her bir kıvrımını ezim ezim ezmek istiyorum. Bunu çok istiyorum, hırsımdan direksiyonu daha da fazla sıkıyorum, ellerim terliyor. Daha da şiddetli basıyorum gaza. Duymuyor mu beni, çekilse ya kenara! Bu beni daha da öfkelendiriyor. Geri zekâlı kadın! Giderek daha fazla hızlanıyorum ve kocaman bir gürültü ile ona çarpıyorum. Çarpmamın etkisiyle havalandığını görüyorum ama garip bir şekilde düşüşünü göremiyorum. O kadar uzağa fırlamış olamaz. Tanrım nereye düştü bu kaltak! Hızımı koruyorum, bir an önce buradan kaçmalıyım. Daha da hızlı sürüyorum, kalbim küt küt atıyor. Yok, hiçbir yerde yok! Artık o kadar hızlıyım ki yolun kenarını görmekte zorlanıyorum. Nerede bu lanet olasıca kadın! Gözüm dikiz aynasına kayıyor bir an için. Birdenbire onunla göz göze geliyorum. Direksiyon hâkimiyetimi kaybediyorum, taklalar atıyorum bomboş yolda. Hem dönüp duruyorum hem de kanlarımı savuruyorum etrafa. Yol bir kan gölüne dönüşüyor, ölüyorum galiba. Ölmeden önce, o kan gölümün ortasında gördüğüm son şey ayakları oluyor. Kırmızı ojeli ayakları…

Saat 07.00. Evden çıkıyorum. Arabama biniyorum. Her gün aynı yol. Tam kavşakta trafik polisi karşılıyor beni. Yol yapım çalışması varmış, diğer yoldan gitmem gerekiyormuş. Eyvallah diyorum, sapıyorum o yola. Yol bozuk, her yer taş. Pek hız yapmıyorum, lastikleri yeni değiştirdim. Tıngır mıngır gidiyorum. Bugün hava ne kadar da güzel, bulutlar daha bir beyaz, yol kenarında papatyalar, sarı çiçekler açmış. Daha önce bu yoldan hiç gelmemiştim, ne kadar da güzelmiş, arada geçmek lazım. Hatta yürüyüş yapmak için de güzel bir yer. O sırada yolun ortasında bir kadın görüyorum. Arkası dönük, üzerinde kırmızı bir elbise var. Kafasında elbisesinin uzantısı kırmızı bir peçe. Ne kadar da güzel dans ediyor. Elindeki bir sistrum mu? Ah, onu bir müzede görmüştüm, ne çok elime almak istemiştim! İçim onunla dans etme isteği ile doluyor. Çaldığı müziği duymak için camları açıyorum, giderek yaklaşıyorum. Çok tanıdık geliyor ezgisi ama çıkaramıyorum. Arabayı park ediyorum yol kenarına. Ona doğru yürümeye başlıyorum. Sanırım beni duymadı, hiç istifini bozmuyor, muhteşem dansına devam ediyor. Giderek yaklaşıyorum, tam arkasındayım. Boyumuz aynı, kıvrımlarımız aynı, sanki kilolarımız bile aynı. Nefesim tülü geçip ensesine değiyor. Bir şeyler onu durduruyor, şimdi tamamıyla kıpırtısız. Tekrar nefes alıp vermeye çekiniyorum. Aniden içimi bir korku kaplıyor, kaçmak istiyorum oradan, kaburgalarımın arasına bir taş gelip yerleşiyor. Aynı zamanda da bir şey beni tutuyor, hareket edemiyorum. Kocaman bir nefes alıp, nefesimi sesli bir şekilde veriyorum. Bir anda kükreyerek bana dönüyor, kulaklarımı kapatıyorum, titremeye başlıyorum. Daha fazla kükrüyor. Kaçmıyorum, zaten bırak kaçmayı kıpırdayamıyorum bile. Sesi giderek azalıyor, titremem giderek yavaşlıyor. Sıkıca kapattığım gözlerimi hafifçe aralıyorum. Bir aslan, bir dişi aslan yüzü bu! Doğruca gözlerinin içine bakıyorum. Bakışları yumuşuyor, ona dokunmak istiyorum. Önce parmaklarımı uzatıyorum narin ellerine doğru. Ellerini tutuyorum, ikimiz de şaşkınız. Bir homurtu çıkıyor ağzından. Ellerini tutmayı, gözlerine bakmayı sürdürüyorum. Sonra yavaşça bırakıyorum ellerini ve teması hiç kesmeden bir elimi omzuna bir elimi beline doluyorum, ona sıkıca sarılıyorum. Homurtuları artıyor, sanki can çekişiyor kollarımda. İyice hissizleşiyor, sesi giderek yumuşuyor, homurtuları iç çekişlere dönüşüyor. Bir “ah” çıkıyor ağzından. Yüzünü görmek istiyorum. Usulca bedenimi bedeninden ayırıyorum. Karşımda yüzünü görünce şaşkınlıktan tüylerim ürperiyor. Tanrım bu gördüğüm en güzel yüz! İri, çekik, gülen gözler, minicik bir burun, incecik bir çene, muhteşem dudaklar… Afallıyorum. Ellerimi tutuyor, öpüyor parmak uçlarımı, şaşkınlıkla izliyorum. Sonra yaklaşıyor, giderek daha fazla, daha da fazla yaklaşıyor. O yaklaştıkça göz kapaklarım yavaşça aşağıya düşüyor.

Saat yok, zaman yok. Çöldeyim, çıplak ayaklarla yürümeye çalışıyorum zar zor. Ayaklarıma bakıyorum, kırmızı ojeli ayak parmaklarım ne kadar da güzeller. Sahi hep bu kadar güzel miydiler? Çok sıcak, Güneş tenimi yakıyor. Üzerimde kırmızı bir elbise var, başıma Güneş geçmesin diye kırmızı peçemi örtmüşüm. Dudaklarım yanıyor, yalıyorum istemsiz, yaladıkça daha çok kavruluyor. Ayaklarımın altındaki kum taneleri o kadar kuru ki tek tek savruluyor ben yürüdükçe, kim bilir ne zamandır su görmemişler. İleriye bakıyorum. Sonsuzda gökyüzü mavisi, çöl sarısı ile kesişiyor. İşte tam da oraya doğru yürüyorum, o çizgiye varmak hedefim. Adımlarımı hızlandırıyorum, peçem savruluyor başımdan. Bir zaman sonra sanki mavilik ikiye bölünüyor, üst üste iki ton mavi var artık. İki sınır; sarı boz-mavi sınırı, koyu mavi-açık mavi sınırı. Yoksa? Koşmaya başlıyorum, koyu mavilik giderek büyüyor. Bu o! Kokusunu duyuyorum. Kumlar daha bir coşku ile savruluyor, onlar da heyecanlanıyorlar onun kokusunu duyunca, yüzyıllardır onsuzlar sonuçta. Rüzgâr da katılıyor bu dansa, kumlar havalanıyor etrafta, kumdan bir taht yapıyorlar bana. Hep birlikte uçuyoruz ona. Sonunda kıyısına varıyoruz. Rüzgâr nazikçe indiriyor beni kumdan tahtımdan. Önce ayağımı dokunduruyorum koyu maviliğe, ardından derin bir nefes alıyorum, verirken sanki her bir uzvumu ona teslim ediyorum. Öyle ılık ki, beni çağırıyor kucağına. Ben ilerledikçe koyu maviliğe giren kısımlarım eriyor. İlk öce ayaklarım kayboluyor, sonra bacaklarım. Göremiyorum artık onları, koyu maviliğin içine bakıyorum; yoklar ama aslında varlar, çünkü yere basışlarımı hissediyorum. Boğazıma kadar ilerliyorum koyu maviliğin içerisinde. Kolumu kaldırıyorum, dışarı çıkarıyorum, ellerime bakıyorum; yoklar ama aslında varlar, çünkü tenime vuran meltemi hissediyorum. Derinliği beni korkutuyor, başımı koyu maviliğe daldırmaya bir müddet cesaret edemiyorum. Gördüğüm sadece mavilik; önüm, arkam, sağım, solum, tepem hep mavi. Bu delice mavilik gözlerimin kahvesini ele geçirene, kokusu burun deliklerimden dolup beyin hücrelerimi harekete geçirene, dudaklarımın susuzluğu tuzla kavrulmayı kabul edene, kulaklarım sessizliğin içindeki yakarışı işitene dek bekliyorum. O sırada pek de büyük olmayan bir dalga yükseliyor ve pek de büyük olmayan kafamı içine alıveriyor. Teslim oluyorum. Öylece sırt üstü uzanıp yüzeyde serbestçe dalgalanıyorum. Altımda koyu mavilik, onun altında toprak, üstümde hava, onun üstünde açık mavilik… Buradayım, hâlâ aranızdayım. Güneş’ in koyu maviliği öpüşü ile oluşan o sonsuz ışıltıyım. Martıların dağıttığı, rüzgârın savurduğu ama daima parlayan o ışıltı…

Dilay Kütük

İsmim Dilay; “gönlü aydınlatan Ay gibi güzel”. Oysa benim için hep “annemle babamın isimlerinin ilk hecelerinin birleşimi” idi. Çekindiğim sözlük anlamını artık gururla ve üzerine bastırarak söylediğim zamanlardayım. Gıda mühendisi olarak 20 sene boyunca Hacettepe Üniversitesi'nde, akademik alanda, aynı binada çalıştım. Yollarımızın ayrıldığı şu dönemde her türlü yeniye ayak uydurma aşamasındayım. İçimdeki sanat aşkı pandemi döneminde çocuk hikayeleri ile ortaya çıktı; resim, masallar, anlatıcılık, dans, müzik ve nihayet öykülerle tazelendi. Şimdilerde öykü, şiir ve çocuk edebiyatı alanlarında okumalar ve yazım çalışmaları yapıyorum. Bu çalışmaların yanı sıra mikrobiyoloji, resim, masallar ve anlatıcılık alanlarında da faaliyet göstermeye devam ediyorum. "Topal" adlı öyküm Kayıp Rıhtım dergisi "Perili Ev" temalı seçkisinde, "Yalnız" isimli öyküm Panzehir Dergide yayımlanmıştır.