Öykü

Ayda’nın Evreninde Buluşma

Sabahın erken saatlerinde, güneş henüz yeni doğarken, kampüse gelirim. Haftanın beş sabahı güne, personel servislerinin bu kadar erken bir saatte kampüse gelmesinin güzel taraflarını düşünerek başlamaya çalışırım. Trafiğin yoğun olduğu saatleri yolda geçirmenin boş bir kampüste dolanmaktan iyi olmadığını bilirim. Ofisime yerleşirim ve bilgisayarımı açarım. İlk işim, öğrencilerden gelen e-postaları kontrol etmek ve onları yanıtlamak olur. Her bir öğrenciyle birebir ilgilenir, onların kayıt işlemleri, ders programları ve burs başvuruları gibi konularına gereğinden fazla yardımcı olurum. Ben bir görev kadınıyım.

Öğle arasında, kampüsün yeşillikler içindeki yollarında kısa bir yürüyüş yaparım. Yemekhanede öğle yemeğini yerken genellikle yalnız takılmayı umarım. Bu her zaman mümkün olmaz ama her öğlen bu beklentiyle yemekhane yolunu arşınlarım.

Öğleden sonra, öğrenci danışmanlarıyla toplantılar yaparım. Bunların çoğu gereksiz toplantılar olur. Zaten bir yerde fazla toplantı varsa az iş vardır. Ama ben bir istisnayım. Gündüzleri yapacak başka işim olmadığından hem çok toplantı yaparım, hem de çok iş çıkarırım. Her gün eğer engelli olmasaydım üniversitemizde öğrenci işleriyle ilgili yönetim ve koordinasyon görevlerini yürüten birimin başı olurdum diye düşünmekten kendimi alamam. Öğrenci İşleri Daire Başkanı olma fikri cazip gelir. Daha çok sorumluluk daha az boş vakit demektir. Temel tanımlı işimden arta kalan zamanlarda vazifem olmadığı halde her fırsatta engelli öğrencilere yönelik programlar ve etkinlikler konusunda önerilerde bulunurum. Günün sonunda, tamamlanması gereken raporlar ve evrak işleriyle meşgul olurum. Her bir dosyayı dikkatle incelerim ve her zaman gerekli notları alırım. İş günüm bittiğinde, ofisimi toplar ve ertesi gün için hazırlıklarımı yaparım. Ben organik bir iş makinasıyım.

Böylelikle iş günüm biter, eve dönerim. Akşamın huzurunu severim. Evimin kapısını anahtarımla açtığımda içeriden gelen sıcaklıkla ruhum ısınır. Burada diğer kendim olurum. Tembel, dağınık, rahatına düşkün ben. Ayakkabılarımı çıkarır ve rahat terliklerimi giyinirim. Mutfakta çayımı demlerken, pencereden dışarıya bakar, kentsel dönüşüm harikası olan ve şehre yukarıdan bakan mütevazı dairemin balkonundan şehrin ışıklarının nasıl yanıp söndüğünü izlerim.

Ardından salondaki sallanan koltuğa yerleşirim. Baba koltuğu. Babam yok. Neredeyse hiç olmadı. Baba koltuğum var. Acaba babam olsaydı bu koltukta oturmak için ısrar eder miydi? Eğer etseydi ben de o zaman bu koltuktan iki tane alır salona koyardım. Salondaki kitaplığı da antreye kaydırırdım.

Okumak, benim için bir kaçış mı yoksa yakalayış mı diye düşündüm uzun süre. Ben aslında bir şeyden kaçmıyordum. Benden küsüp kaçan benliğimi yakalamaya çalışıyordum. Bir de itiraf etmeliyim ki sayfalar arasında, mevcut benliğimi ve dünyamı tamamlayan paralel evrenlerde kayboluyor; kaybolurken yüzeysel dünyamdan uzaklaşıyor ve kendimin ana kahraman olduğu öykülere yelken açıyordum. Buna “kaçmak” dersen kabul. Ama bazı insanlara özellikle tavsiye ederim. Olmayanlara, görünmeyenlere, her daim araziye karışanlara. İnsan bir yerlerde hayatın ana kahramanı olmalı. Aksi takdirde elinden gelirse dünyaya, elinden gelmezse kendine zarar veren bir mahlûğa dönüşüyor. Benim elimden gelemeyeceğinden, yani zaten bir elim olmadığından, ya da sadece tek bir elim olduğundan kendimi yok etme riskini göze almadım. Kendime, sanal da olsa, her daim bir başrol buldum.

Acıkınca mutfağa doğru yönelirim. “Tek kolla yemek yapmak, başkaları için zor olabilir ama benim için pek de zor değil” diyemeyeceğim. Elbette çok zor. Hatta caydırıcı. Klasik kahvaltı ve kuruyemiş ile besleniyorum ben evde. Fena da olmuyor. “Kusursuz(!)” fiziğimi buna borçluyum.

Geceleri rahat uyuyamıyorum. Gün boyunca iş yerinde oynamaya başladığım parodi eve geldiğimde dağılmaya başlıyor. Uyku zamanında ise tamamen darmaduman oluyor. Hayatımda bir şeyler eksik. Herkesten biraz da fazla belki. Yanlış anlama, eksik olan şey bir sevgili, bir yakın arkadaş ya da bir kol değil. Bunun ötesinde bir şey. İçimi kavuran bir şey. Hesabı sorulmamış konular, insanlar; yüzleşilmemiş meseleler.

Evet, benim hesaplaşmam gereken bir geçmişim var. Yüzleşmem gereken durumlar ve hesap sormam gereken insanlar var. Biliyorum herkesin var. Bir kaybı olan herkeste aynı duygular olduğuna eminim. Bir anne, baba, sevgili veya kol fark etmez değil mi? Ben ne kolumla ne annemle hesaplaşabildim. İkisi de öldü. Babamı biliyorsun zaten, o da öldü gibi bir şey. Annem onu kaybettiğinde, ben de çoktan kaybetmiştim. Kol kaybı gibi bir şey baba kaybı. Bir şeylerden alıkoyucu bir etkisi var. Elini kolunu bağlıyor hayatta.

Bu yaşımda, yani 36 yılda bir şey öğrendiysem eğer o da, kaybedilen bir hayati nesne veya kişiyle birlikte onunla ilgili olarak sende var olan hayallerin, umutların, beklentilerin de gittiğidir. Yani aslında kaybedilen her hayati nesne veya kişi, senden bir parça organ ve bir parça da hayat enerjisi alır. Yani bir bakıma bataryan tükenir, yaşam süren kısalır. Bak ilginç bir şey daha var. Bataryan tükendikçe uykuların da körleşiyor. Belki de bu bir hayata tutunma refleksi. Gitmiş olan veya büyük olasılıkla gidecek olan zamanı, uykuda geçecek zamanla telafi etmeye çalışıyor bünye sanki. Ne aptalca bir refleks. İşte kafası karışmış mekanizmaların ve metabolizmaların sorunu hep yanlış tepkiler. Özetle, kayıplar ne kadar çoksa, geceler o denli uzun oluyor. Bunu biliyorum bunu söylüyorum.

Biliyor musun, ben kaybolan kolumun yasını hiç tutamadım. Bir yas süreci yaşamadım. Yaşadığım kazanın ana kahramanları ertesi gün, hayatlarımızdan tamamen çıktılar. O felaketten sonra annem bana sanki şu hayatta en normal olan şey kolsuz olmakmış gibi davrandı. Beni öyle büyüttü. Sanki dünyada bir tek ben normaldim. Sadece benim yapabildiğim işler normal bir insanın yapabilecekleriydi. Benim dışımda herkes biraz ya da çokça anormaldi. Yıllarca böyle davrandı annem bana. Bununla yetinmeyip, elinin uzandığı herkesin de böyle davranmasını sağladı.

Kolumu kaybettiğimde 12 yaşımdaydım. Bu tüm güçlülük, tamlık oyununa bir süre kendimi kaptırmayı başarsam da, sonunda gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldım. Annemin bende yarattığı güçlü benlik duygusu üniversite hazırlıkta ilk âşık olduğumda yerle yeksan oldu. Fazla detaya ne hacet. Bunu anlamanın zor olduğunu hiç sanıyorum. Kendimi âşık olduğum kişinin gözlerinden görmek, tüm ayarlarımı düzeltti desem yeterli olur herhalde.

O zamandan bu zamana hayatımı bir parodi gibi yaşıyorum. Hayata ancak böyle katlanabiliyorum. Gündüzlerim tam teşekküllü bir bedenin önce okul sonra iş hayatındaki abartılı performansını taklit ederek geçti ve geçmeye devam ediyor. Senelerdir engelsiz bir insanın iş rutinindeki performansını çarpıtarak taklit ediyorum. Üstüme vazife olmayan pek çok konunun altından giriyor üstünden çıkıyorum. Gece yatarken, kayıp nesnemin yani yerinde olmayan ama hiç susmayan kolumun gerçekliğini kabul etmek ve bu gerçeklikle yüzleşmekle ilgili bir krizin içinde buluyorum kendimi. Aslında kayıp nesne kolum mu? Yoksa bu kategori altında bilincimin ulaşamayacağım yerlerine ittiğim tüm kırılganlıklarım mı?

İşte hayatım bu rutinin bilindik hezeyanları içinde devam ederken bir şey oluyor. Hiçbir acı sonsuza dek sürmez. Makûs talihim bir yerde kırılıyor. Asıl hikâyem burada başlıyor. Yoo hayır elbette kolum geri gelmiyor. Ama bir şeyler de değişiyor. Arkana yaslan hikâyem başlıyor:

* * *

O gün benim için önemli bir gündü. 10 Ağustos 2023 günü sabahı bir öğrenci başka bir üniversiteye yatay geçiş başvurusu yapmak üzere transkriptini nasıl alabileceğini sordu. Öğrenci bilgi sistemine giriş yapmasını ve transkript belgesi talebini doldurmasını söyledim. Öğleden sonra talepleri yerine getirmek üzere bilgisayarın başına oturdum. Belgeyi hazırlarken ekranda, karanlık dünyamın yıllardır yüzleşmeyi beklediği, ismi ile müsemma kayıp kahramanın adını gördüm. Bu öğrenci IDE 216 Postmodern Edebiyat dersini Ayda Gökçe’den almıştı. İsim benzerliği olabilir mi diye düşündüm. Ama ne fark ederdi. Bu ismi görür görmez kalbim hızlı atmaya, ellerim titremeye başlamıştı. Soğuk soğuk terliyordum. Hatta bir an nefes alamadım. Araştırdım sonra. İsim benzerliği değildi. O malum acının yaşayan tek tanığını bulmuştum. Onunla konuşmak, içine sıkıştığım tarifsiz çıkmazdan kurtulmanın ve kendimden özgürleşmenin tek yoluydu. O sırada, onunla hayatın apayrı sayfalarında bulunduğumuzu; acıya karşı çok farklı tavırlar geliştirdiğimizi; bu denli ayrıştığımızı henüz bilmiyordum. Ama ne olursa olsun bildiğim bir şey vardı. Benim kendimle yüzleşebilmem onunla yüzleşebilmeme bağlıydı. Kaybettiğim kolumun zamanında tutamadığım yasını tutabilmem için onunla konuşmam şarttı.

Bu okulda olmasam, öğrencilerin kayıt işlemlerini, transkript düzenlemelerini, diploma işlemlerini yöneten ve öğrenci belgelerini hazırlayan bir bölümde çalışmıyor olsam asla kesişmeyecek yollarımız kesişmişti. Ben 24 yıldır bilinçli ya da bilinçsiz olarak hep bu anın gelmesini bekledim. Doğrusu artık bir umudum yoktu. Ama oldu işte.

Dediğim gibi. Onunla konuşmam gerekiyordu. Nasıl yapacağımı bilemiyordum. Neyi konuşacağımı, nereden başlayacağımı, nasıl konuşacağımı bilemiyordum. Üç hafta boyunca etkisiz ve eylemsiz kaldım. Sonunda tüm cesaretimi toplayarak odasına gittim. Aşırı heyecanlıydım. İçimde yanardağlar patlıyordu. İçimdeki duyguları zapt eden barajın duvarı yıkılmıştı. Eski suni sükûnetimden eser kalmamıştı. O benim en büyük çocukluk travmamdı.

Kendimi tanıttım. Dersine birkaç hafta girmek için izin istedim. Misafir olarak elbette. Konuk öğrenci. Dersleri hiç aksatmayacağımı, düzeni bozmayacağımı söyledim. Sınavlara girerim ve hatta ödevleri de yaparım diye ekledim. Şaşırdı ama yine göz teması kurmadan konuştu benimle. Yüzüme sadece iki saniye kadar baktı. Olur dedi. “Yönetime bilgi ver, ben kabul ediyorum”.

Derslerde benimle hiç ilgilenmedi. Oysa bence o sınıf için oldukça ilginç biriydim. Büyük bir adanmışlıkla giriyordum derslerine. Bütün okuma listesine hâkimdim. Her hafta sadece zorunlu makaleleri değil, isteğe bağlı olanları da bitiriyordum.

Oysa itiraf etmeliyim ki dersten nefret ediyordum. Postmodern eserlerdeki çoklu anlamlar ve iç içe geçmiş hikâyeler asabımı bozuyordu. Bir postmodern roman, farklı karakterlerin bakış açılarına dayalı olarak paralel evrenlerde geçen hikâyeleri bir araya getirebiliyordu. Bir karakter bir paralel evrende farklı bir karar alsa, hayatı nasıl değişirdi veya bir karakterin farklı bir seçim yapmasıyla başka bir gerçeklikte nasıl bir yaşamı olurdu soruları doğrudan veya dolaylı olarak sorulup duruluyordu. Sanki buradaki yazarlar ve kahramanlar kendilerinden kaçmak ve her şeyi daha da karmaşıklaştırmak için ellerinden geleni yapıyordu. Bitmek tükenmek bilmeyen anlam arayışı zihnimi yoruyordu. Oysa her şey ne kadar da basitti. Bizim basit sorularımız vardı, onlara basit cevaplar arıyorduk. Duygusal bir deneyim peşindeydik ama bitmek tükenmek bilmeyen uzak ve yabancı paralel evren similasyonları ile beynimizi bir bağlamsızlığa ve bağlantısızlığa sürüklüyorduk.

Böyle hissetsem de sekiz haftayı devirmiştim. Sekiz hafta boyunca yapmam gereken her şeyi yapmış, anlamam gereken her şeyi anlamış gibi yapmış, tüm bilgileri adeta yutmuştum. Sonunda bana postmodern edebiyatı mumla aratacak yeni bir konuya gelmiştik. Posthümanist edebiyat. Şahtık, şahbaz olduk. Posthümanist edebiyatın anlatıldığı ilk hafta derste konuşmaya, ona bir şeyler hatırlatmaya kararlıydım. Yapamadım. İkinci hafta aceleyle derse gittim. Kestirme yollardan, bina aralarından, engebeli geçişlerden geçerken dengemi kaybettim düştüm. Sol bileğimin etrafındaki yumuşak doku zedelenmişti. İnanır mısın? Hiçbir şey hissetmedim. Aklım başka yerdeydi. Yürümeye devam ettim.

Uzaktan gördüm onu. Bahçede birileriyle konuşuyordu. Bugün büyük gündü. İncinen bileğime rağmen onu yakalamak için tekrar koşmaya başladım. Bu defa düşmedim. Hemen arkasındaydım. Binaya giriyordu. Gözlerim ister istemez bacaklarına takılıyordu. Tepeden atkuyruğu yaptığı kalın telli kuzguni siyah saçları bacaklarından rol çalacak kadar iddialı duruyordu. Renkleri ve cinsleri farklı olsa da güzel saçlar, onun ailesinin kadınlarının alametifarikasıydı. Öyle ya, bir defa gördüğüm teyzesi, iki defa gördüğüm annesi ve bir zamanlar her gün gördüğüm kendisi farklı renklerdeki ve cinslerdeki saçları ile herkesin aklında kalıyordu.

Merdivenlere doğru emin adımlarla yürüyordu. Bu sahneyi haftalardır yaşıyordum. Adımlarının ritmini ezberlemiştim. Her defasında her kendine güvenli adımında, hafif ve melodik zil benzeri tınılar çıkaran küpesine tok bir topuk sesinin eşlik etmesini bekliyordum ama hep yanılıyordum. Onu sıradanlaştırarak hata yapıyordum. O, topuklu bir bot ile görüntüsünü normalleştirmek istemezdi. Alışılageldik kalıpları sevmezdi. Belli ki, her gün yeniden yaratmaya özen gösterdiği imajı, topuklu bir botun öngörülebilir çizgileri ile zedelenemezdi. Buz gibi havaya rağmen giydiği siyah dar kısa eteğinin altından dikkat çeken beyaz baldırı dantelli çorabıyla sarmalanırken, bu görsel klişeyi bir asker postalından daha çok bozacak ne olabilirdi? Bu tezat ince ince hesaplanmış bir detaydan ibaretti. Tıpkı yatay çakan bir şimşekten esinlenerek kesilmiş kâkülleri gibi. Bir şey yeter ki anti-klasik olsundu.

Ne olursa olsun İngiliz Dili ve Edebiyatı binası koridorlarındaki bu gotik tarz dikkat çekiciydi. Birden bir film yıldızı gibi göründü gözüme. Sanki okulda değildik de setteydik. Böyle bölüme böyle hoca diyen sahne, tek planda devam ediyordu. Hoplaya zıplaya ikinci kata çıktı. Halen arkasındaydım. Adımlarımı sıklaştırdım, şimdi yanındaydım. Yanına geldiğimde adımlarını büyüttü. Merdivenleri ikili adımlarla çıkmaya başladı. Kısa boyu nedeniyle zorlandı. Bacaklarını fazla açınca eteği yukarı sıyrıldı. Dantelli çorabının altından görünen gül dövmesinin dikeni, görünmeyen yaralarıma değdi, kanattı. O sırada sendeledim sol kolum istem dışı sağ koluna değdi. O nasıl bir irkilme. Sanki sol kolum da olmamalıydı. Koluma tuhaf tuhaf baktı. Saniyeler içinde kendini toparladı. “Pardon..” dedim. Dudağının sağ köşesini kaldırmakla yetindi. Her zamanki gibi buz gibiydi.

Sınıfa daldım. Hemen arkamdan o da geldi. Kapıyı arkasından çok sert bir şekilde kapattı. Öyle kendinden emin ve sert hareketleri vardı. Gözleri 24, bakışları 54 yaşındaydı. Aynı yaşta olduğumuza kim inanırdı? Yaşını kim tahmin edebilirdi? Kendini iyi korumuş diye düşündüm. Senin paralel evrenlerinde zaman duruyor mu diye sormak istedim.

“Günaydın arkadaşlar, gerçi pek aydınlık bir gün sayılmaz ama neyse, karanlık bir güne de olsa günaydın.” dedi.

“Sana da günaydın” dedim içimden.

“Biz insanlar neyiz ve kimiz diye düşündünüz mü hiç? Düşünmediyseniz bugün düşünme vakti. Edebiyat insan kimliğinin olasılıklarının en iyi şekilde tanımlandığı, betimlendiği ve tartışıldığı özel bir mecradır” dedi.

“İnsan ne tuhaf bir yaratık yaa. Sen de tıpkı postmodern roman kahramanları gibisin. Bütünlüksüz, çok parçalı… Yoksa paramparça mı demeliyim? Ayrıca şizofrenine entelektüel bir hava vermede ne kadar da mahirsin. Hiçbir kurgu, gerçekler kadar acı olmaz değil mi? Kabul et. Çünkü kurguda ruhsal ihtiyaçlarımıza cevap verecek sayıda ve nitelikte iyi karakter bulma olasılığımız varken yaşamlarımızda bu kadar şanslı olamıyoruz bazen, değil mi? İnsanın kim olduğunu edebiyattan öğrenmek işine geliyor resmen ama sen onu da tam yapamıyorsun. Edebiyatı bir simülasyon makinası gibi kullanıyorsun” diye düşündüm içimden. Bu soğuk bakışları, her daim kendinden emin tavırları ve oldukça sağlıklı görünen hali ile beni resmen öfkelendiriyordu.

“Geçtiğimiz hafta başlayan konumuz önümüzdeki üç hafta boyunca devam edecek” dedi.

“Neden bu kadar kayıtsızsın. Haftalar önce hocam dersinize girebilir miyim diye sorduğumda, öğrenci olup olmadığımı bile sorgulamadan, hatta doğru düzgün göz teması bile kurmadan olur dedin. “Olur” derken olmayan kolumun olması gerektiği boşluğa bakıyordun. Benim asıl gözümün o boşlukta olduğunu nasıl da anladın?” diye geçirdim içimden.

Sazı yine aldı eline. “Konumuz Posthümanist edebiyat ve Posthümanist edebiyatın insan-sonrası öznesi. İnsan-sonrası öznesi kabına sığamayan, hiçbir türe dâhil olamayan, tanımlanamayan, akışta ve oluşta olan deli fişek bir özne. İnsan sonrası öznesi, hayatlarımızda insan kavramının merkezileştirilmesine karşı olan, dahası tüm ikili karşıtlıkları, yani hiyerarşileri reddedenden bir özne”dedi.

“Evet biliyorum. Senin özel ilgi alanın. Seni takip ediyorum. Hep o konuda yazmışsın makalelerini. Sana ulaşmanın yolu buysa kabul. Senin bu tuhaf paralel evrenin, bir süre için benim de ilgi alanım. Bizim hesaplaşma zeminimiz tam da burası, bunu görebiliyorum. Hazır mısın? Ben çok hazırım. O nedenle öğrenci işleri hengâmesinden canla başla kopup geldim buralara ya zaten. Sana tüm bu safsataları bir daha düşündürtmeye ve seni kendi gerçeğinle yüzleştirmeye yeminim var benim. Yıkıcı bir yeminden bahsetmiyorum elbette. Bunun ikimiz için de iyi olacağını düşünüyorum. Benim iyileşmeye yeminim var esasen. Bunun seni de iyileştireceğine inanıyorum. Tamam, ben bir şifacı değilim. Ayrıca içim tanımlayamadığım öfkelerle dolup taşıyor. Ama kimin taşmıyor ki. Üstelik kabul et geçerli sebeplerim de var. Olmayan kolumun seninle bir ilgisi var. Kayıp hayallerimin de öyle. Ben yarım kalmış taraflarımı tamamlamaya çalışırken, sen belli ki her şeyi ret edip çehreni ırak paralel evrenlere dönmüşsün. Buralarda dolaşman ve tamlık timsali pozlar vermen asabımı bozuyor. Anlasana. Konuşmak istiyorum. Anlatmak istiyorum. Seni çok bekledim. Çok aradım. Sahi senin gibi biri neden sosyal medya kullanmaz, yoksa benden mi kaçmak istedin?” diye sayıkladım içimden.

Devam etti. “Bildiğiniz gibi posthümanizm, tartışmalı doktrinler dizisi iken insan-sonrası figürü posthümanizmin yaratıcı bir imgesi ve temsilidir demiştim” dedi.

“Sen konuşmaya başlayınca iç sesimde bir patlama oluyor. Temsili tezahürlere ne de çok ihtiyacın var. Sanki bir gerçek var bir de gerçeğin temsili var gibi davranıyorsun. Tam bir geri zekâlısın. Senin gerçek dediğin beş duyu organınla yaratılmış bir temsil değil de nedir? Eğer her şey zaten bir temsilse senin temsili dünyan bize daha önce söylenmemiş neyi söylüyor, anlatsana” diye haykırdım içimden.

Bir hafta öncesinin özeti bitmek bilmiyordu. “Edebiyatın, bilimkurgu yoluyla çağdaş imgelemimizde yer alan zengin bir insan-olmayanlar kataloğunu kullandığını, bu yolla okuyucusunu düşünsel bir yolculuğa çıkardığını anlatmıştım geçen ders” dedi.

Evet başlıyorduk. Yine o afili cümlelerini savurmaya başlamıştı. “Yine geçen ders roman günümüzde hâlâ insanlıkla en derin ve doğrudan ilişki kuran sanat formudur ve her daim sadece insanı değil toplumu da icat eder demiştim. Bu ders el arttırıyorum ve edebiyat bir paralel evren üretim merkezidir diyorum” dedi.

“Bravo.. Bravo.. Hah gel konuya şöyle. Bak nasıl da benzer düşünüyoruz. Ümidim var, anlaşacağız. Kendine bir paralel evren yaratmak için edebiyatı kullanman ne güzel. Klasik edebiyatın sınırsız sınırları seni huzursuz etti. İnsanı bu sınırsızlığa hasredemedin. Senin gibilerin akılcı icadı olan posthümanist edebiyatın varlığını keşfetmen uzun sürmedi. Sen en çok yirmi birinci yüzyıl karakterlerini seviyorsun. Yirmi birinci yüzyılda felsefede, bilimde ve edebiyatta insan-merkezli anlatıların istikrarsızlaştırılması diye adlandırdığın bölüme saatlerini verebiliyorsun. Yeni varoluş olasılıklarına dair geliştirilen düşünsel ufuklar seni farklı paralel evrenlere bağlıyor. Sen bir bağımlısın. Gerçeklerle yaşayamıyorum diyemiyorsun da, onun yerine ‘çağdaş romanlardaki insan-sonrası temsiller normatif insan öznesi etrafında örgütlenmiş yapıların yıkıcılığını gösterdiği için hem kültürel hem de politik olarak önemlidir’ diyorsun. Sen kendinden, paralel evrenlerine kaçıyorsun. Zavallısın. Tüm edebiyat sevenlerin paralel evrenleri var. Ama bir çoğumuz için onlar yine de kendi evrenimize yakın evrenler. İnsanı gerçeklikten koparmayan evrenler” diye fısıldadım içimden.

Devam etti: “İnsan sonrası temsiller insan-merkezciliğin gelecek tahayyüllündeki olumsuz senaryolara meydan okumaktadır” dedi.

Gelecek tahayyüllü derken aslında geçmişten hatta kendi geçmişinden bahsettiğini kimse anlamadı. “Gel geçmişimizi konuşalım. Yemin ederim ki iyileşmenin yeri kaçmış olduğun bu tuhaf varlıklar, siborglar, mutantlar evreni değil. Benim reel gerçekliğe daha yakın olan paralel evrenime gelmeye ne dersin” diye sormayı geçirdim aklımdan.

Bir ara boş gözlerle baktı bana. Beni hiç hatırlamadı. Sadece yine biraz tuhaf buldu. Bunu her zamanki kaçamak bakışlarından anlamak hiç de zor değildi. Peki, en çok neyimi tuhaf buldu? Yaşımı mı yoksa genel görüntümü mü? Beni niye tuhaf bulduğunu hiç anlamadım. Benim onun roman kahramanlarından ne farkım vardı?

Evet, sınıfa göre yaşı geçkin biriydim ve onun gibi olduğumdan genç görünmüyordum. Benim onun gibi sembolizmi, dili, atmosferi farklı paralel evrenlerim, kaçış hatlarım yoktu. Hayatlarımın birinde yorulup diğerinde dinlenemiyordum. Edebiyatta yenilenmiyor, bir çocuk gibi hayata bakmayı öğrenmiyor; sadece büyüyor, hatta olgunlaşıyordum. Ben basit bir emekçiydim. Onun hoca olarak çalıştığı üniversitenin öğrenci işlerinde işçi olarak çalışabilme onuru ile taçlandırılmış bir engelliydim. Evet, benim kolum yoktu. Böyle iş bulmak çok zordu ve ben bana bu imkânı veren yasalara minnettardım. Düşünsene iş yerlerinde engelli işçi çalıştırma zorunluluğu olmasa halim nice olurdu? E takdir edersin ki edebiyat tercihim de yasalara minnettar olabilecek birinin şartlarına uygun olarak gelişti.

Bu iç seslerime daha fazla dayanamadım. Biraz da ilgi çekmek için “roman hümanist bir disiplin” dedim. “Sizce neden edebiyat, içinde bulunduğumuz yüzyılda, insanı yeniden yaratan ve insan merkezli ayrıcalığa karşı çıkan bir roman tufanına tanık oluyor”.

Böyle bir cümle kurmuş olmama şaşırdığı o kadar belliydi ki. Bunda ne vardı ki oysa. Ben sadece onu taklit etmiştim. Onun züppe akademik cümlelerini. Şaşkınlığını gizleme nezaketi dahi göstermedi. Edebiyat, ihtiyacı olan herkesi içinde olduğu hayatın tufanından tahliye edebilir. Ben tahliye için tahta bir kayığı tercih ederim, o Titaniği. Ama anlaşılan Titanik, yolcusuna daraltılmış bir görüş açısı sunuyor.

Cevap verdin. Her şeye bir cevabın vardı:

“Biz insanlar kategorisinin kim olduğunu sorgulatmak” için dedi.

“Buna neden bu kadar çok ihtiyacımız var? Mesela siz bir insan olarak, ‘biz insanlar’ kategorisinin ne demek olduğunu bilmiyor musunuz zaten? Dahası, klasik hümanist roman bize insanın kim olduğunu daha iyi anlatmaz mı?” diye sordum.

“Posthümanist edebiyatın, hümanist edebiyattan en büyük farkı hümanist geleneklerin karşı karşıya gelemeyeceği veya yüzleşmeyi reddedeceği radikal hikâyeleri yazmaya cüret etmesidir” dedi.

Neymiş efendim klasik roman, “açık ya da örtülü şekillerde insana dair yerleşik ideolojileri içerirmiş bu da insan merkezli düşünmenin getirdiği tüm krizleri” hızlandırırmış. Neyin kafasını yaşıyordu? Kendini nasıl bu kadar iyi kandırabiliyordu? Bu söylediklerinden, yaşama dair bir şey anlıyor muydu?

Oysa insan-sonrası hakkında hikâyeler okumak sadece hümanizmin kesinliklerinin solup gittiğini görmek” değil aynı zamanda bedenlerin, zihinlerin, arzuların ve sınırların geleneksel insan merkezciliğin açıklayamayacağı şekillerde yeniden tasavvur edildiğine tanıklık etmekmiş.

Bedenlerin, zihinlerin, arzuların dinamiğinden anlamıyordu bence. Sadece içinde olduğu gerçeklilikten kaçmayı biliyordu. Benden sıkılmıştı ve bunu belli etmekten imtina etmemişti. Dersi bitirdi ve bize bir ödev verdi:

“Önümüzdeki hafta için bir insan-sonrası figürü hayal edin, tepeden bakan hümanist meselelerle mücadele eden; özne-nesne, insan insan-olmayan ayrımını yeniden şekillendiren bir kahraman ve olay örgüsü yaratın. Bir dahaki hafta kısa öykülerinizde buluşmak üzere” dedi.

O istedi ben yazdım. O ders beni sınıfta en sona bırakması bilinçsiz şekilde ikincil görmesiyle ilgiliydi. Bunu dert etmedim. İyi oldu. Son sözler unutulmazdı. Kısa öykümü sınıfa okudum:

Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar uzak bir ülkede kapkara saçları bembeyaz teni olan tatlı bir kız, onun lepiska saçlı güzel annesi, sert bakışlı yakışıklı babası, uzun tüylü iri yarı gri kedisi yaşarmış. Küçük kızın yakışıklı babasının iki hastalığı varmış. “Kıskançlık ve öfke kontrolü”. Bir Pazar akşamı küçük kızın annesi, güzel evlerinin salonunu ve mutfağını dışarıdan birleştiren büyük balkonunda ailecek bir mangal partisi vermeye karar vermiş. Hazırlıklara başlamış. Tam tavuk kanatları mangala veriyorken kapı çalmış. Küçük kızın kızıl saçlı, çilli mahalle arkadaşı onu sokakta oynamaya davet etmek üzere kapıda belirmiş.

 

Küçük kız kapıya gelen annesine bakarak çilli kıza “olur gelirim” demiş. Küçük kızın lepiska saçlı annesi bu duruma itiraz etmiş, onun dışarı çıkamayacağını ama çilli kızın bu mutlu aile yemeğine katılabileceğini söylemiş. Çilli kızın yapması gereken aslında bu zarif daveti ret etmekmiş. Çünkü çilli kızın annesi bu tür davetler konusunda çok netmiş. Çilli kızın evindeki temel kural eve arkadaş getirmemek veya bir arkadaşın evine gitmemekmiş. Arkadaşlarla ortak alanlarda oynanırmış. Çilli kız bu eve daha önce bir defa daha annesinden izin almadan gelmiş. O ilk geldiği gün bu evde bir kedi ve üç kadın varmış. Küçük kız, annesi ve teyzesi. O gün bu ev inanılmaz güzel bir evmiş. Çilli kız bir defa daha bu eve gitmekte bir mahsur görmemiş. Annem de bu evi ve aileyi görse sıkı kurallarını gevşetir diye düşünmüş. Ayrıca çilli kız geçen defa geldiğinde mutfaktaki dolaba da vurulmuş. Dikdörtgen mutfağın dar duvarını neredeyse boydan boya kaplayan bu devasa baharat dolabı keşfedilmeyi bekleyen bir hazineymiş.

Bu baharat dolabı iki arkadaşın “simyacının yolculuğu” adlı oyunlarının dekoruymuş. Çilli Kız Harry Potter serisinin müptelasıymış. Ayrıca, idolü olan Nicolas Flamel’in sırlarını, çözmeye kararlıymış. Anlaşılan simya, eskiden Avrupa’da popüler bir bilim dalıymış. Çilli kız bu bilime tekrar hayat vermeye ant içmiş çünkü transmutasyon dünyadaki bütün dertlerin çözümü olabilirmiş. Çilli kız bir maddeyi başka bir maddeye dönüştürme ihtimalinin esrarına kapılmış.

İki arkadaş reyhan ve kakuleden bir ölümsüzlük iksiri yaparak evdeki gri kediyi ölümsüzleştirmek istemişler. Onu sonra uçan bir ejderhaya çevirip dünyayı gezmeyi planlamışlar. İksiri yapmak üzereyken küçük kızın annesinin telefonu çalmış. Küçük kız telefonunu annesine götürmüş. Annesinin alı al, moru mor yüzünü gören küçük kız bu durumu havaya yüksek oranda karışan reyhana yormuş. Acaba reyhandaki etken madde aktive mi olmaya başladı diye düşünürken kükreyen bir erkek sesi ile irkilmiş ve odasına kaçmış. Kükreyen erkek sesini daha önce hiç duymayan çilli kız ise dolap ve duvar arasındaki boşluğa saklanmış.

“Kim o” diye bağırarak sormuş babası. Sessiz kalmış annesi.

“O mu”

“Evet”

Evet sözünün ardından adam kriz geçiriyor gibi kesik ve sert hareketlerle etrafındaki her şeyi fırlatıp kırmaya başlamış. Çilli kız şaşırmış. Bu basbayağı bir büyüymüş. Aksi takdirde kimse bir anda bir kontrol timsalinden kontrolsüzlük abidesine dönüşemezmiş. Tüh demiş kakuleyi fazla kaçırdık galiba. Adam kakulenin kokusunun etkisiyle olsa gerek her zamankinden daha güçlü bir deve dönüşmüş. Evet çok güçlüymüş ama sanki artık kendi üzerindeki gücünü de yitirmiş gibiymiş.

Adam ilk önce kediyi ensesinden tutup balkondan aşağı savurmuş. Yetmemiş. Mutfak raflarındaki tabak ve bardakları kırmış. Hızını alamamış annesini omuzlarından tutup sarsmaya başlamış. Adam kadına daha fazla zarar vermekten korkmuş ve kendini durdurmak için kadını yere fırlatmış. Küçük kızın annesinin kafası sehpanın kenarına çarpınca kadın kendinden geçmiş. Hızını alamayan adam etraftaki eşyaları sağa sola fırlatmaya devam etmiş. Yetmemiş metal baharat dolabını devirmiş. Bu da yetmemiş en son mangalı devirmiş. Balkondaki mangalın ateşi karşılıklı açık camların yarattığı esintinin etkisiyle uçuşan tül perdeyle buluşunca ortalık cehenneme dönmüş. Sonrası büyük kızıl bir karanlıkmış.

İtfaiye ekibi geldiğinde görevliler odadaki küçük kızı, saçları tutuşunca yanarak can veren annenin cesedini ve yanlış formülle birleştirilmiş reyhandan ve kakuleden büyülenen ve deliren adamı apartman dairesinden çıkarmışlar. O sırada hiç kimse, metal baharat dolabının arkasında kalan ve kolu ezilen çilli kızın evdeki varlığından haberdar değilmiş.

Akşam zamanında evine gitmeyen çilli kızın annesi ortalığı birbirine katsa da ve hemen polise gitse de kızını bulması iki gün kadar sürmüş. Polis çilli kızı yanan evin mutfağındaki devrilen dolabın yanında bulduğunda, çilli kız can vermek üzereymiş. Çilli kızı hemen acile kaldırmışlar. Geçirdiği ameliyatların neticesinde çilli kız hayatını kazanmış ama dolabın altında ezilen ve kangren olan kolunu kaybetmiş.

Tüm bu felakete rağmen çilli kız beklenenden daha kısa sürede iyileşmiş. Bu olaydan altı yıl sonra yine bir temmuz gecesi şehir sessizliğe bürünmüşken, çilli kız yalnız başına oturmuş, eski bir kitabın sayfalarını çeviriyormuş. Artık kitaplar eskisinden de yakınmış ona. Kitabın sayfaları arasında, yıllar önce kaybettiği kendi kolunun kesik bir resmini görmüş. O gece, ansızın, o resimden bir fısıltı duymuş. Sese kulak kabartmış, kolunu dikkatle dinlemiş. Önce kolunun ne söylediğini pek anlayamamış. O yaz tatilinde çilli kız her sabah güne o sayfayı okuyarak başlıyormuş. Fısıltılar her gün daha da netleşen ve anlam kazanan kelimelere dönüşüyormuş.

Bir sabah “Elif” diye mırıldanmış resim, “beni bul…”

Elif, şaşkınlık içinde etrafına bakınmış. Etrafında kimse yokmuş. Tekrar kitaba dönmüş ve resme bakmış. Resimdeki kol ve el, sanki ona üç apartman ötedeki evi işaret ediyormuş. Elif, bu gizemli çağrıyı takip etmeye karar vermiş.

Malum apartmanın önüne geldiğinde Elif’in karnına bir kramp girmiş. Huzur apartmanı üç numara. Birinci kata çıkıp üç numaralı kapının zilini çaldığında kapıyı evin eski sahibi yerine penye sabahlıklı yaşlı bir kadın açmış. Duyduğuna göre arkadaşı o elim olaydan sonra başka bir şehirde yaşayan teyzesinin yanına gönderilmiş.

Çilli kız yaşlı kadına bir şey söylemeden ama sıcak bir tebessümü de eksik etmeden içeri girmiş. Elif kulağındaki ses tarafından yönetilmeye devam ediyormuş. Elif kulağının içinden gelen sesi takip etmiş. Ses Elif’i eskiden baharat dolabının olduğu yere yöneltmiş. Orada artık bir buzdolabı varmış. Buzdolabının altından bir şey parlıyormuş. Yaklaştıkça, parlayan şeyin bir anahtar olduğunu görmüş. Ev sahibi “Aaaa köpeğimin tasması” diyecek olsa da bu sözcükler beyaz bir boşlukta kaybolmuş. Elif anahtarı eline aldığı anda, kolunun ruhuyla bir bağ kurduğunu hissetmiş. Anahtar, ona kayıp anılarını ve geçmişte bıraktığı hayallerini geri getirmiş.

Ayda sustu. İlk defa gözlerimin içine bakıyordu. Başka zaman olsa kendinden emin bir şekilde “İmge bir boşluğun, bir yokluğun konturünü çizen, ve o boşluktan hareketle, ‘olmayanı’ olduran şeydir” derdi. Ve devam ederdi “evet arkadaşlar bu defa başrolümüz ve ana imgemiz arzuları, tutkuları, hisleri olan kesik bir kol.”

Bir müddet hiç konuşmadı. Sonra “insan-sonrası bir teori meselesi olduğu kadar insanın insan olmayan dünyayla girift bir ilişki içinde oluşuna dikkat çeken bir kurgu konusudur” diyecek oldu, tam da diyemedi. Kelimeler boğuklaştı, sonlara doğru ezildi, büzüldü. Bütün süslü kelimeleri afili anlatıları yok oldu birden. Hepsi içine kaçtı.

Gözleri yalvarıyor gibiydi. Sanki ne olur bitsin bu işkence diyordu. Onun için üzüldüm. Öyküyü burada bitirdim, son sözlerimi söyledim:

Elif bu hayalleri hiç gerçekleştirememiş. O, bu deneyimden güç alarak, hayatına yeni bir yön verememiş. Kaybettiği kolunun hatırasını, insanlara ilham veren bir sanat eserine dönüştürememiş.

Ayda’nın gözleri ve burnunun ucu kızardı. Bir damla göz yaşı dökmesini bekledim ama o damla, göz pınarından aşağı inemedi. Ayda boğazını temizledi. Konuşmaya hazırlanıyordu:

“Teşekkür ederiz Elif” dedi. Çok güzel bir öykü yazmışsın ama biraz sıra dışı olduğundan senden ilave bir açıklama istiyoruz. Arkadaşlarının insan-sonrası temsili, biyoloji ve teknolojiyi birleştiren özel türlere ilişkindi. Kesik bir kol çok dokunaklı ve yaratıcı olsa da onu klonlar, uzaylılar, yapay zekâlar, siborglar, mutantlar arasında nereye koymalıyız?”

Benimle yüzleşmeyi ret ediyordu.

“Tabii ki hocam. Açıklarım. Posthümanist edebiyatta kesik kopmuş bir kolun insan-sonrası temsili, insanın fiziksel bütünlüğünün ve ‘tamamlanmış’ öznenin ötesine geçen bir metafor olarak kullanılabilir. Posthümanizm, insan merkezli düşünceyi sorgular ve insan-dışı varlıkların, yapay zekâların, hibrit formların ve doğanın da özne olarak kabul edilmesini savunur. Bu bağlamda, kopmuş bir kol, insanın kendi fiziksel sınırlarının ötesine geçebileceği, teknoloji ve biyoloji ile bütünleşebileceği ve bu sayede yeni öznellik biçimleri yaratabileceği fikrini temsil edebilir.”

Bu kadarla yetinmedim, devam ettim:

“Posthümanist edebiyat, genellikle insanın geleneksel sınırlarını aşan karakterler ve hikâyeler içerir. Kesik bir kol, bu tür bir edebiyatta, insanın kendisini aşan bir varlık haline gelebileceğinin, kendi bedensel sınırlarını aşarak daha geniş bir varoluşsal deneyime ulaşabileceğinin bir simgesi olabilir.

Dahası, Posthümanist kuram, insanın dünyadaki diğer varlıklarla olan ilişkisini yeniden değerlendirirken, kesik bir kol gibi imgeler, bu yeni ilişki anlayışının edebiyatta nasıl ifade edilebileceğinin bir örneği olabilir.”

Bununla da yetinendim.

“Toparlamam gerekirse Posthümanist edebiyatta kesik bir kol, insanın fiziksel ve zihinsel sınırlarını aşan, onu teknoloji ve doğa ile bütünleşen yeni öznellik biçimlerinin bir temsili olarak görülebilir. Bu, insanın kendini ve dünyayı algılama biçimini sorgulayan ve genişleten bir metafordur” dedim.

Dersimi iyi çalışmıştım. Ne diyebilirdi ki.

“Bravo Elif, konuyu çok iyi anlamışsın. Bir daha ki hafta konumuza olduğumuz yerden devam ediyoruz. Önümüzdeki hafta herkes posthümanist bir öykü daha yazsın. Başlığı ‘Kırık Bağlar ve Yeni Başlangıçlar’ olsun. Öykünün ilk cümlesi şöyle başlasın: Bir zamanlar, iki arkadaş vardı. Elim bir kazada biri bir kolunu kaybettiği gün, diğeri de yüreğini ve mevcut evrenini kaybetti. Evrenini kaybeden arkadaş varlığını ancak paralel evrenlerde sürdürebildi” dedi.

“Şah… mat… Ama sana da bravo Ayda. Son kurşunu kimin attığı belli değil. Ben attım bir şey bundan eminim de, karın boşluğumda cayır cayır yanan şey ne?” diye sayıkladım. Yere yığılmak üzereydim.

Ama sanırım başarmıştım. Bu yüzleşme beni rahatlatmıştı.