Öykü

Paralel Kargo

Kargocu, Kavşak Karakolu’nun bodrumuna inen merdivenleri adımlarken kendisini yaşam dolu hissediyordu. Her iki yanında birer gardiyan olmasının bir önemi yoktu. Yüzünde bir tebessümle etrafını izliyor, sesleri dinliyor, havayı kokluyordu. Köşeyi döndüklerinde koridorun sonundaki hücreyi gördü ama hiç endişelenmedi. Gardiyanların onu çekiştirip durmasına da pek aldırış ettiği yoktu. Aksine, bu yaptıkları, ona hem acıdan ziyade ince bir zevk veriyor hem de onlara karşı duyduğu acıma duygusunu daha da perçinliyordu. Zavallılar, diye düşündü, hem insansı olduklarının farkında değiller hem de kendilerini insanlardan üstün sanıyorlar.

Genç gardiyan, zanlının diğer kolundaki görece ihtiyar gardiyana, “Şimdi biz bunu tartaklayınca mı ceza alıyorduk, yoksa tartaklamazsak mı?” diye sordu. İhtiyar gardiyan, bu soruyu yeni bir soruyla karşıladı: “Sen olsan neye ceza verirdin?”

Genç gardiyan, kendisinden bir karış aşağıdaki zanlıya göz ucuyla baktı. Bir cevap vermeden önce içgüdüsel bir hareketle kafasını kaldırıp birkaç metre aralıklarla yerleştirilmiş kameralara baktı. “Geçen sefer tartakladık, olmayanı ettiler. Öncesinde kılına dokunmamıştık, yine azar işittik. Bu sıra müdürün sağı solu belli olmuyor. İnsan ne yapacağını şaşırıyor artık.”

İhtiyar gardiyan, “Bunun kabahati geçen seferki kadar büyük değil,” dedi. Sanki zanlının kendilerini duyabilmesi umurlarında değil gibiydi. “Biz vazifemizi yapalım da gidip sigaramızı içelim.”

Kargocu, “Dolu mu, boş mu?” diye lafa girdi. Bir yandan da kaşının üzerindeki ne zaman oluştuğunu bir türlü hatırlayamadığı kızarıklığı kaşımaya çalışıyordu. İhtiyar gardiyan, kargocunun kolunu ceketinin üstünden biraz daha sıkıp “Bizim başımızı belaya sokma bak, ağzına sıçarım senin,” dedi. “Sana ne olacağı belli. Biz de araya gitmeyelim.”

Hücrenin önüne vardıklarında genç gardiyan da kargocunun kolunu morartacak denli sıkıp bıraktı ve duvarda asılı duran panele yöneldi. İşaret parmağının ucuyla ekranda birkaç yere hızlı hızlı dokundu ve kapısı ya da parmaklıkları olmadığı için koridorun alelade bir uzantısıymış gibi görünen hücrenin ışıkları yandı. İhtiyar gardiyan var gücüyle içeri itince dizleri üstüne düşen kargocu kıkırdamaya başladı. Genç gardiyan cebinden çıkardığı avuç içi büyüklüğünde bir uzaktan kumandayı panele doğrultup bir tuşa bastı ve hücre ile koridorun tavanlarının buluştuğu yerden aşağı kırmızı ışınlar indi. Kargocu, ışınların adeta salına salına zemindeki kapaklarla buluşmasını hücrenin orta yerinden, bir cezbe hali içinde izlemişti. Demek böyle oluyormuş, diye düşünüyordu. Er ya da geç soluğu burada alacağını en başından beri biliyordu. Ama işte, endişeye mahal yoktu. Gardiyanlar, kameralar, koridorun buz beyazlığı, hücrenin taş zemini, ışınların göz kamaştıran sıcaklığı… Evet, soluğu burada almıştı işte ama bu hücrenin havasını fazla soluması gerekmeyecekti. Babası gelecek, onu buradan çıkaracak, belki bu sırada biraz da azarlayacaktı. Tabii, kendilerini bir halt sanan insansı gardiyanlar da nasiplerini alacaklardı babasının hışmından.

İhtiyar gardiyan, kargocunun halinden memnun bakışlarını fark edip “Hayırdır,” dedi, “Ne oluyoruz?”

Kargocu kendine gelip “Hiç,” dedi, “Bir şey yok. Sadece…” Gardiyanın üzerinde laf atacak bir şey arandı hızlıca ve hemen buldu: “Şu kemerinizdeki silahlar… Hiçbir evrende bulamıyorum onları. Ya henüz icat edilmemiş oluyorlar ya da çoktan karaborsaya düşmüş.”

Genç gardiyan, “Ee,” dedi. “Yani?”

Kargocu, “Yanisi şu,” diyerek açıklamaya başladı: “Bir anlaşma yapalım. Sizin depoda falan bir yerde fazladan bir tane vardır kesin. Arızalı da uyar bana. Ben hallederim. Siz bana bir ses tabancası çözün, ben de hem babama sizin hakkınızda güzel şeyler söyleyeyim hem de gelip gittiğim evrenlerden ne dilerseniz getireyim.”

Genç gardiyan, ses tabancasını kemerinde bağlı durduğu yerden çözüp sıkıca kavradı ve hâlâ hücrenin orta yerinde geniş geniş oturmakta olan kargocuya doğrulttu. İhtiyar gardiyan panikle elini uzattı ama genç gardiyan boştaki eliyle meslektaşını sakinleştirdi. Tabancayı, hâlâ küstah bir edayla sırıtmakta olan kargocuya doğrultmayı bırakıp solundaki duvara monteli çelik yatağın altına çevirdi ve tetiği çekti. Kargocu ellerini kuvvetle birbirine çarpıp heyecanla “İşte bu! İşte bu!” diye haykırdı. Yatağın altında pelteye dönmüş, üstünde dumanıyla bir kıl, kan ve et yığını vardı şimdi. Tabancadan çıkan yoğunlaştırılmış ses dalgaları kaçak fareyi fare kılan atomları arasındaki bağları kopararak vücut bütünlüğünü bozmuş ve onu yarı akışkan bir püreye dönüştürmüştü. Kargocu, görkemlerine bizzat tanık olduğu on beşinci yüzyıldaki şahi toplarını, on sekizinci yüzyıldaki giyotini, yirmi birinci yüzyıldaki biyosilahları aklından geçirip “İşte bu!” dedi bir kez daha ve kendi içindeki bir hayranlık girdabına gömüldü.

Gardiyanlar dönüp koridorda uzaklaşmaya başlayınca kargocu hemen ayaklanıp kızıl parmaklıkların önüne geldi. “Hey! Babam ne zaman gelecek! Hey! HEY! Şu fareyi temizlemeyecek misiniz yerden? Kime diyorum!” Gardiyanlar koridorda uzaklaşırken lambalar da arkalarından bir bir sönüyor, koridoru yalnızca kızıl ışınların bir nebze aydınlattığı bir karanlığa terk ediyorlardı. Son lamba da sönünce artık seslenmenin bir anlamı kalmadı. Kargocu, yürek yemişler, diye geçirdi içinden. Bu sözle eğlendi. Az gelişmiş evrenlerde yaşayan insanların komik tabirleri vardı. Her evrenin kendi komiklikleri vardı muhakkak ama yüzyıllar geçtikçe kendi evrenindeki insan sayısı azalmış, insanlar azalırken komiklik ihtimalleri de bundan nasibini almıştı. On dördüncü yüzyılda olmak istiyordu şu anda. Hâlâ Orta Çağ’da yaşayan evrenlerin teklifsizliğini, cüretkarlığını ve samimiyetini özlemişti. Eldivenlerinden birini çıkarıp elini önündeki kızıl huzmeye uzattı. Işınla buluşan parmak ucu çıtırtılı bir ıslık sesiyle tutuşup eriyiverdi ve burnuna hiç beklemediği bir plastik kokusu geldi. Parmak ucundaki derin acı ise beklediği gibi hoşuna gitmişti. Bir parmağının ucunu daha ışınla dağlarken, şuradan bir çıkayım da, diye düşündü, ver elini Canterbury.

Aslında kargocuların o denli geçmişe gitmesi kati suretle yasaktı. Posta Hizmetleri Kanunu’nun beşinci maddesi Evrensel ve Evrenlerarası Posta Hizmeti Esasları’nı düzenliyordu ve hüküm açıktı: EPTT kurumunca yürütülen Paralel Kargo operasyonlarının 21.09.2107 senesinden öncesine herhangi bir gönderimde bulunması yasaktı. Bu tarihten öncesi Evrenlerarası Ticaret Konsorsiyumu’na üye devletlerin tedbiren görüntülemesine açıktı ve gerekli görüldüğü takdirde kanun hükmünde kararnamelerle çeşitli müdahalelerde bulunulabiliyordu ama alelade bir kargocunun harcı olamazdı bunlar.

Kargocu, mesleğinin sıradanlığına karşı elinde bulundurduğu gücü düşünüp kusursuz bir memnuniyet hissiyle çelik yatağa oturdu. Yatağın altı ses dalgasının sebep olduğu alan süblimleşmesinin etkisiyle hâlâ sıcaktı. Yatağın altındaki pelteden çevreye her geçen saniye daha da yoğunlaşan bir ölüm kokusu yayılıyordu. Sırtını duvara yaslayıp ceketinin kol kısmının üzerindeki panele dokundu ve üniformasını aktive etti. Paralel Kargo firmasının on yıllardır haklı bir gururla reklamını yaptığı bir üniformaydı bu. Gerçi ceketi ceket yapan özellikleri kullanabilmek için lisanslı bir kargocu olmak lazımdı ve üç ay önce kaybolan kargocunun da listeden düşülmesiyle geriye sadece yedi kargocu kalmıştı. Paralel Kargo, ne zaman bir kargocu evrenler arasında bir kazaya kurban gitse hemen yeni bir reklam filmi çekiyor ve bu filmleri birer ceket gibi Maslak’ın Kehribarada’dan dahi görülebilen gökdelenlerinin cephelerine giydiriyordu.

Ceketin daralıp vücudunu ikinci bir cilt gibi sıkı sıkıya sarması ve kapüşonun bir kask halini alıp başını çevrelemesi için ekrana birkaç dokunuşu yetmişti. Artık ceket kendi solunumunu yapıyor ve dışarıyı dışarıda tutuyordu. Dahası, evrenler arasında taşımacılık yapmaya yetkili seçkin kargocuların bedensel bütünlüğünü koruyan da yine bu sanat eseri üniformaydı. Kehribarada’daki Kavşak Limanı’na gelip pasaport işlemlerini tamamladıktan sonra Kurtkapanı Pisti’ndeki santrifüj kabinine giriyor ve kendi etrafında eşsiz bir hızla dönmeye başlayıp bir anda evrenin merkezi halini alıyordu. Bu dönüş sona erdiğinde ise artık bir sonraki sipariş hangi evrenden verildiyse o evrende buluyordu kendisini. Üniforması bu yolculuk sırasında sadece bedensel bütünlüğünü değil, yanındaki siparişleri de koruyordu. Bazen su, bazen ekmek, bazen telefon, bazen silah, bazense…

Yoksunluk hissiyle önce gözlerini sonra kapüşonunu açıp derhal ayaklandı ve tekrar hücreyi koridordan ayıran plazma parmaklıklara dayandı. “Hey! Gardiyan! Aloo! Babam ne zaman gelecek? Hey?”

Koridorun diğer ucunda bir lamba yandı. Sessizlik bozulmamıştı ama lamba yandığına göre birileri geliyor olmalıydı. Bir an sonra koridor tekrar karanlıktı. İçinden, fareler, diye geçirip sırıttı. Birkaç ay önce az gelişmiş evrenlerin birinden bir erkek bir dişi fare getirip bir süre evinde besledikten sonra Kavşak Karakolu’nun lağımına salmıştı. Nesiller, çağlar, evrenler değişse de farelerin karakteristik özellikleri asla değişmiyor, bu istikrar onlara karşı büyük bir güven ve yakınlık duymasını sağlıyordu. Yiyor, içiyor, sevişiyor, ürüyor; kısacası, doğaları neyi gerektiriyorsa onu yapıyorlardı.

Yoksunluk bu sefer kendisini midesindeki şiddetli bir krampla tekrar hissettirince elini ceketinin iç cebine daldırdı. Çıkardığı kutudan avucuna döktüğü haplardan birini ağzına atıp bir müddet diliyle döndürdükten sonra yutkundu. Artık yoksunluk hissi duymayacaktı. “One pill,” diye mırıldandı ezgili bir sesle, “makes you larger and one pill makes you small…” İşlerin görece daha yolunda gittiği evrenlerden birinde her türlü bağımlılık hissini tamamen silip atan bir tedavi geliştirilmiş ve hap formatında piyasa sürülmüştü. Bu tedavinin evrenler arasında ticareti yasaktı; zira çoğu evren, her ne kadar her fırsatta aksini iddia etseler de bağımlılıklar sayesinde ayakta kalan hükümetlerce yönetiliyordu. Birçok sektör, birçok firma, birçok kişi… Televizyon, oyun, alkol, sigara ya da madde… Eğer bir yerde bir şeylere bağımlı birileri yoksa birçok evren tepetaklak olabilirdi. Oysa o, kendisini dilediği zaman dilediği şeye bağımlı hale getirebiliyor, her şeyi gönlünce en aşırı seviyelerde deneyimleyebiliyor ve gönlüğü geçtiğinde tek bir hap sayesinde yeniden eski küçük haline geri dönebiliyordu. Nispeten müreffeh evrenlerde hatırı sayılır zenginlikte müşteriler bulmuştu kendisine. Bir birim liraya bağımlılığı, on birim lirayaysa tedaviyi satıyordu el altından. Servise çıktığı her bir evren için ayrı kıyafetler de ayarlamıştı bu sırada. Toprağın altı, kayaların arası, ağacın kovuğu… Hangi evrene giderse gitsin topluma karışmanın yolunu bir şekilde buluyordu.

Koridorun ucundaki lamba tekrar yanınca dikkat kesildi. Bu sefer bu lambayı önce derinden gelen bazı sesler, sonra da köşede beliren birkaç asker, gardiyanlar ve hademeler takip etti. Kafile ilerledikçe bir bir yanan lambalar kargocuya kurtuluş vaktinin yaklaştığını muştuluyordu. Askerler, gardiyanlar ve hademeler koridor duvarlarına yanaşınca koridorun ortası takım elbiseli ve kravatlı bir gruba kaldı. Bunların önünde ellili yaşlarında, saçları kırlaşmış, yüzünden usanç ve utançla karışık bir ciddiyet okunan bir adam yürüyordu. Kavşak Emniyet Müdürü’ydü gelen. Hücrenin önüne birkaç adım kala elini gardiyana uzattı. Gardiyan kemerine davranıp kumandayı çıkardı ve emniyet müdürünün avucuna bıraktı. Müdür, kumandayı panele doğrultma gereği duymaksızın gerekli dokunuşu yaptı. Zeminde bulunan kapaklar açıldı ve hücreyi koridordan ayıran kızıl ışınlar kayboldu.

Kargocu, hücresinin hemen ağzında kollarını iki yana açıp “Hele şükür be baba!” dedi. “Beni bu mezarlıkta bekletmek için mi dünyaya getirdiniz?”

Müdür, kendisini kucaklamak üzere açılan kolları dengiyle karşılamak yerine kargocunun yüzündeki kızarıklığa bakıyordu. “Acıyor mu?” diye sordu.

Kargocu, “Yok,” dedi. “Kaşınıyor sadece.” Bir süre müdürün gözlerinde asıl soruya bir cevap arayıp bulamayınca dolaysız sordu: “Ee, çıkıyor muyuz? Hallettin mi?”

Müdür, başını çevirip arkasındaki subaya baktı ve “Bu da hatırlamıyor galiba,” dedi. Subay memnuniyetle, “Ben artık eminim,” dedi. “O saldırıdan dolayı olmalı. Başka ihtimal kalmadı.”

Kargocu anlam veremiyordu. “Ne diyorsunuz siz ya?” diye sorguladı hafif kekeleyerek. “Ne hatırlaması, ne saldırısı? Baba?”

Müdür, kargocuya dönüp derin derin iç çekti. Elini bir yana uzattı. Uzattığı eline bir gardiyan tarafından bir kart bırakıldı. Kargocuya, “Şunu ceketindeki panele yerleştirir misin?” diye sordu.

Kargocu kartı alıp inceledi. Zararsız, sıradan bir hafıza kartıydı sadece. Ceketinin kolundaki panelin kenarına hafifçe bastırdı. Açılan yuvaya kartı yerleştirip içeri itti ve yuva kapandı. Bu sırada takım elbiselilerden biri, bir mühendis, hücredeki yatağa oturmuş, açtığı dizüstü bilgisayarında hızlı hızlı bir şeyler yazmaya koyulmuştu. “Kopyanın veri işleme ve üretme akışı şu an ekranımızda, müdürüm,” dedi. Hademeler ise yerdeki fare leşini temizlemeye başlamıştı.

Müdür, “Sen benim oğlum değilsin,” diye açıklamaya koyuldu bir kez daha ve anlaşılmayı beklemeden. Zaten nihayetinde bir anlamı da kalmayacaktı. Fakat bu sefer bu açıklamaların uyandıracağı bilişsel tesirin verilerini kaydetmeyi akletmişlerdi. “Sen insansı bir robota entegre edilmiş duyusal bir yapay zeka yazılımısın. Evrenler arasında kargo taşımacılığı yapman için özel olarak kodlandın. Tıpkı gardiyanlık yapsın diye kodlanan şu gardiyanlar, askerlik yapsın diye kodlanan şu erler ve şurayı burayı temizlesin diye kodlanan şu hademeler gibi.”

Kargocu ne düşüneceğini, ne hissedeceğini, ne diyeceğini bilemiyordu. Kaşlarını çatmış, bir şakaya konu olma ihtimalini de göz ardı etmeyerek gülümsemeye çalışıyordu. Sorgulayan bakışlarıyla babasından devam etmesini talep ediyordu.

Müdür, “Senin her hamleni izliyorduk,” dedi. “Kavşak İstihbarat Büro’sunda, anlık olarak.” Bir yandan da kargocunun yüz kaslarının gergin titreşimlerini gözlemliyor, bu insansıların bu denli sahici mimikler üretebilme becerisi karşısında bir kez daha nefretle karışık aşıkça bir hayranlığa kapılıyordu. “Seni denetim altında tutuyorduk,” diyerek açıklamasını sürdürdü. “Hepinizi takip ediyoruz. Ta ki bir noktaya kadar. O noktada bir saldırıya uğradın muhtemelen ama kim saldırdı, neden saldırdı, orasını çözemedik. Artık her ne olduysa yazılımsal bir mutasyon geçirdin ve kendini kopyalamaya başladın. Bir de…” Elini uzatıp parmaklarını kargocunun yüzünde gezdirmeye başladı. “İnsansılar yaramazlığa eğilimli oluyor. En tehlikeli ve maalesef en yaygın yaramazlığınız da işte bu. Ürettiğiniz kompleks düşünceleri takip edip sınırlandırmadığımızda kendinizi sahici birer insan sanmaya başlıyorsunuz. O yüzden iplerinizi sıkı tutuyoruz. İnsansıların birer yazılımdan ibaret olduklarını unutmaları yasak. Veri tabanlarındaki erişim izinleri olmayan, kriptolu tek dosyada bu yazıyor.” Dönüp hızlıca hücreyi dolduran kalabalığı süzdü ve devam etti: “Hepsi bunun farkında ve kimse şikayetçi değil. Ama senin ipinin ucunu çoktan kaçırdığımız için insan olduğunu sanmakla kalmayıp işi benim oğlum olduğunu düşünmeye kadar vardırmışsın.”

İşaret parmağını kargocunun dudağının kenarına getirip çekiştirerek onu el yordamıyla gülümsemeye zorladı. “Alaycı bir kopya olmuşsun sen. Biraz da sosyopat. Mazoşist mi diyorlar? Hepsi makul. Zararsız şeyler. Dün yakalanan katildi. Barışta olduğumuz evrenlerden birinde iki cinayet işlemiş. Bir önceki kopyayı yirminci yüzyıl evreninde bulduk. Şimdiye kadarki en uyanığıydı. Veri tabanının farkına varmış. Tabii veri tabanının veri tabanı olduğunu anlayamamış da ‘içgörü’ diye bir ad takmış. Kendisini ermiş falan sanıyordu. Falanca tarihte falanca yerde ne olacağını önceden bilebildiğini sanıyordu. Bilir tabii. Gidip bunlara tanık olmasında da pek öyle bir sorun yoktu. Ama müdahale etmeye başlamıştı. Ucunda para ve kadın olan ne kadar olay varsa hepsini kendi işine geldiği gibi… Neyse. Sen de fare getirmişsin getire getire.” Bir an için kesik ve ayıplayıcı bir kahkaha kopardı.

Kargocu, nutku tutulmuş bir halde, bilmiyorlar mı, diye sorguladı kendi kendine. Hücreyi dolduran gözlere tek tek bakıp bir cevap aradı. Fareler yüzünden mi atmışlardı onu buraya? Torbacılık işlerinden haberleri yok muydu?

Bilgisayarda akan yazıları gözlerini neredeyse hiç kırpmaksızın takip etmeye bir an için ara veren mühendis, “Müdürüm,” diyerek dikkatleri üstüne çekti. Gerildi, genzini temizledikten sonra devam etti: “Kopya şu an bilip bilmediğimizi sorguluyor. Yani ne yaptığını.”

Müdür iç çekip dikkatini tekrar kargocuda topladı. “Seni kapatmamız gerekiyor. Silineceksin. Varlığın evrenler arasında kararsızlığa yol açıyor. Madde meselesi haber değil. Zekice de değil. Maddeyi temizleyemiyorsak insanları temizleriz, mesele hallolur. Ama seni temizleyemiyoruz. Hangi evrene operasyon düzenlesek er ya da geç Kurtkapanı Pisti’nde bir yerde senle karşılaşıyoruz.”

“Müdürüm,” diye seslenen mühendis, müdürün tepki vermesini beklemeden hızlı hızlı ekledi: “Eski zamanlarda Truva virüsleri, yeni klasör virüsleri olurmuş. Veri tabanlarımızda hepsi kayıtlı. Bu arkadaş da o hesap.”

Müdür, mühendisi işitmemiş gibi kargocuya hitaben devam etti. “Gitmişsin, Orta Çağ’dan fare getirmişsin. Kendin de bir fare gibisin; evrenler arasındaki bağ dokunun liflerini kemiriyorsun.” Bir an durdu. Başını çevirip subaya baktı. “Ne laf ettim, duydun mu?” diye sordu kendinden memnuniyetle. Subay da “Bağ dokunun lifleri,” diye yineleyip sırıttı. “Koduğumun faresi.”

Kodumun faresi,” diye ekledi mühendis ve bununla eğlenecekken ihtiyar gardiyanla göz göze geldi, yüzü düştü, yutkundu.

Kargocu ise nabzının kafatasının içinde attığını hissediyordu artık. Adeta beyni yanıyor, infilak edecekmiş gibi geliyordu. Tüm bunlar bir şakaysa artık bir son bulmalıydı. Değilse…

Müdür, “Ses tabancalarına da özel bir ilgin varmış senin,” deyip bir süre düşündükten sonra devam etti: ”Normalde ele geçirdiğimiz kopyaları direkt askerî fabrikada ayrıştırıp dönüştürüyoruz ama senin merakın bize bir fikir verdi.” Dönüp subaya baktı. “Değil mi, binbaşım?”

Subay, “Öyle, öyle,” deyip birkaç adım yaklaştı. “Senin dokun insan dokusunun yerini tutmaz. İnsan dokusu hâlâ tam çözemediğimiz kadar karmaşık. Ama sen bizim için verimli bir başlangıç olacaksın. Sonra işi büyütüp deneylerimizi insan suçlularla sürdürme planımız var. Gerçi bakanlıktan gerekli izinleri almak öyle kolay değil. Ama onlar da yola gelecek. Diğer evrenlerle savaş kapıda. Birinde su kıtlığı, ötekinde nükleer savaş derken bizimki kıymete bindi. Kendimizi savunmamız lazım. Kendimizi savunmayı öğrenmemiz lazım.”

Palaskasında takılı duran ses tabancasını çıkaran subay ince ayarlar yapmaya başladı. “Bir fareyi bununla pelteye çevirmek basit. Tetiği çekiyorsun, ses dalgaları yayılıp artık nereye güdümlüyse o hedefi buluyor. Fare gibi küçük şeylerde etkinliği hiç şaşmadı, şaşmaz.” Subay, kargocuyu tepeden tırnağa süzüp devam etti: “Sen herhalde bir yetmiş, bir yetmiş beş varsındır. Kilon da seksen falandır. Zor olmayacak.”

Kargocu kendisini aniden yere bırakıp müdürün ayaklarına kapandı. Başta için için olan ağlaması hızla hıçkırıklarla doldu.

Müdür, bir insansının sergilediği bu hayranlık uyandırıcı duygu performansı karşısında herhangi bir duygu belirtisi göstermeksizin tuş seslerinin geldiği yöne dönüp “Her şeyi aldın mı?” diye sordu. Mühendis, “Evet, efendim,” dedi. “Üniformasını çıkarıp hatalı yürütmeyi durdurma işlemini başlatabiliriz.”

Mahzun bir ifadeyle dudaklarını sıkan müdür başıyla talimat verdi. Gardiyanlar önce ne yapacaklarını anlayamadılarsa da çok geçmeden kendilerine gelip öne atıldılar. Türlü itiş kakışın sonunda üniformayı kargocunun üzerinden çıkarıp tekrar ayaklanırken iç çamaşırından başka bir giysisi kalmamış olan kargocuyu yerde bıraktılar. Artık ağlamaya dahi mecali kalmamış olan kargocu bir yandan hıçkırıp bir yandan da bir humma hali içinde sayıklıyordu: “Ölmek istemiyorum… Ölmek istemiyorum… Ölmek istemiyorum…”

Subay ses tabancasını kargocuya doğrulttu ve tetiği çekti. Bedenini bir arada tutan moleküler bağlar kopan kargocu yarı akışkan bir plastik yığını halinde yere döküldü. Hademeler, talimat beklemeksizin, hücrenin zeminine hızla yayılmakta olan peltenin temizliğine başladılar. Müdür önderliğindeki kafile, yapacak başka işleri kalmayınca dönüp hücrenin kapısına yöneldi. O esnada koridorun diğer ucundaki lamba da yandı ve köşede iki yanında birer gardiyanla üniformalı bir genç adam belirdi. “Siz benim kimin yeğeni olduğumu biliyor musunuz ha?!” diye soruyordu. “Siz benim ne taşıdığımı biliyor musunuz?!” Bir yandan da gardiyanların elinden kurtulmaya çalışıyordu. “Amcam yaşatmayacak sizi, yaşatmayacak!”

Yiğit Ata

Yiğit Ata. 1993 yılında, İstanbul'da doğdum. Kocaeli Üniversitesi'nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 2015'te mezun oldum. Marmara Üniversitesi'nin 2017'de başladığım İletişim Bilimleri yüksek lisans programını yarıda bıraktım. 2016'dan bu yana Enstitü İstanbul bünyesinde ileri seviye İngilizce, edebi çeviri ve metin çözümleme dersleri veriyorum. Yayınlanmış üç çevirim ve editörlüğünü yapmış olduğum iki kitap mevcut.