Öykü

Kukla

Yerdeki talaşları ayağıyla sağa sola doğru uzaklaştırıp önünde temiz bir adımlama alanı oluşturan, yaşına göre hayli uzun boylu, ensesinde ve bileklerinde kırmızı beni olan bu küçük adam dedesinin ilk torunuydu. Doğduğu günden beri marangoz dedesi onun üzerine pek bir düşmüştü. İlk torununun doğumundan sonra diğer bir evladından torun sahibi olsa da ilk torunun yeri ayrıydı. Aynı şehirde onunla beraber olmanın da etkisini yadsımak olmazdı belki ama aralarında çok daha başka çekim ve uyum vardı. Üstelik ilk torun olması sebebiyle de adını o koymuştu. “Biraz daha günümüze yakın bir isim olsun bey, çocuklar sana verdi bu görevi çocuğun kaderini güzel kıl sen de.” diyerek yol gösterici olan babaannenin telkinleri işe yaramış olacak ki çocuklarının ismini anne ve baba da çok beğendi. “Acaba aramızdaki konuşmaları mı duydu babam?” soru işaretleriyle düşündürdü ebeveynlerini çocuklarına koydukları bu isim. Ailenin ilk torununun adı Çınar’dı. Marangoz bir dedenin ağaçlarla olan birlikteliğinden gelen bir aşinalıkla konulan bu isim içerisinde uzun ömürlülük duası da barındırıyordu. Çınar gibi uzun ömürlü olması ve toprağına bağlı olması duasıydı bu. Marangoz Galip dedenin ilk torunuydu Çınar. Dedesinden öğrendiği bilgileri tatbik etme alanı yine dedesinin dükkânı oluyordu. Yerdeki talaşları ayağıyla sağa sola uzaklaştırıp oluşturduğu adımlama alanında bir ileri bir geri gidip duruyordu. Burgu aletini bir türlü bulamıyordu. Çocukluğundan beri devamlı dükkânda vakit geçirmişti Çınar. Dedesi ona birçok aleti tanıtmıştı. Bu tanıtımlar Çınar için adeta birer mahalle mektebiydi. Dedesinin yapmış olduğu alet tanıtımlarında değindiği birçok konu vardı.

“Bak evladım bu rende. Bununla kerestelerin eğri kısımlarını düzeltiriz. Onu dosdoğru bir hale sokarız. Aslında insana da bu rendeden lazım. Niye dercesine bakma bana evlat. Artık dosdoğru insanlar kalmadı. Artık Yunus Emre gibi düz odun parçaları peşinde koşan düzgün insanlar bulamıyor insanoğlu. Başkası eğri bile olsa sen doğru ol evlat. Nefsin, vicdanın senin renden olsun. Kendini yont sen de. Budakların batmasın yüreğine…”

Marangoz aletleriyle bütünleşik anlatılagelen dersleri hiç de yabana atmazdı Çınar. Akranlarının aksine oldukça olgun yaklaşımlar gösterir, uçarı tavırlarda bulunmazdı. Çocukluğunu arkasında bırakarak adımlamazdı günlerini asla fakat öyle de vakur yanı vardı ki görenleri kendisine hayran bırakırdı. Dedesinin övünme seanslarına vesile olan da Çınar’ın bu tavrıydı. Marangoz Galip’in torunu diye hüviyet kazandığı beldesinde Çınar, herkesçe tanınır haldeydi artık. Kendini popstar sananlar gibi ukalalık içinde olmadan bir yaşantı sürdürüyordu. Gündüzleri okula gidiyor, akşamları ödevlerini yapıyor, tatil günlerinde de dedesinin marangoz dükkanından çıkmıyordu. Hiç sıkılmadan dahası kendine birçok şey katarak yıllarına yenisini ekliyordu. Ömrüne yeni bir başlangıç günü eklemesine yalnızca bir gün kalmıştı. Yarın Çınar’ın doğum günüydü. Bu dünyadaki onuncu senesiydi. Marangoz dükkanındaysa altı sene geride kalmış olacaktı.

* * *

Tüm akraba ve birçok ilçe eşrafı Marangoz Galip’in torununun doğum günü için gelmişti. Evin bahçesine zor da olsa sığan kalabalık Çınar’ın yeni yaşını tebrik edip çeşitli hediyeler verdiler. Hediyelerin sahibi Çınar’ı bulmak zor olmadı hiç. Annesinin alıp özene bezene giydirdiği kıyafetlerle “Bugün benim doğum günüm.” diye yanıp hiç sönmüyordu ışığı.

Çınar kendisine verilen tüm hediyeleri paketlerine ayrı özenler göstererek tek tek açtı. Hediyeyi getiren arkadaşlarına ve ailelerine saygısızlık oluşturmamak adına oldukça titiz davranıyordu hediye açılımı sırasında. Çocuk vahşiliğini bilgiçliği ardında dizginleyebiliyordu. İnsanları kendine hayran bırakan duruşlarından birini yine herkese gizil gösteri ile sunuyordu. Yaptığı bu sunumdan kendinin bile haberi yoktu. Haberinin olmadığı bir şey daha vardı. Dedesi henüz hediyesini vermemişti torununa. Dışında kırmızı düzlemde yaldızlı süslemelerin olduğu hediye paketi Marangoz Galip’in yanında duruyordu. Çınar, dedesinin yanında duran hediyenin vaktini yıllar yılı öğrenmişti artık. Doğum günü kutlamasına katılan misafirler bir bir evden ayrıldıktan sonra dedesi ona hediyesini verirdi. Bunun bu yılda da böyle olacağından daha bir emin oldu zira dedesi takdim edeceği hediyesiyle hiç oralı değildi. Elde ettiği tecrübeler onu sabırla bekleyeme yönlendirdi. Sabır artık mükafatı bekler olmuştu. Marangoz Galip, hediyesini alıp torunu Çınar’ın yanına oturdu. Ev halkının geri kalan üyeleri bir başka odada yorgunluklarını atarken Marangoz Galip ve Çınar sessizlik içinde bekliyorlardı. Sessizliği bozan hediyenin hışırtılı paketi oldu.

Kendi gövdesi büyüklüğündeki kutunun paketini aldığı baş müsaadesiyle açmaya koyulan Çınar’a dedesi birkaç kelam ile eşlik etmek istedi.

­­“Bak evlat, bugün itibariyle on yaşındasın, sen istemiyor olsan da büyüyorsun. Henüz daha büyümüş bir insan değilsin elbet ama ben sendeki o olgunluğu görüyorum. Ne beni? Bunu herkes görüyor. İstiyorum ki içindeki çocuğu hiç ama hiç kaybetme. Bakma sen bana, ben de dışarıdan sert görünürüm ama aslında çocuk gibiyimdir. Peh! Ben de kime ne anlatıyorum? Reşatgilin çayırlarda az güreşmedik mi seninle. Hey yavrum hey! Deden çok daha atikti evvel zamanlarda ya, kör olası yaşlılık işte. İnsanın bedeni topallasa da ruhu hep parmak uçlarında sekermiş evlat…”

Marangoz Galip’in peşi sıra gelen cümlelerinden Çınar’ın duydukları başka anladıkları başkaydı. Odaklandığı şey önündeki masanın üzerinde soyunan hediyesiydi. Hediye paketini her zamanki gibi büyük bir titizlikle açtıktan sonra Marangoz Galip’in cümleleri de nihayete ermişti.

“Dede! Çok… Çok teşekkür ederim dede.”

Serçelerin konduğu daldan uçuşu gibiydi Çınar’ın sevinç çığlıkları. Aniden ve belirsiz yönlerde koşturmasıyla süslenmiş ritüelden hiçbir farkı yoktu dedesinin etrafındaki dönüşlerinin. Çok mutluydu. Onu mutlu eden şey dedesinden aldığı hediyede gizliydi. Artık o giz ortadan kalkmıştı. Gözlerinin önüne düşen saçlarını arkaya doğru atarak hediyesine eğilen Çınar ne diyeceğini bilemiyordu. İmdadına Marangoz Galip yetişti.

 

“Evet evlat, dükkânda duran o kukla bu. Şaşkınlığını çok iyi anlıyorum. Seni bu kuklanın bulunduğu rafa hiç yaklaştırmadım. Camlı bölümde olması sana güvenmediğimden değil ha… Sen doğmadan önce de oradaydı. Toz toprak konmasın, talaşlar etrafında yığılmasın diye. Buna rağmen üzeri biraz tozluydu. Bu böyledir evlat.”

 

Çınar, dedesinin sözleri içerisinde yolunu bulmaya çalışıyordu. Aklını kaybetmek diyemezdi belki ama aklının da yerinde olmadığı gerçekti gözlerinden. Gözleri adeta başka bir yerdeydi. Sahip olduğu şaşkınlığı ve zihninde damıtılmadan akan düşünceleri kucaklayıp içinde bulundukları zamana getiriyordu. Bunu yaparken de sol bacağı olduğu yerde aşağı yukarı yönlü hareket ediyordu. Şiddeti giderek artan bacak depremini dedesinin eli durdurdu. Yutkunma molası sonrası dedesi sözlerine devam etti.

İşte evlat, hediyen… Bu ahşap kukla artık senin. Bana da dedelerimden kalmıştı. Artık hangi dedem bu kuklayı yapmış bilmiyorum ama bizim geleneğimizdir bu. Her dede marangozla ilgili olan evladına ya da torununa bunu verir. O da dükkanının köşesinde bunu tutar. Babana çok dedim gel bu işle ilgilen yap diye ama nafile. Amcaların da başka yollar buldular. Kimse ilgilenmedi kıymıkları kendine batmış tahta parçalarıyla. Ta ki sen… Sen istekliydin, hevesliydin. Adeta bu iş için doğmuş gibiydin. Yalan yok torunlarım ilgilenir inşallah bu işle diye söylenip duruyordum hep. Sen kabul olmuş duam oldun. Bu kukla senindir evlat. Buna iyi bak…”

Çınar’ın dili tutulmuştu. Her zaman gördüğü bu kuklayı birçok defa hayranlıkla izlemiş, dokunmaya çalışmış bu sebeple de dedesinden şiddetli azarlar işitmişti. Kıymet verilen bir eşya olduğunu o anda anlarken, eşyadan da farklı olduğunu şu anda anlıyordu. O kuklanın niye bu kadar önemli olduğunu babasına sorduğunda babasından tatmin edici bir cevap alamamıştı. İçindeki tatminsizliği gidermek için kendini düşünce yollarında özgür bırakıp kapı kapı gezintiye çıkarmıştı. Her cevap kapısı kendisine yeni bir soru doğuruyor bu sorulara cevaplar bulabilmek için mahallesinden dışarı çıkıyordu. Şimdi ise şaşkın ve de mutluydu. Dedesinin telkinini onayladı.

“Sen hiç merak etme dede, ona çok iyi bakacağım.”

* * *

Marangoz Galip’in verdiği kukla, Çınar için artık yeni bir arkadaştı. Okuldan ve dedesiyle beraber geçirdiği zamandan arta kalan tüm anlarda kuklasıyla beraberdi. Vernikli ahşabın parlaklığı ilk günden beri hiç değişmemişti. Çapraz şekilde birbirine çakılı olan el tutamacının dört bir köşesinden bağlı olan ipler kuklanın eklemlerine iliştirilmişti. En ufak el hareketiyle beraber kuklanın temel duruşu ve yürüyüşü kolaylıkla yapılabiliyordu. Çoğu kişinin zorlanabileceği eylemleri yaptırmak Çınar için zor olmaktan çıkmış yerini ağaç gölgesi serinliğiyle bezeli rahatlık almıştı. Kuklayı kullanma kabiliyetinin giderek artmasıyla beraber oluşturduğu kullanım rahatlığına kendisinin şaşkınlığı geçmişti. Bunun yerine kukla kullanımı konusunda kendini geliştirmek almıştı. Bütün bir yaz tatilini buna ayırıyordu. Temmuz sıcaklarının yaşandığı günleri akranlarıyla beraber değil, kuklasıyla beraber geçiriyordu. Kuklayı kullanma ve onu istediği gibi yönetme konusundaki gelişimi Çınar’ı daha da kamçılıyor, kuklasına yaptırmak istediği yeni eylemleri listeleyerek bunlar üzerine çalışıyordu. Parmakları arasına geçirdiği iplerin derisinde oluşturduğu yaralara aldırış etmeyen Çınar’ın ailesi bu durumlar karşısındaki şikayetlerini dile getiriyorlardı. Çınar, kendisine yapılan uyarıları dikkate alarak davranışlarını makul seviyeye getirmeye çalışsa da yüreğinde patlayan karşı konulmaz isteğini ört pas edemiyordu.

Hem ailesinin isteklerini yerine getirmek hem de kendi isteklerine uygun ortam oluşturmanın yollarını arayan Çınar, aradığını haftaya başlayacak olan ramazan ayında bulmuştu. Yaz aylarına denk gelen ramazan ayında kuklasını arkadaşlarına gösteri yapmak için kullanmaya karar verdiğinde yemek masasındaki aile bireyleri Çınar’ın niçin güldüğünü anlayamamıştı. Kimse de niçin güldüğünü sormamıştı. Çınar ise kendi içindeki sorulara tebessüm kisvesiyle cevaplandırıyordu. İki sokak aşağıdaki metruk binanın bahçesini yapmak istediği gösteri için kullanabilirdi. Bu, onun listesinden sildiği ilk yapılacak olandı. Daha sonra arkadaşlarına kuklasıyla gösteri yapacağını haber verecekti. Kuklası için bez parçalarından kıyafetler oluşturacaktı. Efekt vermesi için renkli küçük el fenerleri bulacaktı. Gösterisine canlılık katmak için müzikler ayarlayacaktı… Hepsini de yaptı. Çınar, planladığı gibi tüm malzemelerini ayarlamış, arkadaşlarına da haber vermişti. Ramazan ayıyla özdeşleşen Hacivat ve Karagöz gösterilerine yeni bir soluk oluşturacaktı. Dedesinden çok kez duymuştu eski ramazanların nasıl olduğunu. Öğrendiği şeylerden biriydi ramazanda herkesin iftar sonrası eğlence alanlarına gidip günün yorgunluğunu atarak birlikte vakit geçirmeleri. Çınar’ın bu akşamki ilk iftar sonrası yapacağı ilk gösterinin icazetini hediyesine sahip olduğu günde almıştı.

“Anne ben dedemle konuştum, ikna ettim onu da. Tamam gelmek görmek istiyorsunuz ama bu akşam ilk kez yapacağım için çok heyecanlıyım. O yüzden sadece arkadaşlarım olsun istiyorum. Daha fazlası kalabalıklara ya da sizlere henüz hazır değilim. Dedem beni yanlış anlamamıştır, değil mi anne?”

* * *

Yapılan ilk iftar sonrası malzemelerini içine doldurduğu çantasını sırtlayıp kukla gösterisini yapacağı metruk binanın bahçesine gitmişti Çınar. Hazırlıklarını yapıyor ve bir yandan ezberlediği sözleri tekrar ediyordu. Arkadaşları da bir bir bahçeye gelir olmuştu. Kimisinin elinde dondurma kimisinde gazoz vardı.

Taş ve kesilmiş tomruk parçalarıyla oluşturulan oturma bölümlerine geçen arkadaşlarını gören Çınar kendini televizyonda gördüğü büyük tiyatro salonlarında gibi hissetti. Karşısındaki insanlar kendi arkadaşlarıydı, beraber yara alıp beraber oynadıkları kişilerdi ama Çınar için bu durum bile heyecan vericiydi. Arkadaşları da Çınar’ın heyecanını yatıştırmak adına teskin edici konuşuyorlar cesaret gösterdiği eylemi destekliyorlardı. Gelmesi gereken tüm davetliler geldikten sonra Çınar kasalardan ve tahta paletlerden hazırladığı sahneye çıktı. Sağ eliyle kuklasının iplerini ve tutamacını parmaklarına doladı. Yaptığı çevik hamleyle kuklasının başını yukarı kaldırdı.

Aldığı derin nefesi yavaş yavaş verdiği esnada ensesinde bir ağrı hissetti. Hissettiği ağrının ne olduğunu anlamak için elini ensesine götürürken kuklasının da elinin ensesine gittiğini gördü. Yapmış olduğu kıvranma hareketi neticesiyle kuklasının da harekete geçtiğini düşünüyordu. Arkadaşları olan biteni anlamak için henüz zihinlerini dolaştırdıkları yerden bulundukları yere çağırmamışlardı. Çınar kendi kendine debelenme içindeydi. Sanki birileri bileklerinden onu çekiştiriyor gibi kontrolsüzdü. Hakimiyetini kuklasına kurabilecek durumda değildi. Kendine hâkim olamayacak durumda düşkünlük içindeydi. Bileklerindeki ağrıyı umursamadan sol elini götürdüğü ensesindeki acıyı elleriyle duyumsuyordu. Sağ elindeki kuklanın kendisinin gölgesi olduğunu tam da bu anda keşfetmişti.

Çınar ne yapıyorsa kuklası da aynısını yapıyordu. Çınar’ın elinde tuttuğu ipler gibi Çınar da başka ellerdeki iplerin ucunda asılıydı. Kendini yönetememenin acizliğini yaşamaya başladığında yüzünde beliren endişeyi arkadaşları da artık fark etmişti. Çınar’a seslenmeye çalışıyorlar ama seslerini duyuramıyorlardı. Ensesinde ve bileklerinde olan kırmızı benlerden acı duyuyordu. Kırmızı benlerden çekiştirildiği hissini yaşarken ensesindeki ince sızıyı parmağıyla yokluyordu. Eline daha önce hiç denk gelmemiş bir his temas etmişti. Ensesinde bir ip parçasının kalıntısı vardı. Tişörtünün dar yakasını genişleterek tişörtünün arka etiketi olabileceğini düşündüğü ip parçasını yoklamaya çalıştı. Tişörtüne takılmış bir şey değildi bu. Dosdoğru şekilde ensesinden, etinden çıkmış parçaydı.

Başını aşağı eğerek boynunu düz konumda tutmayı ve böylece ensesindeki acının sebebini öğrenebileceği kanısıyla birkaç hamle yaptıysa da bir türlü kendini istediği konuma getiremiyordu. Elindeki kuklayı tüm bu olanlara rağmen bırakmamıştı. Bilinçli bir eylem olmadığını gösterircesine sabit olmayan hamleler içindeki Çınar bir anda başını geriye doğru attı. Orada bulunan tüm arkadaşları buz kesmiş tavırla Çınar’a bakıyorlardı. İftar sonrası sokaklara yürüyüşe çıkan insanların sesleri dışında herhangi bir ses yoktu. Arkadaşlarından kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bir tuhaflık olduğunu anlamış olmalarına karşın sessizlikleri ne yapacaklarını bilemiyor oluştan kaynaklıydı.

Yürüyüşe çıkanların sesini kesen bir sesleniş Çınar’dan geldi. Ses Çınar’ın ancak sözcükler onun değildi adeta. Boynundaki acının kırmızı beninden çıkan iple ilgili olduğunu anladığı an işte tam bu an olmuştu. Dedesinin söylediği sözün ilk yarısını hatırladı. İnsanın bedeni topallıyordu… Çınar’ın bedeni topaldı artık. Kuklasının iplerini kendi elinde tutuyor olsa da kendi iplerini kimin tuttuğunu bilmediği bir sahnede arkadaşlarıyla göz gözeydi. Kendi emeğiyle hazırladığı sahneden arkadaşlarına bakıyordu. Sahnedeydi. Bir elinde kukla bir de kendi vardı. Sahnedeki bir kuklaydı.

Ömür Demir