6 yaşlarında bir çocuk, küçük bir berber dükkanının üstüne tahtadan bir kutu koyularak yükseltilmiş sandalyesinde traş oluyordu. İçeride ondan başka iki kişi daha vardı. Birisi, sanki her an çıkıp gidecekmiş gibi kapının önünde bekleyen annesiydi. Babası olmadığından onu berbere annesi götürüyordu. Aslında dedesiyle birlikte yaşıyorlardı fakat o evden dışarı pek çıkmazdı. Annesinin üzerinde uzun kollu beyaz bir gömlek, siyah bir kravat, dizlerinin altına kadar gelen gri bir etek, siyah bir ayakkabı ve ayakkabının içinden başlayıp eteğin altında devam ettiği belli olan siyah bir çorap vardı. Yani herkesin annesi gibi giyinmişti; ya da ablası ya da kızı… Berberin ise beyaz önlüğünün dışında kıyafeti hemen hemen aynıydı. Yalnız o etek değil de pantolon giyiyordu. Yani herkesin babası gibi ya da ağabeyi ya da oğlu…
Çocuk, makas şıkırtısından başka bir sesin olmadığı bu yerde hareketsiz traş olurken kendi kendine sorular sorarak vakit geçiriyordu. Tabi bu soruları içinden sormak zorundaydı, aksi takdirde annesi ona kızabilirdi. ‘Neden herkes aynı kıyafeti giyiyordu?’ Bu sorunun cevabını bilmiyordu. Annesine bakarak başka bir soru sordu kendisine: ‘Neden annesinin saçları herkesinki gibi tam siyah değildi? Saçlarının dibi neden sarıydı? Acaba annesi hasta mıydı?’ Bu soruları bir ara annesine soracaktı. Bir sakıncası olacağını düşünmüyordu. Sonra berbere baktı. ‘Neden berber amcanın saçları bu kadar kötü gözüküyor?’ Annesi şehirdeki iki berberden en iyisinin bu olduğunu söyleyip duruyordu kendisine fakat ‘Bu kadar kötü kesilmiş saçları olan bir adam, nasıl iyi berber olabilirdi ki?’
Çocuk başarmıştı. Sorular, işe yaramış; berberin işi bitmişti sonunda. Makas sesinin kesilmesiyle berber de konuşmuştu nihayet:
“-Evet! Bence güzel oldu! Siz ne dersiniz, annesi?”
“-Bence de çok güzel olmuş elinize sağlık berber amcası.”
“-Keşke ben de nasıl olduğunu görebilseydim.”
Bu cümleden sonra annenin gözleri büyüdü. Korkarak berbere doğru göz ucuyla baktı. Onun da aklından aynı şeyler geçmiş olacak ki; o da aynı şekilde anneye bakıyordu. Çocuk bu bakışmalara bir anlam verememişti. Annesi onun soru sormasına müsade etmeden yapmacık bir gülüşle durumu toparlayıp, oğlunu elinden tuttuğu gibi alelacele berberden alıp götürmüştü.
…
Yıllar yılları kovaladı 6 yaşındaki çocuk artık iyice büyümüştü. Yaşadığı şehrin kurallarını artık daha iyi biliyordu. Fakat öğrendikçe azalması gereken sorular, daha da artmaya başlamıştı. Zira br çoğunu soracak kimseyi bulamıyordu. Yaşadıkları yere herkes “Eşitliklerin ve Özgürlüklerin Şehri” diyordu. Gerçekten de öyleydi. Mesela herkes aynı yemeği yiyordu çünkü herkes eşitti. Tabi bu yemeği seçerek yedikleri için özgürlerdi de. Her hafta insanlara yönetim tarafından hazırlanmış, 4 adet haftalık yemek menüsü önerisi gelirdi. İnsanlar, istedikleri menüye oy verirler; yönetim, çoğunluğun istediği yemeklere göre kupon dağıtır ve herkes bu kuponlarla günlük alışveriş yapardı. Alışverişin günlük olma sebebi salı gününün yemeğini karıştırıp çarşamba günü hazırlamamanız içindi. Çünkü bu, halkın eşitliğine aykırıydı. Yemek en sık yapılan seçimdi. Bunun dışında saç renkleri, giysiler, evde yetiştirilecek çiçekler, ev hayvanları –bu sadece bir kez yapıldı. Birçok insanın hayvanlara alerjisi olduğu anlaşılınca tüm kediler toplatıldı- hayata dair her konuda belirli aralıklarla seçimler yapılırdı, eşitliklerin ve özgürlüklerin şehrinde.
Ne zaman bu şehirle ve insanlarıyla ilgili çok şey bildiğini düşünse, gerçekleşen bir olay bilmediklerinin daha fazla olduğunu öğretiyordu ona. Sürekli sorduğu sorularına cevap almak için insanları bunalttığı yaşları geçmişti artık. İnsanların kendisini uzaklaştırdığından değildi fakat bu vazgeçiş; insanların da sorduğu soruların cevaplarını bilmediğini anladığındandı. Kendi başınaydı o. Kimse onun merak ettiği şeyleri aramıyordu. Bu şehirde insanlara soru sorulmadan cevaplar veriliyordu ve insanlar ellerindeki hazır cevapların sorularının ne olduğunu bile bilmeden bu cevaplarla tatmin oluyordu. Çocuk, kararlıydı. Sorularının cevaplarını kendi kendine bulacaktı.
…
10 yaşlarındayken bir gün heyecan içerisinde eve girdi çocuk. Yeni kesilmiş saçlarıyla evin içerisinde annesini çağırarak koşuşturuyordu. Evdeki bütün odalara girip çıktı koşarak. Nihayet annesini mutfakta bir yandan dedesiyle konuşup diğer yandan yemek hazırlarken bulduğunda onlara keşfettiği muhteşem şeyi anlatmaya başladı:
“- Anne! Biliyor musun, bugün ne buldum.”
“-Nedir bu heyecanın böyle? Ne buldun? Hadi söyle bakalım.”
“-Berber amca yeni bir makas almıştı. Bugün onunla traş etti beni. Bir ara makasa dikkatlice baktım ve ne gördüm, biliyor musun?”
“-Çıldırtma insanı da söyle. Bin türlü işim var daha.”
“-Gözümü anne! Yeşilmiş, biliyor musun? Düşündüm de eğer daha büyük bir metal bulup yüzeyini parlaklaştırabilirsem bütün yüzümü görebilirim!”
Çocuğun yüzündeki sevinç ve heyecan, annesinin tokadıyla donup kalmıştı. Ne olduğunu anlayamamış, ilk kez yediği tokadın ardından annesi sıkı sıkı sarılınca hangi duyguyu yaşayacağını bilememişti. Şaşkındı; çünkü ilk kez annesinden tokat yiyordu. Korkmuştu; çünkü annesi ona sarılmış ağlıyordu. Dedesi sandalyesinde son derece aşağılayıcı bakışlarla bu sahneyi izliyordu.
“-Neden başkaları gibi olmayı beceremiyorsun ki sanki? Kim senden yüzüne bakmanı istiyor? Yapman gereken tek şey var; o da çalışmak. Yeni bir şeyler keşfetmek değil! Zaten var olan şeylerin üzerinde çalışmak. Yüzünü görebilecekmiş… Biz hergün görüyoruz o yüzü! Bu kadar heyecanlanacak birşey yok!” Dedesinin ağır lafları kafasının içinde yankılanıyordu. Bir yandan tek eliyle annesinin saçlarını okşayıp, onu teselli etmeye uğraşırken diğer yandan bu cümleleri düşünüyordu. Annesi hıçkırıklarının arasında ona bir söz verdirmişti:
“-Söz ver bana. Bir daha kendi yüzüne bakmaya çalışmayacaksın.”
“-Söz anneciğim.” Diyebilmişti çocuk. “Bir daha kendimi bulmaya çalışmayacağım.”
…
Bu olaydan birkaç ay sonra berber amca, kasap amca olmuştu. İnsanların meslek değiştirdiklerine ilk kez şahit oluyordu çocuk. Yeni bir sorusu vardı artık: ‘Berber amca neden kasap amca oldu?’ Bu sorunun cevabını bulması çok zor olmadı. Berber amca şehirdeki diğer berberden daha iyiydi. İnsanlar bu yüzden diğer berbere değil ona geliyorlardı. Ve bu da insanların eşitliğine aykırıydı. ‘İnsanların eşitliğini ihlal eden suçlar’ deyimiyle tanışıyordu böylece çocuk. Annesinin kendisine yasakladığı insanların kendi yüzlerine bakmaları da bu suçlardan biriydi. İnsanlar başkalarını izlemeliydi, kendilerini değil. Bu sayede kişi, bir başkası ne yapıyorsa onu yapabilir ve böylece eşitlik bozulmamış olurdu.
…
Çocuk, artık bir meslek sahibi olacak kadar büyüdüğünde, onu boyacı yapmaya karar verdiler. Daha doğrusu ona Terzilik, Marangozluk ve Boyacılıktan birisini seçmesi söylendi. O da özgürce seçimini yaptı. Bu seçimi yaparken kafasında bir düşünce belirmişti çünkü. Kendisi yüzünü görmeyeceğine söz vermiş olabilirdi. Fakat başka insanlara yüzlerini göstermek konusunda verilmiş bir sözü yoktu. Başka insanların kendilerini fark etmelerini istiyordu. Ve bunun için çalışmaya başladı. Duvar boyamaktan arta kalan zamanlarında, çiçekleri çizdi; kuşları çizdi. Görebildiği canlı cansız herşeyin resmini çizdi. Öylesine yetenekliydi ki; kısa zamanda kendini geliştirmeyi başardı.
Birgün eve giderken elinde rulo yapılmış bir kağıt vardı. Bu kağıt sokaktaki insanların hemen dikkatini çekmişti. Çünkü bu şehirde farklı olan herşey dikkat çekerdi. Eve vardığında annesi ona kapıyı açtı. Çocuk hiç birşey söylemeden elindeki kağıdı annesine uzattı. Annesi şüpheli gözlerle oğluna bakarken rulonun bir ucundan tutup açtı. Kadının dili tutulmuştu. Hayranlıkla resme bakıyordu. Yıllardır bu yüzü görmemiş olmasına rağmen hemen tanımıştı. Bu kendisiydi. Hem de sarı saçlı hali. Çocuk, annesini bu şekilde gördüğü için mutluydu. Annesi beğenmişti yaptığı şeyi; gözlerinde görebiliyordu bunu fakat yine de ondan duymak istedi:
“-Beğendin mi anne?” Yalvaran gözlerle annesine bakıp bir ‘evet’ cevabı bekliyordu. Annesi olduğu yerde dizlerinin üstüne çöktü. Elindeki kağıdı buruşturmuş göğsüne bastırıyordu.
“-Neden farklı olmak zorundasın ki?” cümlesi çıktı bitkin gözleriyle oğluna bakan kadının ağzından.
Çocuk üzülmüştü. Arkasından açık bıraktığı kapının ardına kadar açıldığını fark etmedi ilk önce. İçeri bir takım adamlar girdi. Bu adamlar hiç kimseye benzemiyordu. Beyaz ceket, beyaz pantolon, siyah gömlek, beyaz kravat ve güneş gözlükleri. Bu adamların farklı oldukları apaçık ortadaydı. Adamlardan biri annesinin elindeki kağıt parçasını tutmuştu fakat kadın vermek istemiyordu. Anlaşılan sokaktaki dikkatli insanlardan bazıları, yetkililerin dikkatini bu kağıt parçasına çekmişlerdi.
“-Lütfen bizi zor durumda bırakmayın hanım efendi.” Bu net ve otoriter cümleler kadını kağıdı bırakmaya mecbur etmişti. Diğer bir adam yüzünü çocuğa doğru döndü. Güneş gözlükleri yüzünden nereye baktığı belli olmuyordu fakat çocuğa baktığı açıktı. Çocuk da ona bakıyordu. Hem de hayranlıkla… Adamın söylediği cümlelerden hiçbirini duymuyordu, çünkü hiçbiri umrunda değildi. Eşitliklerden ve özgürlüklerden bahsettikten sonra ‘Bizimle geliyorsunuz Özgür Bey’ demişti adam.
Sahi Özgür kimdi? Kendisiydi, evet. Güneş gözlüğünden kendi yansımasına bakarken dudaklarından kimsenin duymayacağı sessizlikte bir cümle döküldü. ‘Ne kadar güzel bir yüzünüz var, Özgür Bey.’
Selamlar. Güzel bir öykü olmuş, ne uzun, ne de kısa. Atmosfer geliştirilirse roman bile olur ama yeni bir 1984’e gerek var mı, bilemiyorum.
Beğenmenize sevindim, teşekkürler 🙂