Tramvay olağan sakinliğiyle, gıcırtılar saça saça caddeyi geçti. Duvarlara, direklere, camekânlara ve benzeri yerlere asılmış sayısız ışık birer birer yanıp sönüyordu, düzen sağlamaktan süs olmaya, değişik amaçlar ile aralıksız renk değiştiriyorlardı. Peşi sıra geçip giden arabalar günü öyle bir gürültüyle dolduruyordu ki, hava kadar doğal bir hale gelmiş bu ses kulakların rahatsız olmasına dahi izin vermiyordu. Bu ses, denizlerdeki dalgaların gürleyişleri gibi her an caddelerde dolaşıyordu. Her yanda yükselen binalar, hüzmelerini şekilden şekle sokarak adeta güneşle alay ediyorlardı. Kirli esintiler birtakım çöpleri ve tozları curcunalı sokaklar üstünde gezdirdikçe, çevreden yükselen karmaşa dolu bu gürültüler daha bir belirgin işitiliyordu. Betonlar arasında kendilerine ayrılmış küçük yerlerden olan biteni seyreden yemyeşil ağaçlar vardı, yapay renklerle dolu estetik yapıların yanında özel bir güzelliğe sahiptiler.
Elbette bu kargaşanın içinde insana da rastlamak mümkündü; bolca…
Onlarca, yüzlerce insan kendince sebeplerden, seri adımlara gelip geçiyor, sokakları dolduran bir sel meydana getiriyorlardı. Oraya buraya konulmuş tuhaf makineler, dizi dizi tabelalar, otobüsler, bisikletler de vardı, her şey bütünüyle reklama boğulmuştu. İnsanlar ise bu şaşalı demir yığınlarının yanında, kıyma makinelerinden boşanan vıcık vıcık eti andırıyorlardı. Cıvıl cıvıldı amma, rüküş ve gülünçtü tüm bunlar.
Hızlı hayat, havalı sözler, yüksek topuk…
Sonuçta tüm bu velvelenin yaratıcısı ve iyesi insanlardı, yani her şeyde onların izleri, hazdan başka bir amentüye haiz olmayan yüzleri vardı.
Yüzler, yüzler, yüzler…
Şehvetli ve cüretkâr yüzler.
Duvarlarda, camlarda, kaldırımlarda.
Kafelerde tıngırtılar, istasyonlarda çiğnenmiş çikletler ve izmaritler, gazeteler, dergiler, gazeteler ve saçmalıklar, diskler… Ve o gazetelerdeki sarsıcı gündem ise son zamanlarda yaşanan intiharlardı.
Aynı şehirde, şu an öğlen paydosu yapmakta olan bir lisenin kantinindeki iki kafadar, birkaç kişilik masalardan birini işgal etmiştiler ve o gazetelerden birini incelemekteydiler. Bunlardan kısa olanı, elinde bulundurduğu gazeteyi seslice okuyor ve diğerinin yorumuna sunuyordu. Uzun olan ise dikkatini ikiye ayırmıştı, bir yandan arkadaşına laf yetiştirirken diğer yandan göz ucuyla bitişik masadaki kıza bakıyordu.
“…intihar ve cinayet haberleri tüm dünyada gün geçtikçe artıyor. Hiçbir sebebe bağlanamayan bu olaylar üzerine pek çok çevrede çeşitli cevaplar üretilmeye devam ediyor. Yine açıklanamayan bir şey buldular ya, atan atana. Sen ne diyorsun, bir fikrin var mı bunların sebebine dair? Alo!”
“E evet doğru, benim fikrim, yani bence, abartılacak bir şey değil. Evet, büyük bir rastlantı bunlar bence.”
Gazeteyi tutan bezgince bir arkadaşına bir de kıza baktı.
“Cesetlerin içinde bulunduğu garip ve ürkütücü haller ise düşündürücü. Adeta takıntı boyutundaki sapkınlıklar uygulanıyor.”
“Bütün manyaklar aynı dönemde harekete geçmiştir, olamaz mı yani.”
“Değil mi, en mantıklı açıklama bu olsa gerek. Şuna bak, kadının biri kocasını dilimleyip bilgisayar kasasına doldurmuş.”
“Hass…”
“Bu da seni ilgilendiriyor; altı kız ortak eski sevgilileri olan talihsizin birini altı parçaya bölmüş. Vay canına.”
“İşi bilmiyormuş.”
Kısa olan gazeteyi bıraktı ve bezgince arkadaşını izlemeye koyuldu. “Yanına gidecek misin?”
“Evet, bu sefer hayır diyeceğini sanmıyorum.”
“Bana pek öyle gelmedi, seni hatırlıyorsa ne olayım.”
Yan masada tek başına oturan kız bu okula birkaç hafta önce kaydolmuştu. Uzun sarı saçları, hayli soluk bir teni vardı, ne var ki çok cansız bir görünüşü vardı. Kendisini adeta okuldaki herkesten soyutlamıştı, henüz kimseyle tanışmamış olmalıydı. Her daim bir şeyler yazıyordu, yanında hep kâğıtlar, defterler ve not defterleri vardı, tıpkı şu anda olduğu gibi. Kız masanın üstündeki defterine kapanmıştı, hızla bir şeyler karalıyordu. Kalemi titrer gibi bir ileri bir geri giderken, ciddiyet ve özen dolu yüzü daha bir aymaz ve güzel görünüyordu.
“İşte şimdi!” dedi uzun olan. Vaktini, davranışlarını ve düşüncelerini kızların peşinde koşturtmak bu elemanda müzmin bir illetti. Sanatının kaçınılmaz ödülünü kullanmak, kısacası kızın yanına gitmek ve üfürmeye başlamak için doğruldu. Varınca çevik bir hareketle kızın masasına, tam onun karşısına oturuverdi.
“Son görüşmemizden beri nasılsın bakalım?”
Cevap alamadı.
“Edebiyattan gerçekten hoşlanıyorsun ha? Ben de hayli meraklıyımdır ama bir türlü giriş yapamadım, belki sen bana öğretebilirsin birkaç şey he?”
Kız sadece kısa ve öfkeli bir bakış ile karşılık verdi.
“Ey lepiska saçlı hanım, siz ki böyle hoyrat davranıyorsunuz bana, lakin katlanmalı mıyız kaderin şu oklarına, yumruklarına?”
“Uza. Sünepe.”
Uzun olan bir şeyler söyleyecekmiş gibi oldu, ama yazı yazmayı kesmiş olan ve tehditkâr bir edayla ona bakan kızın bakışlarıyla tekrar karşı karşıya gelince, teslim olur gibi ellerini kaldırdı ve oradan ayrıldı.
Tam dostunun yanına kuruluyordu ki, aniden, kantinde bir çığlık yankılandı. Herkes o tarafa dikkat kesilmişti. Çığlığı atan dehşete düşmüş kızın tekiydi, onu dehşete düşüren şey ise sahiden alışılmadıktı. Birkaç istisna dışında tüm kantin, kızı dehşete düşüren şeyin bulunduğu masanın etrafına toplandı. Çocuğun biri, cansız bir halde masasına yığılmıştı. Müzik çalarının sesi o kadar açıktı ki, kulaklığından boşanan sesler kolayca duyuluyordu. Bu çocuğun, artık onlarla tek parça haline gelmiş olduğu kulaklıklarını ise en son ne zaman çıkardığını kimse hatırlayamıyordu. Aşırı derecede solgun, sararmış ve cılız oluşu haricinde, bedeninde yara ya da benzer bir şey yoktu. Ama bu çocuğun nabzı atmıyordu, ürkütücü yüz ifadesi ise sanki günlerce uykusuz, aç, susuz durduğunu anlatıyordu.
Çok geçmeden bir ambülâns çağrıldı ve ölü götürüldü. Ve yine çok geçmeden, kantindeki onca erkin öğrenci, zil çalınca paşa paşa sınıflara yöneldi. Şimdiki genç insanların olaylara bakış açısı hastalık derecesindeydi, mantıksızdı; bunun en büyük sebebinin ise büyümenin getirdiği rahatsızlıklar olduğu kabul edilmekteydi. Bir yere kadar doğruydu, ama aslında çağlarının getirdiği ‘vahşi’ yaşam biçimi onları bu hale getiriyordu. Abartılı, ama belki de uygarlık olmasa ve hayatta kalmak için avlanmak zorunda kalsalardı daha az vahşi olacaklardı.
‘Ne’ olduklarını keşfetmek için gerekecek sağduyunun yeşermesine ilişkin o umut, bu insanların içlerinde yeni yeni vuku bulmaya başlıyordu ve bu merhalede akıl almaz aptallıklar –ya da gerçeğin ta kendisini-yapmalarına mahal veriyordu. En nihayetinde birer muhayyile berbadı olup çıkıyorlardı.
Buna iyi bir örnek olan iki kafadarımız da, sınıflarına varmışlardı. Derse girmiş olması gereken öğretmen hala görünürde yoktu ve bu fırsatı iyi değerlendiren öğrenciler sesli muhabbetlere dalmışlardı. O kız yine kâğıtlarıyla cebelleşiyordu, aynı anda pes etmemiş olan uzun da yeni planlar kuruyordu. Kısa olan ise hala son zamanlardaki gariplikleri düşünüyordu, özellikle de okullarının nüfusunun sürekli azalışını. Kendi sınıfından da birkaç kişi ‘eksilmişti.’
İçeri bir yetişkin girdi, bu okuldaki fen öğretmenlerinden biriydi, ama onlarınki değildi. Öğretmen masasına doğru giderken, öğrencilerin soru sorarcasına bakmalarına bir karşılık verme zorunluluğu hissetti.
“Öğretmeniniz bir süre derslerinize gelemeyecek çocuklar. Onun yerine ben bakacağım…”
Kısa olan aynı sırada oturan arkadaşına fısıldamaya başladı;
“Lanet olsun! Ona da bir şey oldu sonunda. Bu iş çığırından çıkıyor dostum, bir şeyler bulmalıyız!”
Arkadaşının söylediklerindeki bir şeyler bulmalıyız kısmından dolayı alaycılaşan çehresiyle uzun olan; “Son zamanlarda hep şu insanlığın geleceği tarzında şeylerden saçmalıyordu. Etini deneysel bir kuruluşa mangal yaptırtmıştır eminim.”
“O adam iyi biriydi tamam mı?”
“Yapabileceğimiz bir şey yok sonuçta. Dedektif değiliz. Yoksa yoksa, paranormal araştırmacısı falan mı olacaksın. Hehe.”
O gün, her zaman olduğu şekilde geçti. Ertesi gün de öğrenciler okullarına geldi, dersler bitince geri döndü. Hatta sonraki bir hafta da doğal olarak aynıydı. Aynı olsa bile, kimi olağan dışı olaylar olmaya devam ediyordu, en basitinden, okulun –ve dünyanın- nüfusu azalmaya devam etmişti. Aslında dünya nüfusu bu doğal olmayan ölümlere rağmen artmayı sürdürüyordu ama okul için aynı şey söylenemezdi. Kafadarlar o hafta da kimi arkadaşlarının teker teker eksilmesine veya çıldırmasına tanık oldular. Üstelik uzun olan da bu hafta garipleşmişti. O kızın peşini bırakmadığı gibi, önüne gelen her kıza asılmaya başlamıştı, bu davranışı gittikçe bir takıntı halini alıyordu sanki. Özellikle uğraştığı kişi ise yine sarışın kızdı. O güzelliğin peşinden niçin gittiğini sorgulama ihtiyacı hissetmiyordu bile. Fakat kız da bu acayip dönemden nasibini almış görünüyordu, onun aykırı davranışları da eskisine nazaran ciddi bir hal almıştı. Elinden düşürmediği defterlere her zamankinden daha hızlı ve daha çok yazmak, her an yazmak, silmek, bunları yaparken kendini kaybetmiş gibi davranmak ve hıçkırık benzeri sesler çıkarmak buna örnek gösterilebilirdi.
Ve bir gece, kısa olan, kafasını boşaltmak umuduyla gezintiye çıkmıştı. Şu vakalar çok kötü canını sıkıyordu. En yakın arkadaşı bile kendisinden iyice uzaklaşmıştı, takıntısı dışında hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Okulun büyük bir kısmının da arkadaşının durumunda olduğu açıktı. Bu konuda yapabileceği hiçbir şey olmaması da mihnet vericiydi.
Yağmur yeni dinmişti ve sokağın taşları; duvarları, kaldırımları, sırılsıklamdı. Tüm nemi içlerine çekmişlerdi adeta, her yer yağmur kokuyordu, hava ferah ve soğuktu.
Ansızın, ıslak zeminde şıpırtılar saçarak hızla yürüyen kara pardösülü birisi önünden geçti. Şaşalamıştı, çünkü bu o sarışındı. Süratli ilerleyişinden nasıl gergin olduğu anlaşılıyordu. Ancak asıl şaşkınlığı kızın ardından giden en iyi arkadaşını görünce yaşadı. Arkadaşının niçin onu takip ediyor olabileceği üzerine bir soru soracaktı kendi kendine ama geçmiş olaylardaki mantıksızlıkları hatırlayınca vazgeçti.
Kısa olan, arkadaşının peşine takıldı. Merak ediyordu nereye gideceklerini. Nedense bu çevre olması gerektiğinden karanlık olduğu hissini veriyordu. Böylesi karanlık bir gecede, aydınlatılmamış sokak katranla sıvanmış gibiydi. Ay görünmüyordu.
Evet, ay yükselmiyordu, kurtlar ulumuyordu. Bunun yerine egzozlar aksırdı. Şimşekler çakmadı, süs zırhları parıldamadı, ne de olsa fotoğraf makinesi flaşları çakıyordu. Koyu gece şimşek ile aydınlığa boyanmadı, öteden beri bakir olmayan gece zaten pek çok renkli ışıkla aydınlanıyordu. Ve elbette, heyhat, kasvetli şatoların is kaplı siluetleri yerine şimdi kimi şaşalı gökdelenler dikiliyordu.
Hüzünlü gecede ilerleyen üçlü son durağa varmıştı. Kız apartmanın kapısından girdi ve uzun olan duralamadan onun ardından gitti. Diğer çocuk ise o kadar rahat değildi. Çeşitli kuruntular ile üst kata tırmandı. Arkadaşını açık kalmış bir kapıdan girerken buldu. Burası kızın dairesi olmalıydı. Acaba arkadaşının onu takip ettiğini biliyor muydu? Aralık kapıdan geçti ve ihtiyatla etrafını yokladı. Ev loş ve ıssızdı, koridorun sonundaki arkadaşına doğru ilerledi. Arkadaşı nedense orada donup kalmıştı. Adımlarını hızlandırdı, onun yanına varınca ise şoka uğradı.
İkisi de tam karşılarında duran kıza bakakalmıştı.
“Ne arıyorsunuz burada?!” Kızın haykırışı zorlanır gibiydi ve yürek paralayıcıydı, acı doluydu. Üzgün yüzü ağlamaktan şişmişti ve kızarmıştı. O kadar hızlı soluyordu ki, huzursuz, perişan ve narin bedeni o nefes aldıkça titriyor, göğüsleri inip çıkıyordu. Sarı saçları dağılmıştı, çipil gözleri adeta yardım için bağırıyordu. Ağlamaklı dudakları istemsizce sarsılıyordu.
Kalın bir bıçağı, kendi bileğine dayamıştı.
Öte yandan, bulundukları odanın hali de düşündürücüydü, Ortalık kâğıt ve defterlerle kaplıydı; tüm duvarlara, mobilyalara iliştirilmiş küçük not yaprakları vardı.
Kısa olan; “Hey, sakin ol, bıçağı bırak tamam mı?” diyerekten yavaşça kıza doğru ilerlemeye koyuldu ancak kız başını iki yana sallayarak geri geri çekilince vazgeçti. Kötü soluklanışları arasından neredeyse deli gibi gümleyen kalbinin sesi duyuluyordu.
Kısa çocuk ne yapacağını bilemiyordu, alnından terler damlıyordu, arkadaşına soru bile soramadı.
Sonra ansızın, uzun olan kıza doğru fırladı. Yere çöküp, bir anda yanına gittiği kızın bacaklarına yapışıvermişti; “Beni reddetme, seni seviyorum, oh, lütfen, hayır deme…” Ve sayıklamaya başlamıştı.
Sair çocuk cesaretini topladı, usulca acınası arkadaşına ve dokunaklı bir halde olan kıza doğru ilerlemeye başladı. Tez bir hamleyle, kızın elinden bıçağı alabileceğini düşünüyordu.
“Sakin, bir şey olmayacak, sadece bıçağı bırak.” Ellerini yatıştırıcı bir tavırla kaldırmıştı.
Kız adamakıllı ağlıyordu ve bıçağına odaklandı, onu kullanacak gibi görünüyordu. Kısa olan durumu anladı ve kıza doğru atıldı. Bileğini kesip de kanını ta tavana fışkırtmadan önce onu durdurmayı ümit ediyordu. Bir kalp atımı sürenin ardından, kısa çocuk tam da bıçağı yakalamıştı ki, her şey karardı…
Gözleri başta kararsa da, vakit kavramını tahayyül edemediği bir beyazlık içine gömülmüştü. Ama her şey tekrar aheste aheste karardı– çünkü uyanıyordu.
Çok halsizdi, bedenini yattığı yerden kaldırmakta zorluk çekti. Ellerini zemine daha fazla bastırınca, o güçlü soğuk acı vererek koluna ve iliklerinin derinliklerine süzüldü. Mahmur ve sancılı gözlerini kırpıştırdı, etraf epey karanlıktı. Bedenini doğrultabildiğinde nerede olduğunu söyleyecek bir alamet bulmayı umarak bakındı ama gözüne hiçbir şey çarpmadı. Ayağa kalktı, soğuktan hissizleşmiş bedeni yüzünden boğuk iniltiler çıkarıyordu. Şimdi ise dik durmakta zorlanıyordu, yoğun soğuk başını ağrıtıyordu. Hava çok ağır ve küflüydü, her nefeste ciğerine adeta paslı demir parçaları doluyordu.
“Kimsiniz, neredeyim?” Gibisinden bir şeyler söyledi ama kelimeler boğazında düğümleniyordu, ömrü boyunca bunun gibi kötü bir koşulda hiç bulunmamış bedenine tüm bunlar ani ve fazla gelmişti.
Küçük oda az da olsa aydınlandı ve loşlaştı. Kısa olan başını ışığın geldiği yöne çevirdi ve orada, tavandan sarkan devasa bir eski gaz lambası vardı. Oksitlenmişti, üzerinde bir sürü kirli yeşil benek taşıyordu ve çevresi ağlarla örülüydü. Girift olmayan bu bayat ağın üstünde ise onun sahibi olan iri örümceğin kurumuş cesedi asılıydı. Lambanın hemen altında ince bir geçit vardı.
Çocuk ister istemez korkuya kapıldı, bir mezar havasındaki bu mekân insanın içinde hoş duygular uyandırmıyordu. Gidecek özge bir yer olmadığından, o gediğe yöneldi. Dar bir dehlize varmıştı, ilerlemeyi sürdürdü. Duvarlar, zemin, her taraf koyu kahverengiydi, kuruyup taşlaşmış kirli bir toprak tabakasıydı. Donmuş bedenini bu kötü havalı yerde yürütmeye çalışmak eziyet veriyordu ona.
Belki de saatlerce yürüdü, ara sıra farklı yönlere ayrılan kuytu dehlizler bitmek bilmedi. Tepeden tırnağa acı çeken vücudunun haber verdiği şey ölümdü, bunu biliyordu. Neyse ki takatinin tamamen tükenmesine ramak kala, genişleyen dehliz ona biraz dayanma isteği müjdeledi.
Dehliz genişledi ve hemen ötede enli bir merdiven göründü. Merdivenin basamakları çok yüksekti, ancak tırmanarak çıkabiliyordu onları. Bedenini yukarı çekmek için o kahverengi zeminlere abanınca, donmuş uzuvları tekrar acıyla seğirdi. Kollarındaki dayanılmaz hisse katlanmayı nasılsa başarıyordu. Merdivenler eğri büğrüydü, her basamak ayrı bir yöne yatmıştı. Tırmanış fazla sürmedi ve merdivenleri nihayet aştı.
Bir düzlüğe ulaşmıştı. Büyük bir salondu burası; karanlık ve uzundu. Tavanın yüksekliği kestirilemiyordu, sonsuza kadar uzanıyordu belki de. Merdivenin ötesindeki uzun holde ilerlemeye girişti. Hala bu yerden bir an önce kurtulmanın hayali ile hareket ediyordu.
Zayıf adımları ile yol aldığı esnada bir takım sesler duymaya başladı, iki yanından geliyordular. İlk olarak hayal meyal duyduğu bu sesler artık iyice güçlenmişti. Koca bir topluluğun çıkardığı karman çorman gürültülerdi bunlar. Yanlara baktığında, karanlığın içlerindeki belirsiz kişileri gördü. Uzun, yekpare masalara dizilmiş karaltılar muhtemelen ziyafet veriyorlardı. Çarpışan maşrapaların, kupaların tangırtıları net bir biçimde işitebiliyordu. Lakin bu topluluğun sesleri tüylerini ürpertiyordu, hırıltılı konuşmalar ve hışırtılı, sönük kahkahalar çürümüş boğazlardan fışkırıyordu sanki. Gölgelerdeki o arık kişileri daha iyi seçmek maksadıyla yaklaştı ama parıltısını yitirmiş o ‘göz’leri ve bozuk renkli kaknem tenleri kısa bir süre görmesi onu vazgeçirmeye yetti. Bu ne idiği belirsiz karabasandan derhal kaçmak ve o marazi şeylere bulaşmamak istiyordu, çabucak dönüp yoluna devam etti.
İleride, salon bir duvar ile sonlanıyordu. Bu gelişme onu oldukça korkutmuştu. Yine de, yalnızca bir duvarmış gibi görünmüyordu, incelemek için yakınına gitti. Loşluk aralandıkça, gözüne çarpan ilk şey o yüz oldu; duvardaki o vecih. Kirli kahverengi yüzeyden peyda olmuş, antik heykelleri andıran bir çehre idi bu. Boş, iri gözleri ve taşlaşmış yüz ifadesi sonsuz vakarı ve belirsizliği ile onu bir anlığına gören kısa olanın içine ürperti dalgaları saldı. Duvarda başka dehşetli ayrıntılar da vardı. Büyük yüzün hizasında, yukarılara oyulmuş sade bir göz yontusu örneğin. Sonra duvarın pek çok yerindeki küçük yüzler vardı, çığlık atıyorlardı; çığlık atmaktan yanakları erimişti sanki. Çocuk o taş yüzlerin çığlıklarını duyar gibiydi. Baştan aşağı çetelelerle ve yazıtlarla örtülü duvarın ayrıntıları bir anda tüm çekiciğini yitirdi, çünkü büyük ve ürküntü verici yüzün solundaki şey, ‘olanaksız’ kâbusların çok ötesinde bir görüntüydü. O kız, çıplak bir halde duvara zincirlenmişti, uzun olan ise onu oradan kurtarmaya uğraşıyordu.
Kısa olan oraya doğru davrandı.
Duvar çıtırdadı, yüz kısa olana döndü.
“Çekil.”
Çocuk kaskatı kesildi.
“Bu zincirleri ki, maalesef kıramayacaksınız.” Dipsiz alacakaranlık kuyularından yankılanarak gelen katı, erkeksi ve boyutsuz bir koronun uluyuşlarının taşa bürünmüş hali gibiydi bu gürleyiş, evet öyleydi.
“S-sen k-kimsin, nedir tü-tüm bu u saçmalıklar?” Kısa olan şiddetle sakırdıyordu.
“Ben bedbaht bir bütünüm. Onca yeisi yapay, artırılmış hazlar ve yapmacık davranışlar ile kapamaya çalışan yaratıkların kolektif bir acınış bilinciyim, tüm bu bozukluğa içsel bir yakarış bütünüyüm. Sizin üslubunuzla dile getirirsem eğer…”
Oğlanın nutku tutulmuştu.
“Bağlar kopmadan önce Kayboluş’un Salonu’na, Kutlama’ya, pek fazla gelen olmuyordu. Neyse ki, ‘konuklarım’ bundan böyle artacak. İnsanlarınız yalnızlaştıkça, insan dışı şeylerle avunmaya enikonu kapıldıkça bu böyle olacak. Güncellenmiş çocuk sanrılarıyla bezeli, ruh ve bedenin bir ikilem olduğu zamanlardı bunlar; kendilerine karşı ikiyüzlülük içinde olanların, her şeyleriyle viran olanların zamanları.
Tüm bu keşmekeş, tüm bu tamah da eninde sonunda tavsayacaktı. Fahiş özlemler ruhlarına nüfuz etse de, eğreti görünen ve yanlışlardan mürekkep bu mevki sadece kabil bir üzgü değil, aynı zamanda bir süreç. Bastırılmış o insani hisleri saklama çabası gün gelip de fire verdiğinde, su yüzüne çıkanlar niyaz edercesine bedenleri kahrediyordu. Yaşamanın o sahih sezişleri tarih ilerledikçe seyreliyordu, oysa o özünlü, belgi neşe tek hasret olmalıydı. Amiyane, yabansı hisler egemenleşti. Her şeyi körleten, kıyıcı çekinceler zerk eden pestenkerani tüm sapınçlara, tarafımdan uygulanacak fahri azat uygun düştü.
Böylelikle insanlığın yeni zilyedinin ben olması icap edecek. Nitekim şu vahim odalar tüm bunlara müstesna bir arılayıştır…”
“Çıkar beni buradan!”
“Olmaz.”
“Ya ne yapacağım?”
“Kutlamaya katılıp çürüyecektin. Ama kutlamaya katılamamışsın. Sadece çürüyeceksin.”
Kurşunsu kelimeler beynini dövdükçe bilincini yitirdi ve rutubetli zemine yığıldı.
Kapudane paşa için başyapıt vakitleri yaklaşıyor 😀 Son zamanlarda okuduğum en sağlam kısa öykü bu.
Aslında tam bir isyan havasıyla başlıyor, The Crow’daki gotik atmosferi yakaladım bir an. Sonlara doğru o atmosfer iyice coşuyor. Şatoya girildiğinde ki aslında girilirken demek daha doğru, inanılmaz bir havaya büünüp okuyucuyu hem geriyor hem de hayran bırakıyor.
Dünyaya acıklı bir bakış içeriyor hikaye.
“Evet, ay yükselmiyordu, kurtlar ulumuyordu. Bunun yerine egzozlar aksırdı. Şimşekler çakmadı, süs zırhları parıldamadı, ne de olsa fotoğraf makinesi flaşları çakıyordu. Koyu gece şimşek ile aydınlığa boyanmadı, öteden beri bakir olmayan gece zaten pek çok renkli ışıkla aydınlanıyordu. Ve elbette, heyhat, kasvetli şatoların is kaplı siluetleri yerine şimdi kimi şaşalı gökdelenler dikiliyordu.”
Böyle bir paragrafa ne denebilir ki, öyküde bu sağlam paragraf sanırım en etkilyeici ve duyguyu en iyi veren kısım olmuş. En sonundaki o uzun konuşmada hafifçe teklese de neredeyse ksıalığı ve verilen sözlerle çok iyi bir öykü olmuş. Gotik atmosferin aynı kalitede edebiyatla süslendiği nice yazını görmek dileğiyle, adamım 😀
tek kelimeyle mükemmel bi öykü olmuş. insanların git gide yanlızlaşması ve yavaş yavaş köleleşmesi..
cok büyük bir toplumsal sorunu bir öyküye bu kadar iyi işleyebilmek her yiğidin harcı değildir hani 😀 eline sağlık, cok cok beğendim gerçekten 😀
Özgür’ün bahsettiği gotik havayı ben de sezdim, ki sezmemek elde değil. Hatta Özgür ile aynı paragrfı alıntılamak üzere kopyalamıştım ki, iki üst yorumda onu görünce vaz geçtim.
Edebi dili çok büyük bir ustalıkla kullanmışsın. Kıvamı ağır ama bir o kadar da nefis bir öykü olmuş.
Ellerine sağlık Çağıl. 🙂
Gerçekten de çok iyi yazılmış bir öyküydü bu. Son kısımdaki uzun konuşmada biraz bocalamış olsam da bütüne baktığımda çok keyif aldığımı söylemeliyim. Özellikle içerdiği mesaj çok anlamlı. Dilimizi kullanış biçiminize de hayran kaldım doğrusu. Sanki gerçek bir ustanın kaleminden çıkmış gibi… Belki de gerçek bir ustanın hikayesidir zaten bu. Ellerinize sağlık…
Sanırım en sağlam hikayelerinden birisi olmuş bu. Ayrıca bana sorarsan okuyucular tarafından en anlaşılır bir hikaye de olmuş. :))
Bunu yazmadan önce yaptığın araştırmaların bilincindeyim bu bakımdan öyle “Hadi başlıyorum.” diye olaya giriş yapmadığının farkındayım. Uğraşmışsın ama bence övgüyü de sonuna kadar haketmişsin. 🙂
Benim tek şikayetim sonunun sanki yarım kalmış gibi bitmesiydi. Daha etkileyici bir son yahut böyle “nokta” der gibi bir cümle beklerdim o kısımda biraz zayıf kalmış gibi. Aslında bunu pek takmazdım fakat böyle güzel bir öyküye çok ama çok daha iyi bir son yazabilirdin.
Ellerine sağlık. 🙂