Tahmin edin Doğa’nın kızı olarak bütün Dünya üzerinde en sevdiğim yer neresi ? Eski Yunan medeniyetinin tanrılarına adadığı İtalya’daki eşiz Portofino Koyu ? Yada Viagara şelalesi ? Belki de peri bacalarıdır ne dersiniz ? Siz istediğinizi düşünebilirsiniz, ama benim favorim kardeşlerimin şehri Berlin’deki yeni yapılan tren istasyonu olarak kalacak. Garip değil mi ? Doğa’nın tüm güzellikleri emrinize amade ama siz gidip bir tren istasyonuna aşık oluyorsunuz. Yanlış anlamayın şehirler Doğa’ya ait değildir demiyorum. İçinde yaşam olan her şey ona aittir. Demek istediğim beni buraya bağlayan şeyin binanın yapımında harcadığım onca emek olduğunu düşünüyorum. Her kardeşim gibi bende şehrimiz Berlin’de bir iz bırakmayı denedim. Tabi benim izim abimin eseri Berlin duvarı yada kurucu 7 kardeşten olan 2 ablamın yaptığı belediye binası gibi tarihte iz bırakacak mı bilmiyorum ama Avrupa’nın en iyisini oluşturarak elimden geleni yaptım. Şehrimizde merkezden dışa doğru farklı farklı mimariler bulunur. Bunun nedeni her pes eden kardeşin ardından gelen diğer kardeşin şehri kendi isteklerine göre dizayn etmek istemesi. Mesela kurucu kardeşlerden ilki Santa şehrin simgesini ayı olarak belirledi ama ondan 4 yüzyıl sonra gelen Marc belediye arşivlerinin simgesini kartal olarak değiştirdi. Burası kanımızda olan yaratma ve düzen duygularını Dünya ile paylaştığımız yer. Ama buranın bizim olduğunu bilen tek biz değiliz. Kim olduğunu bilmediğimiz birisi, 13. Yüzyıldan beri şehrin Doğa’nın çocuklarına ait olduğu, başımıza dert açabilecek bütün varlıklara ulaşıtırıyor. Çoğu bela bizi burada bulur. Ama arada birkaç dost edinebiliriz. Neyse ki bugün üstümde uğurlu paltom yok çünkü artık bir bela ile uğraşmam gerekiyor. Bütün gariplikler Kızıldeniz’deki girdap ile tavan yapmışken neden her yer bir anda sessizliğe gömülür ? Bir fırtına kopacak gibi ve şu anda düşman ona hazırlanıyor. Çünkü bu fırtına onlardan güçlü. Sadece bizi değil onları da vuracak. Hayatta kalmayı deneyecekler ve bunun için geri çekildiler. Ve bende anneme hiçbir şekilde yardım edemiyorum. Onun topraklarında hazırlıkları o halledecektir ona yardımım dokunmaz ve topraklarının dışında pataklayabileceğim tek bir kötü çocuk bile yok. Kendimi ne kadar işlevsiz hissettiğimi siz düşünün. Yine de Tanrı’nın umudu yüreklerimize koymasının bir sebebi var. Orada hep canlı kalacaktır. Benim umudumda aşık olduğum yerde istasyonumun kardeşlere özel yeri olan “Kulis”te yeşerdi. Sessizce oturmuş avlayacak bir yaratık yada yine çözmem gereken garip bir olay beklerken bugüne kadar beni nefessiz bırakan tek şey yanımda belirdi.
Tonraq! Hemen doğrulup güçlerimi hazırlamaya çalıştım ama geçen seferki gibi hazırlıklı gelmişti. Aynadan yansıyan ışık havada uçuşmaya başlayan eşyaların arasında gözümü alıyordu. Ama bu sefer bir planım ve bol bol zamanım vardı. Konuşmaya başladığında yine başka alemlere daldım. “Merhaba Kya. Görüşmeyeli bayağı uzamışsın.”dedi Tonraq. Bu kötü şakasından kendimi sıyırıp aklımın toplayabildiğim kadarıyla cevap verdim. “Ama sen hala aptalsın. Kardeşlerin şehrine gelecek kadar seni aptallaştıranın ne olduğunu merak ettim.”dedim. Ses tonunun beni götürdüğü uzak diyarlardan “Senin eşsiz güzelliğin beni buralara getirdi.”dediğini duydum yada öyle zannettim. Ne oldu bilmiyorum ama Tonraq’a karşı bir zaafım vardı. Karşısında titriyor, kekeleyip duruyor ve kontrolümü kaybediyordum. Ama annemi kovan bir mühür taşıyan birine karşı asla böyle şeyler hissedemezdim. Ne oluyordu bana böyle ? Kendimi toparlamaya çalıştım ve başardığımda hala bende bir cevap beklediğini fark ettim. Bende konuyu değiştirip “Annemin seni yakaladığını biliyorsun değil mi?”dedim. Küstahça bir kahkahanın ardından “Sence yakalanmış gibi mi duruyorum, Kya? Annen beni, bu ayna bendeyken, hayatta yakalayamaz.”dedi. İşte bir itiraf, futboldan nefret ederim. Topa vurduğumda top asla istediğim yere gitmez ve ne kadar üstün bir yapım olsa da hep kafamı karıştırır. Hey! Ama bu odada ayna var değil mi? Eğer ben vurduğum şeyi istediğim şeye gönderemiyorsam ayna benim için gönderir. Bende yakınımda havada süzülen kaleme sağlam bir tekme attım. Tonraq daha ne olduğunu anlamadan kalem aynayı parçalara ayırdı ve aynı anda düşen eşyaların ve patlayan volkanların sesi eşliğinde annem Tonraq’un ensesinde belirdi. “Sanırım ayna artık sende değil, değil mi Tonraq?”dedi Doğa. Annem Tonraq’u yakalar yakalamaz Tonraq soluklaştı ve gerçek anlamda yaşını gösteren birkaç milyar yaşında bir ruh oldu. Yüzümdeki şaşkınlık, dehşet ve merak çorbasının arkasındaki anlamını ilk annem gördü ve kahkahalara boğuldu. “Sanırım gördüğün şeyin, Tonraq’un kendini sana gösterdiği biçim yani senin en çok arzuladığın erkek olduğunu daha önceden sana anlatmam gerekirdi.”dedi ve yine kahkahalara boğuldu.Gülmesi bitince “O bir ruh onun bir bedeni yok kendini düşünceleri üstünde hakimiyet kurabileceği herkese istediği biçimde gösterebilir.”dedi. Az önceki çorbayı hatırladınız mı? Şimdi o çorba bol acılı bir öfke yahnisine dönüşmüştü. İçimde öfke bulaşmamış son birkaç parça merakı toparlayıp “Onu nasıl gördüğümü nerden bildin?”diyebildim. Tonraq araya atlayıp “Karşındaki kişi ilk iki anneden biri. Havva mı daha önce Habil’i doğurdu yoksa annen mi ilk kardeşini yarattı bilmiyorum ama sonuçta o yaşayan en yaşlı anne ve binlerce çocuğu var. Bir anne olarak çocuğunu tanımak kadar doğal bir şey yoktur.”dedi. Acaba annem onun mutfağından gizlice yürüttüğüm kekleri de biliyor muydu ? Doğa “O aynaları senin yapamayacağını biliyorum Tonraq. Nereden buldun onları?”dedi. “Yıkımdan sorumlu melek Dünya’da Doğa. Nerede olduğu ve benimde aynaları ondan aldığımı gayet iyi biliyorsun. Orayı bozulan dengeyi tekrar kurmak için sen yıktın.”dedi Tonraq. Annem karamsar bakışını atıp “Çernobil gerçektende usta işi bir elden geçirmeydi. Topraktan aldıkları radyoaktifleri tekrar geri bana vermeliydiler. Bende dengede eksilen parçaları tekrar bir araya getirip depolamak için orayı seçtim. Kimsede şüphelenmedi. Birkaç kafası karışık genç teknisyen ve öngörülemez çekirdek aktiviteleri yeterli oldu. O tesiste bulunan ksenon bu kadar süre sonra bile asla o kadar radyasyon yayamazdı ama kimin umurunda. Orayı kullanılamaz bölge ilan ettiler.”dedi. Tonraq son sözleri olarak “Ve oda bu usta işi yıkımı başlangıç olarak aldı. Yaptıklarından senin tarzını okuyor Doğa. Artık sonu getirmek için burada. Seninle savaşması gerektiğini biliyor ve tarzını şimdiden kavradı bile. Ona karşı daha önce görmediği bir güç kullanmalısın.”dedi ve bana dönüp göz kırptı. Annemin yanında olmasam büyük ihtimalle bütün odayı patlamalara boğardım. Hem öfkeden hem utançtan kıpkırmızı kesilmiştim ve annemin bu mahluku yanımdan götürme vakti gelmişti. Kelimelere bile gerek kalmadan annem durumu anladı ve Tonraq ile beraber ortadan kayboldular.
* * *
Eğer gerçekten öfkeliyseniz sakın dağınık bir odayı karıştırmayın. Yani bir hançeri bulmak ne kadar sürer ki? Üstelik hemen Çernobil’e gidip araştırma yapmak için gereken tek şey hançerimi bulmaksa bu insanı daha da sinirlendiriyor! Biraz beynimi çalıştırmayı denedim ve işe yaradı da. Tavana baktığım gibi lambanın yanına saplanmış hançerimi gördüm ve zıplayıp onu aldım. Avrupa içinde tren değiştirmeden yolculuk etmek mümkündü ama Ukrayna hala eski usul devam edip ülke içine yabancı trenleri sokmuyordu. Demek ki birkaç tren değiştirmem gerekecekti. Benim gibi metal detektöründe ötmeyen elmas bir hançerle ve boynunuzda asılı bir şişe ile yolculuk ediyorsanız bu pek problem olmaz ama her treni kontrol etmeliydim. Alt kata inip bilet gişesine doğru yola koyuldum. Görevli beni görünce üstünü düzeltti ve “Size nasıl yardım edebilirim, Bayan Grüne?”diye ekledi. “Ukrayna Kiev’e bir bilet lütfen.”dememle biletimi uzatması bir oldu. Berlin’de saygın biri olabilirdim ama Ukrayna’da polis kontrolündeki bölgelere girmem için saygın olmam yetmezdi. Sanırım bu işi gizlice toprağın altından giderek yapacaktım. Trenim geldiğinde kapıdan girip kompartımanda bana ait kabine doğru yol aldım. Oturup hareket etmeyi beklerken tek düşündüğüm Uriel’i bulduğumda ne yapacağım oldu. Sonuçta o bir melekti ve melekleri öldürmek için bir melek olmanız gerekir. Onu kovmak için birkaç yol biliyordum ama amacı kıyameti başlatmak olan bir meleğin arkasında bütün Cennet olacağından pek işe yaramasını beklemiyordum. Belki onu bir yere hapsetmek için dualar ezberlemeliydim. Bu bize yukarıdakiler bir terslik olduğunu anlayana kadar belki birkaç ay kazandırabilirdi. Annem büyük ihtimalle yardımıma koşacaktı ama karşımızdaki Tanrı’nın bir meleği olduğundan ne kadar ileri gidebileceğimizde ayrı bir tartışma konusuydu. Sonuç olarak Tanrı istese tek kelimesi ile de kıyameti başlatabilirdi ama o melekleri veya emrindeki herhangi başka bir varlığı kullanmayı tercih ederdi. Çünkü her yarattığı varlık kararlar vermek üzere yaratılmıştı ve sonuç olarak her şey onun isteğine varacağı için yarattıklarına seçim yapma şansı tanıyordu. Kimi varlıkları mesela melekleri, şeytanlar onlara kötü düşünceler aşılamayı bir yana bırakın yanlarına bile yaklaşamadığından kötü kararlar veremezlerdi. Onların verdiği kararlar sağ kulaklarını hangi elleri ile çekecekleri yada bir küveti kova ile mi yoksa tıpasını çekerek mi boşaltacakları gibi daha çok gidiş yoluna bağlı kararlardı. Öbür yandan insanlar, cinler, hatta ilk yaratılan ve Araf’a kapatılan leviathanlar bile şeytanların vesveselerine kapılabiliyordu. Onların durumları daha karmaşıktı ama Tanrı onlarında seçimler yapmasına ve irade sahibi olmalarına izin verdi. Böylece yaratıkları Cennet veya Cehennem arasında seçimlerini yaşamlarının her anında yapıyorlardı. Sonuç olarak elimizden pek bir şey gelmezdi ama eğer başarabilirsek bir an bile ertelemek, Doğa’nın bunca milenyum boyunca koruduğu düzene karşı borcumuzdu. Ben düşüncelere dalmışken tren çoktan Kiev yolunu yarılamıştı. Elimdeki tek kesin sonuç, sonuna kadar direneceğim olsa da kendimi boşlukta gibi hissetmiyordum. Sanki yapmam gereken şey bir meleği engellemek değil de eve geldiğimde ev ödevlerimden sıyrılmanın bir yolunu bulmaktı. Zordu ama biraz pratik zeka ile üstesinden gelebilirdim. Bilin diye söylüyorum bende okula gittim. Berlin Üniversitesi Biyoloji bölümü mezunuyum ama aktif çalışma dahilinde olmadığım için sertifikamın iptal edilmesi gerekiyordu. Bende annemden ufacık bir yardım aldım ve bölüm başkanına verdim. Ve bilim dünyası arkelerle böyle tanışmış oldu. İtiraf zamanı ! Ben bile onları bakteri sanıyordum, bakteri olmadıklarını annemin bana verdiği dosyayı belki soru sorarlar diye incelerken öğrendim.
Pasaportumu Berlin’de trene binerken kontrol ettirdiğim ve Almanya genelinde ayrıcalıklı bir aileden geldiğim için Kiev’e varana kadar rahatsız edilmedim. Gerçi rahatsız edilseydim bile değişen pek bir şey olmayacaktı. Sürekli aynı düşünceler etrafında dönmüş, sonuca ulaşamamıştım. Bende oluruna bırakmaya karar verdim.İstasyondan çıktığım an takip edildiğimi de görmüş oldum. Bunu not edin. Ben ne kadar annemin topraklarındaki acayiplikleri yok ediyorsam onlarda o kadar ben ve kardeşlerimi yok etmeyi o kadar deniyorlar. Deniyorlar diyorum çünkü hiç başarılı olamadılar ve olmalarına imkan yok. Tanrı aşkına biz içimizde Doğa’nın gücünü taşıyoruz nasıl olurda Doğa’dan gelen bir şey bize zarar verebilir ? Kullandıkları şeyler gerçekten karmaşık şeyler. Örneğin bakire kanına bulanmış bıçaklar veya keçilerin mide asidi kullanılarak dövülmüş ok başları ile yapılan ince meşeden oklar. Sıkı tutunun bir itiraf daha geliyor ! O oklar gerçektende can acıtıyor ama derimizde en ufak çizik bile açamıyorlar. Umarım bu seferkinde daha ilginç bir şeyler bulurum yoksa Tonraq’a duyduğum bütün öfkeyi bu salaktan çıkarabilirdim. Ara sokaklardan birine sapıp kullanılmayan bir açıklık aradım. Bulduğumdaysa durup peşimdeki suikastçının gelmesini bekledim. Onun beni takip ettiğini bildiğimi belli etmek için “Bu sefer elinizde ne var bakalım?”diye sordum. Artık gizlenmekten oda usanmış olacak ki nefesini üfledi ve “Granit karıştırılmış pao taşı ve incir ağacından yapılma bir sap.”dedi. Düşününce neden denediklerini anlayabiliyordum. Sonuçta incir Doğa’nın en belalı ağaçlarından biriydi ve büyüdüğü yerde başka bütün ağaçlar için ölüm demekti. Pao taşı da yıllardır suçluların parmak izlerini gizlemesinde kullanılıyordu. Ondan önceki zamanlarda da fondöten gibi kullanılmak için toz haline getirilirdi. Gizle ve öldür. Umdukları şey pao taşının değdiği yerde Doğa’nın gücünü gizlemese bile baskılaması ve incir ağacının da beni zehirleyecek sütünü salıp beni öldürmesiydi. Merak içinde kalmıştım. Acaba bu ne kadar işe yarayacaktı. Sonuçta zehirlensem annemden yardım alıp düzelirdi. Bende saldırması ve korkmaması için “Buyur o zaman bizi merakta bırakma, merak etme işe yararsa seni öldürmeyeceğim.”dedim. Bir nara atıp üstüme doğru koşmaya başladı ve bıçağı omzuma saplamayı denedi. Kıyafetimi deldi ama ondan sonrası karşımdaki garip için hiçte iyi gitmedi. Silah sanki taşa vurulmuş gibi geri tepti ve kullanıcısını yere yapıştırdı. Her seferinde bıçağın sekip karşımdakini yerlere yapıştırmasından büyük bir zevk alıyorum. Cidden çok komik oluyorlar. Bende o yerden kalkana kadar kıyafetimdeki deliği tamir edip edemeyeceğime baktım. Ama o an kıyafetten daha önemli sorunlarım olduğunu gördüm. Bıçak çarptığı yerde sülfür renginde bir sarılık bırakmıştı ve bu bile kesinlikle bir başarıydı. Bende karşımdaki adama acıyıp, birazcık korkutup onu iyi bir insan olması için yemin ettirdikten sonra gitmesine izin vermeye karar verdim. Havayı yardıma çağırdım ve adamı rüzgarların gücü ile havaya kaldırdım. Sanırım soğuk bir rüzgar kullanmışım ki adamın yanakları anında kıpkırmızı oldu. Biraz ürkütücü bir kahkaha atıp sanki eğleniyormuş gibi “Galiba başarısız oldun? Ne dersin?”diye sordum. Gözlerindeki korkuyu görmeliydiniz. Sanki bir ejderha onu pençesine almış yemeye hazırlanıyordu. Korku içinde “Lütfen beni bırak! Yemin ederim bir daha kimseyi incitmeyeceğim!”diye bağırmaya başladı. Bende sadece iyiliğe yöneltmek istediğim birini ölümüne korkuttuğum için kendimi kötü hissettim. Sonuçta onunda bir sınırı vardı. Korku beyinde kalıcı hasar bırakmışsa onu düzeltmem bile gerekebilirdi. Bende onu yere bırakıp durum tespiti yapmaya hazırlanırken işler çığırından çıktı. Birileri korkma sırasının bana geldiğini düşünmüş olmalı ki ateş, değil onu çağırmak aklımdan bile geçirmeyişime rağmen adamın parmaklarından başlayıp bütün bedenini yakmaya başladı. Adam ateşleri görünce göz bebekleri iyice küçüldü ve acıdan dehşet verici çığlıklar atmaya başladı. Bir yandan da acısı elverdiği kadar “Yemin ederim!”diye bağırıyordu. Bende ateşi durdurmaya çalıştım. Ama ateşle aramda hiçbir bağ hissetmedim. Bende havayı adamdan uzaklaştırmayı denedim ama sanki birlik olmuşlar gibi oda çağrıma cevap vermedi. Suyu hatta son çare olarak toprağı bile denedim ama değil onları kontrol etmek benimle iletişime geçmelerini bile sağlayamıyordum. Aklım bir an boynumdaki şişeye gitti ama elimi uzatıp onu almayı denediğimde şişedeki suyun zinciri gerdiğini ve zincir el verdiğince benden uzakta durduğunu fark ettim. Doğa’nın nesi vardı böyle !? Bende son çare olarak anneme seslendim ama annem gelse dahi bir işe yaramazdı çünkü adam çoktan kül olmuştu. Ve tahmin edeceğiniz üzere annemde gelmedi. Üstümden elektrik akımı geçmiş gibiydi. Neye uğradığımı şaşırmıştım ve aklıma gelen tek mantıklı şey etrafta bir ayna olmasıydı ama ne adam bir aynaya ulaşabilirdi nede bir melek yanıma gelmiş olabilirdi. Emin olun bir meleği tam kalbinizde hissedersiniz. Ama benim tek hissettiğim kocaman bir boşluktu. Tek yapabildiğim dizlerimin üstüne düşerken gözlerimden sızmaya çalışan yaşları engellemek oldu. Hala zincirimdeki şişe benden uzak duruyordu bende normale dönmesini bekledim. Bana saatler gibi gelen bir zaman sonra şişenin soğukluğunu boynumda hissettim. Ve şişenin boynuma değdiğinde suyun şişenin dibine çöküşü gibi üstüme karşı konulamaz bir yorgunluk çöktü. O an kalbimdeki umut alev aldı. Yakınımda bir melek vardı ama ben daha nedenini öğrenemeden yere yığılıp uykuya daldım. Aklımdan geçen son şey ne kadar şanslı olduğumdu. Sonuçta kaderimi bir melek belirleyecekti. İnsan başka ne isteyebilir ki ? Tanrı daha yaratılışımızda onlara bizi her şeyden çok sevmelerini emretmişti. Ve kim bu sevgiden sıyrılıp benim canıma kıyabilirdi ki ?
* * *
Uyandığımda bir otel odası yada eski bir ev diyebileceğim bir yerin odasında, yatakta yatıyordum. Karşımda ise uzun saçlı bir bayan ayakta duruyordu. Kendimden bildiğim üzere bayanlar gerçektende tehlikeli olabiliyorlar.Ve bu kadına bakınca gerçekten gücü sezebiliyordunuz. Bende işimi şansa bırakmamak ve kendimi korumak adına hemen saldırıya geçtim. Tamam bu kadın melek olabilir ve şu ana kadar beni öldürmemiş olabilir ama emin olun Tanrı’nın yarattıkları arasında ölümden çok daha kötü şeyler var. Eğer cehennemi yada bir meleğin öfkesini görseniz ölümü kız kardeşinizin çay partisine bile davet edebilirsiniz. Toplayabildiğim bütün elektriksel kuvveti toplayıp kadının üstüne gönderdim. Yıllardır övündüğüm ve asla ama asla ıskalamadığım yıldırımlar kadına değmeyi bir yana bırakın yanından geçip arkasındaki duvarda patladılar. Yıldırımın ışığı odayı doldurup gözlerimi kapatmama neden olmadan yaklaşık saniyenin onda biri kadar bir süre önce ışıkla aramda kadından başka bir şey daha olduğunu gördüm. Üç çift kanat. Donup kaldım. Korkuyu hiç bu kadar güçlü hissetmemiştim. Işığın etkisi geçeli dakikalar olmasına rağmen ben hala gözlerimi kapamış yatağın kadından uzak ucuna sinmiş başıma gelecekleri bekliyordum. İlk defa titriyordum. Az önce en üst düzey bir meleğe yıldırım fırlatmıştım ve şişemden anladığım kadarıyla Doğa beni yeniden yalnız bırakmıştı. Etrafımda yerin sarsıldığını hissetmeme rağmen hala bana en ufak zarar gelmemişti. Gözlerimi açma cüretini gösterdim. Ve melek konuşmaya başladı. Aslında sadece tek bir cümle söyledi.
“Ben Auriel. Sana anlatmaya geldim!”
Lise son sınıf olduğum için ders çalışmaktan vakit bulduğum zamanlarda biraz acelece yazdım eğer anlamda veya konuda bir kopukluk var ise özür dilerim. Bir daha ki ay telafi edeceğim şimdiden okuduğunuz için teşekkür ediyorum 😉