“Günler izmarit diplerinde biriksin / o zaman mutlaka bir trenle gelirsin.”
Şimdiden Bir Hatırasın – Didem Madak
Gün herkes için aynı değil mi? Senin için de, benim için de benim içimde yirmi dört saat içine sıkıştırılmış hayatlar değil mi? Bir günü sen de yaşıyorsun, ben de yaşıyorum, sende yaşıyorum; neden ayrı ayrı yaşanır bir gün, hayat ve onlarca şey? Hiç gitmeyen birinin gelmesini beklemek nedir bilmiyorsundur, gitmemişsindir hiç; gelmemişsindir çünkü. Oturup beklemek, saat tıkırtılarını ıslıklarıma uydurup raks etmek… Elimden ismini duvarlara yazmaktan başka ne gelir, beklemek? Pek çok koşulluluk içinde, sorular içinde ve cevaplar için de içindeyim. Hiç içmediğimiz bir sigaranın dumanının boğumu hiç kullanmadığımız parmağımızın boğumuna uymuyorsa; demlemesi bile zor olan bir bardak çayı şeker atmadan karıştırmışsak, hiç oturmadığımız ve üstelik benden başka hiç kimseyi barındırmayan bir okey masasından yükselen taş sesleri yüreğimizin sesine galebe çalmışsa, çocukluğumuzdaki bayramlardaki evlerdeki yaşlı amcaların ellerindeki şekerler bizim ellerimize geçmişse ve o günleri burada o şekerleri ceplerimizden çıkarıp ağzımıza atıp şaklatmaksa mukadderatımız, söyle bana liyakat nedir? Günleri izmarit diplerinde biriktirmeye sığınıyorum ve biliyorum o zaman mutlaka bir trenle gelirsin.
Kaç tren geldi bu koskoca dünyanın küçücük şehrine, hiçbirinden çıkmadın. Mavi tren olur muydu hiç, ya turuncu? Hiç siyah olmayan tren gördük mü ki hayatımızda. Ne zaman uzayan yollar görsem ben hep tren sanırdım. Nasıl alışmışsam beklemeye, nasıl şiar eylemişsem umutsuzluğu kendime… Bir gün mutlaka… Bir tren… Siyah olmayanlarından üstelik. Hep kenarında oturduğum pencerenin dışı dünya da, içi değil mi? İçeride yaşanır yaşanacak ne varsa, dışarısı müphem yaşamlar tablosu. Aydınlık olan ne varsa içeride; dışarısı buz kesmiş bir hareketsizlik senaryosu; belki de o yüzden gel(e)miyorsun. Hiç içmediğim sigaranın dumanı diyordum, hiç içmediğim. Ama günleri, bir sayı doğrusunda peşinden koşup yakalayamadığım günleri, geleceğin o güne kavuşmak için ardımda bırakmam gereken o günleri nereye koyacağım, nerede biriktireceğim ki izmarit diplerinden başka? Ne varsa yaşanacak, pencerenin içindeki dünyada yaşansın madem. Hem bu oyuncak treni ve oyuncak rayları nasıl açıklayabilirim başka? Koca salon… Tam ortasında ondan daha büyük bir tren istasyonu, tren istasyonunda hep bekleyen insanlar, belki de kurşun askerler. Kurşun askerler de bekler bilmezsin. Treni raylara koyuyorsun, her şey hazır. Birkaç dakika sonra o tren, istasyona varacak. BİRKAÇ DAKİKA. Hayatta hangi şey birkaç dakikada olmuyor, bana söyler misin? Hangi dakika sana zulmetmiyor, hangi saatin altmışta biri seni yoğunluğu altında ezmiyor, hangi saniyelerde beklemeyi aklından çıkarıyorsun?
Bu tren, istasyonuna hep vaktinde geliyor, o istasyondaki herkes herkese kavuşuyor; hiç kimse hiç kimseyi beklemiyormuş gibi. Kurulmuş, oyuncak bir tren: salonun ortasında. Salon benim evrenim, yıldızım da yok değil tavanına bakınca. Bana yıldız mı lazım tek? Trenleri ağırladığı için, o trenlerin içinde senin olma ihtimalinin yüksek olduğu için, beklemenin kavuşmaya dönüştürüldüğü yerin bilhassa istasyonlar olduğu için seviyorum bu salonu. Salon eşittir benim evrenim ve benim evrenimde sana kocaman bir yer var. Senin trenin de dış dünyanın tam ortasında, evren tarafından kurulmuş ama zamanında gelmeyen… Belki içinde olması gerekenler olmadığı için, belki özlemlerin sayısının abaküslerden dışarı sarkması için, giydiğimiz kıyafetlerden akan acıların miadı dolmadığı için gelemeyen… Günleri daha hangi izmaritin dibine gömüp beklemeliyim, tren…
tren…
tren…
Hiçbir vagonda…
Hiçbir rayda…
Hiçbir istasyonda.
BU TREN HİÇ DE HOŞ GELMİYOR. ÇÜNKÜ GELMİYOR.
GÜNLER Bİ-Rİ-Kİ-YOR.
Bari salondaki trenden umudumu kesmeyeyim. Bari küçüklüğümden beri dünyayı kurtarmada bana refakat eden kurşun askerlerin arasına karışıp bekleyeyim. Küçülüyorum. Azalıyorum. Senden azalamazken, birden kendi kendime azalıyor, küçülüyorum. Ya da salonun ortasındaki tren istasyonu, tren, insanlar ve de en ehemmiyet arz eden kurşun askerler büyüyorlar da ben aynı kalıyorum. Koşmaya başlıyorum, daha birkaç saat evvelinde bir adımla geçiverdiğim yeri dakikalarca koşarak bile geçemiyorum. Tren gelmek üzere, daha az önce kendi ellerimle kurduğum trenin gelişini görmem gerek, kaçıramam. Çünkü biliyorum mutlaka bir trenle gelirsin, hem zaten trenler gelmek içindir. Koşuyorum, bekleyen insanları da geçtim. Kurşun askerler kıpırdamaksızın durmaktalar ama güçlerini nefeslerinde, özlemlerini gözlerinde görebiliyorum. Karıştım aralarına, ben de bekliyorum; ama kurşun asker olarak değil, hep ben olarak. Ben hep ben olarak, ben gibi bekledim. Trenin sesinden önce buharı geliyor. Göz gözü görmüyor şimdi burada ve göz görmeyince de gönül katlanıyor; ikiye katlanıyor, dörde katlanıyor. Sesi geliyor trenin, oyuncakçıdan alırken hususi istemiştim sesi çıkan trenlerden olsun diye… Her şey beklemeye değsin diye. Tren kendi ellerimle yaptığım istasyonda duruveriyor büyük gürültüler içinde, hani siyah trenden başka tren görmemiştik? Bu tren sarı. Sarı bir tren, tren bir sarı. Sarı neyi anlatır, üstelik trendeyken?
İnsanlar inmeye başlıyorlar trenden.
Bir kadın, serçe parmağından küçük bir çocuğun tuttuğu.
Bir adam, bir eliyle kalbini, diğer eliyle bastonunu tutan.
Bir genç, elinde diploma.
Bir çocuk gözünde parıltılarla.
Daha pek çok inen vardı. Aralarında sen de vardın mutlaka. Kimdin, bilmiyordum.
Günler izmarit diplerinde birikti, birikti ve taştı; ve mutlaka gelmişsindir benim kendi kendime kurduğum bu SARI renkli oyuncak trenle…
Tren gelir hoş gelir…
Ne zaman uzayan yollar görsem ben hep tren sanırdım.
Çok güzel cümleler var yine. İlgimi çeken ilk şey de ismi oldu öykünün, çok tatlı bir duygu yoğunluğu var genelinde. Kesintili cümleler akıcılığa biraz sıkıntı yaratmış sadece. Daha önce söylediğimi güncelleyeyim. Bariz bir gelişme görüyorum.
Yeni öykülerde görüşmek üzere 🙂
Öncelikle öyküdeki duygu yoğunluğu, kelime oyunları vb. hoşuma gitti. Ama öyküde, öykünün kurgusunda sanki boşluklar var, özellikle başlangıçta. Yani, öykü uzun bir eserin ortasından alınmış gibi, başlangıç ve son net değil. Fakat öyküde bu, kasten yapılmış da olabilir. Sanırım öykünün bana bu şekilde gözükmesinin sebebi, öykülerde kesin, çarpıcı başlangıç-sonları beğenmem.
İyi bir öykü; eline, kalemine, emeğine sağlık.
Kurşun askerler büyürken aynı kalmanın ne demek olduğunu bilirim. İçten bir yazı olmuş, öykü dinamiği tam olarak sağlanamasa da güzel cümleler ve tirenler yazıyı okutuyor. Daha iyiye gittiğinse açık.
Kalemine sağlık.
Karakterin kim olduğunu bile bilmediği birini beklemesi, “Ne yaşanacaksa içeride yaşansın!” gibi bir fikir, kullanılan kelime oyunları ve estetiğin sınırlarını zorlayan cümleler çok güzeldi. Kısa öykülere koyu kıvamlı duygular serpiştirmek herkesin yapacağı iş değil. İyi bir iş çıkarılmış. Ancak yine de öyküye belli bir olay kurgusu katılabilirdi, sadece anlatımla sınırlı kalmayabilirdi. Gördüğüm tek kusur bu.
Tebrikler.