Öykü

Bataklığın Ruhu

Dileğinin peşinde koşan birisiydi. Dileğini gerçekleştirmek için yapamayacağı şeyi olmayan birisiydi. Kaybedecek bir şeyi olmadığından son zamanlarını karanlık sanatlarla ilgili yazılmış ismi anılmaması gereken kitapları ve yazmaları kurcalamıştı. Arzu ettiğini verebilecek yegane şeyin orada olduğunu biliyordu. İşindeki korku ateşini söndürebilecek şey oradaydı. Neden korkuyordu? Hiçlikten… Ölüm sonrasındaki bilinmezlikten… Ölümün ötesi geçebilmeyi umuyordu. Ama her şeyden önce umduğu şey kaybettiği aşkını geri bulmaktı.

Talihsiz bir trafik kazasında kaybettiği ve ölüm alemine giden sevgilisini geri getirmekti amacı. Onun kaybını unutamamış olmanın verdiği acıyla iblislere, büyülere vurmaktan çekinmemişti. Önceleri boş inanış saydığı kitaplara ve söylencelere dört elle sarılmıştı. Aradığı şey yeniden sevgilisinin gözlerine bakmaktı ancak bunun da ötesini kafasını kurcalayan, yüreğini kemiren ölüm ötesine dair merakını kamçılayan sorularına yanıt bulabilmekti.

Kitaplarda ise bu yazmıyordu. Bin dilbere parmak ısırttıracak güzellikteki peri kızlarını en çirkin insanımsılara âşık etmenin tılsımları, doksanlık acuzeleri on sekizinde afet gösterebilecek şirinlik muskaları anlatılıyordu ancak ölümün ötesini gösterebilecek hiçbir yasaklı bilgi satırlara geçirilmemişti. En azından bulabildiği yazmalarda yoktu. Vampirlerden bahsediliyordu, kanlarını içtiği ölümlülerin ölümlerinde hayat bulan simbiyoz ecinniler anlatılıyordu. Gerçek bir vampirin bile kalıp kalmadığından emin olamadığından daha etkili ve içindeki korkuyu dindirebilecek bir çare arıyordu. Bir vampir bulsa bile mezardaki sevgilisini kaldırıp getiremezdi…

Aradığını bir tesadüf eseri, el yazısıyla yazılmış 1930’lara ait bir defterde bulmuştu. Bir dilek gölünden bahsediliyordu. Ta eski zamanlardan, putperestlik çağlarından beridir cinlerin, perilerin hükümranlığının sürdüğü, yüreğin arzuladığını verebilecek bir tılsımdı. Nerede olduğuna dek yazılmıştı. Eski bir köyün yakınlarındaydı. Köyün haritalarda varlığına dair hiçbir işaret, iz yoktu. Ancak kayıtlarda hakkında cılız bir bilgi vardı. Köyün yakınlarındaki bir başka köyün muhtarlığına ait bir numaraydı.

Telefona çıkan kişi ısrarla öyle bir köy olmadığını söylemişse de kafi miktarda bir ödeme yapılacağını öğrenir öğrenmez ağız değiştirmişti. Detaylı bir adres tarifi verdikten sonra da numaraya ulaşılmaz olmuştu. Peşinden gidecekti bu muammanın… Kaybedecek neyi kalmıştı ki?

Yeni yolların uzağında kalmış ve terk edilmiş bir köyde bulmuştu bir anda kendini. İçinde yaşayanların ölmeyi uman bir avuç ihtiyar olduğunu düşündüğü köye çağırmıştı telefondaki rehberi. Trenle tek sokak lambasından oluşma istasyonda inmiş, peri kızlarıyla göl devlerinin düğün kurduğu tarlalarla cinlerin musallat olduğu ağaçlardan oluşma koruların arasından geçerek köyün meydanına inmişti. Köyün meydanında bekleyen rehberinin –ki orta yaşlı sıradan görünümlü bir ihtiyardı, ayaklarının yamuk yumuk durması ve biçimsiz gözleri dışında gayet sıradandı- ardından köyden çıkarken kirli camlardan kendisini seyreden ihtiyar gözleri görerek ürpermişti. Gözlerinin her birinin feri gitmiş, ışığı solmuş, karanlık kuyu diplerini andıran biçimsiz, ürkünç suratlı ihtiyar yüzlerdi…

İhtiyar anlatıyordu: “Köy çok eski. Bizden bile eski. Toprağı kazdığında kâfir padişahlarının zamanından kalma bina parçalarına, eşyalara denk gelirsin…”

Köyün çıkışındaki bir tepeyi aştığında ayağının altına serilen muazzam manzara karşısında nefesi kesilmiş gibiydi. Ayağının altında uzun süre önce bataklığa dönüşmesine rağmen ayna misali parlayan geniş bir göl uzanmaktaydı. Ay ışığının şavkımasında göl perilerinin gerdanlarındaki inci kolyelerinin parladığına yemin edebilirdi. Gölün büyük bir kısmı yeşil ile kahverenginin alaca bulaca tonlarında muazzam bir bataklıkla kaplanmıştı. Yeşil yosunlar tılsımlıymış gibi ay ışığı altında tekinsizce parıldıyordu. Hemen yanında yosunlu taşlardan oluşma ufak bir mezarlık vardı ki aynı tuhaf parıltı orada da mevcuttu.

İhtiyar anlatıyordu: “Bataklıktan kıyıya vuranların mezarıdır. Hazine arayanlar ya da ay ışığında yıkanıp ayın ışıltısını, peri kızlarının güzelliğini çalmaya çalışan kızlar. Bataklık cesetleri saklar, bozulmazlar. Bin yıl evvelki Bizans-Peçenek savaşında öldürülen mızraklı altın kemerli yiğitlerle saçı boncuklu, altın örgülü kızlar çıkar halen. Saçlarına dokunsan hala taze gibidir. Haçlı kefere şövalyesi çıkar, gariban balıkçısı çıkar. Bir keresinde saçları topuğa erer simsiyah saçlı gökgözlü bir ece çıktı, Bizans kızı. Teni halen süt beyazıydı. Buranın dibi insan dolu. Asıl göl ise mezarlıktır. Cinlerin mezarlığı derler. Kafir cinlerinin hora teperek ibadet ettiklerini de görürsün, saf saf durup Müslüman cinlerin cenazesini kaldıran cücelerden, devlerden oluşma ecinni cemaatlerini de…”

Bataklığın tam ortasında dev gibi bir kütük vardı. İçi boş, bu kuru kütük asırlardan beridir bataklığın kalbindeydi. Yosunlar ve sarmaşıklar sarmıştı dört yanını ki üstünde birkaç baykuş uğulduyor, yanını yöresini yeşil ışıklı ateş böcekleri uçuşuyordu.

İhtiyar anlatıyordu: “Burası bataklığın ruhudur. Burada yaşar derler, bu kovukta. Putperestlerin zamanlarında buraya gelip en korkunç ayinlerini burada yaparlardı. İnsan kurban ettiler ve insana benzeyen bir nice şey… Hristiyanlık döneminde bile geldiler aşk için ya da intikam dilediler. Müslümanlar geldiğinde hatta daha Şamanist göçebeler gelip geçtiğinde bile buradan medet dilediler, adaklar adadılar ona. Gölün Sahipleri vardır, hep “o”na itaat ederler!”

Gölün kıyısına geldiler. Kenarda mütevazi bir rıhtım durmaktaydı. Yosunların arasından görebildiği kadarıyla bazı mermer parçaları vardı. Bizans’ın görkemli günlerine tanıklık etmiş, şimdi ise bir rıhtımın dibinde yatmakta olan sıradan taş parçaları olan duvar kalıntılarıydı. Rıhtıma bağlı duran çürümüş, ufak bir tekne duruyordu. Romalıların, yeraltının kayıkçısı Kharon’un kayığını andıran bu ufak tekneye bilerek gölün ortasına açıldılar.

Sularda tuhaf bir hareketsizlik, ortalıkta acayip bir sessizlik vardı. Nedenini bilemediği bir sıkıntı kaplamıştı içini. Tarifsiz bir korku saniyeler geçtikçe yüreğini kemirmekteydi.

İhtiyar: “Burası mezarlıktır. Cinlerin ve insanların ve başka tuhaf şeylerin mezarlığıdır. Dileğin buradadır….”

İhtiyarın gözündeki parıltıyı sanki anlamış gibi ayağa kalkmış, kendini gölün sularına atmıştı bir anda. İhtiyar durgundu. O ise kulaç attıkça diplere daldı ve dalmadan evvel bataklığın zehirli havasını teneffüs ettiği anda gerçeğin esrar perdesi aralandı. Suların dibine dalarken yosunlar ve bilinmeyen yaprak suretli şekilsiz varlıklar ayaklarına dolanıyordu. İnsanları görmüştü. Ölü insanları. Kılıçlarla mızraklarla yan yana yatan beli altın kemerli örme zırhlı puperest savaşçılarını ve haç kolyelerine sarılmış şövalyeler, ziynetlerle süslü kadim eceleri, kraliçeleri… Atları ve hazineleri, kayık kalıntılarını… Ters ayaklı dev bedenlerini, yılan saçlı bakireleri…

Bataklığın zehirli suyu vücuduna nüfuz edince bataklığın ruhunu da gördü gözleri.

Yeşiller içinde duruyordu güzel suretli ece. Bataklığın ruhuydu. Ona sarılarak bedenini diplere çekiyordu. Ayakları ve kollarıyla ona sarılmış, renklerini tarif edemediği uzun saçlarıyla sarıp sarmalamıştı…

Gölün olduğundan daha derin göründüğünü fark etti. Yeraltının sonsuz karanlıklarına doğru uzanmasına rağmen yosunların yeşil ışıltısında gündüz gibi parıldıyordu. Kollarına mavi tenli su perileri yapışmıştı, deniz kızlarıyla deniz ejderhaları sürünüp geçiyordu yanından yöresinden. Gölün devini görmüştü. Yanında kara suretli umacı anasıyla yürüyordu ve dişleri dışarı çıkmış, ağzının kenarlarında kurumuş kan lekeleri fark edilen tarifsiz bir heyulaydı ki aynı köydekiler gibi kuyu dibi gözlerine korkudan bakamadı.

Peçenek kızlarını gördü. Kanlı bedenlerini ve paçavra giysilerine bulanmış örgülü sarı saçlarını ve o tuhaf ışıkta yıldızlar gibi parlayan sayısız boncukları. Hamile kadına çocuğunu düşürtecek, çocukların dilini yutturacak korkunç şarkılar çığırıyorlardı. Beşikten bebekleri kaçırıp onları yemekten bahsediyorlardı. Bataklığın balçıktan zemininde yatan silahlıları ve prensesleri gördü tekrar ki bunlar şövalyelerden de eskiydi, Truva kuşatmasını görmüş, Amazonlarla cenk edip, Tanrılara meydan okumuş mitolojik dönemlerin muhayyel savaşçıları ve eceleriydiler. Balçıklar çekerken onu kollarını açtı. Bataklığın ruhu yutarken onu o da bataklığın ruhunu yuttu ağzını açarak.

Gölün dibinde bir gizli bahçede bulmuştu sevdiğini. Gölün ruhunun ellerini birleştirdiğini görmüştü…

Günler sonra cesedi bulunamayan bu talihsiz için, mektupsuz intihar vakası dediler ve öldüğüne kanaat getirdiler geride kalanlar. Tabi paganlardan şamanlardan anlamazlardı onlar. Dolayısıyla onun bataklığın ruhunun son kurbanı, son adağı olduğunu hiçbir zaman öğrenemediler. Tıpkı bu ıssız köyün asırlardan beridir, değişen hükümdarlar ve dinlere rağmen kendi pagan inançlarını sürdüren insan suretli cinlerden oluşup, dilekleri yerine getirme sanrısıyla mezarlığın tanrısına kurban verdiklerini bilmedikleri gibi…

SON

Mehmet Berk Yaltırık

Tarihçiyim ve yazarım. Tarihi korku hikâyeleri yazıyorum. Çeşitli internet sitesi ve fanzinlerde, çeşitli inceleme yazıları ve hikâyelerim yayınlandı. “Anadolu Korku Öyküleri-2”, “Gio Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler”, “Güçoburlar” ve “Seyfettin Efendi ve Esrarengiz Hikâyeleri-1” çalışmalarında yer aldım. “Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları“ adlı bir akademik makalem de mevcut.

Bataklığın Ruhu” için 7 Yorum Var

  1. Başlarda “Berk ne ettin, ders anlatır gibi anlatmışsın” dedim, ama ne zaman ihtiyar “anlatmaya” başladı, o zaman sustum. Ve baş kısımla sonun bu zıtlığı, bütünü ele alınca, gayet hoş durdu. Tabii şaman göndermeleri de cabası. Kalemine sağlık, tebrikler 🙂

  2. En başlarda “şey” kelimesini belirsizlik amacıyla fazla kullanılması biraz göze batıyor. Onun dışında bir kaç yerde daha aynı kelime tekrarı vardı.

    Olayın günümüz tarihlerinde veya yakın gelecekte geçiyor olabilme düşüncesi ilk önce kötü bir his uyandırdı bende. Günümüzde geçen fantastik eserler olmadığından olsa gerek ama öykünün gittikçe anlatımının güzelleşmesi ve konunun daha merak uyandırması bunun üstesinden gelmiş, hatta tam yerinde dedirttirmiş.

    Tasvirleriniz gayet güzel, hikaye insanın gözünde canlanıyor resmen. Konu ve kurgu da yerli yerinde. Kısaca tad alarak okuduğum güzel bir öyküydü. Ellerinize sağlık.

  3. Başları sıkıcı bulsamda sonu çok şaşırtıcıydı. Hele o köylülerin cin olduğunu öğrendiğimde bayağı şaşırdım. Başarılar dilerim. Böyle başarılı bir öyküyü tebrik etmekten başka elden bir şey gelmez.

  4. Bence bataklığın ruhunun son kurbanı galatea’sını arayan genç değildi.
    Bataklık her okuyucu ile birlikte yeni bir kurbanın doyumuna ulaşıyor.
    Ve siz de köyün yerlilerinden birisiniz.

    (Dünya üzerinde bu öyküde yer alan güzellik perdesinin ardındaki çekimi anlatabilecek bir kelime bulunmuyor,üzgünüm.)

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *