Okulun bitiş zilinin çalması hiçbir teneffüs zilinin çalmasına benzemez. Çünkü teneffüs zili demek okul bahçesindeki ebelemecenin başlangıcı demektir, kantinde ayran-simit demektir, diğer sınıftaki küçük platonik sevgili ile kesişmek demektir. Ama teneffüs zili hiçbir zaman yalnızlık demek değildir. Hiçbir çocuk hiçbir teneffüste yalnız kalmaz. Çünkü hiçbir çocuk oyunu yalnız oynanmaz –ki ne kadar kalabalık olunursa o kadar iyidir-. Ama okulun bitiş zili; bütün oyunların, silgi kokulu sınıfın, arkadaşlıkların bitmesi demektir ve o andan itibaren herkesin kendine ait yalnızlığı girer koluna. Eğer bir yerde saklı bir yara varsa inceden sızlamaya başlar.
Ama yinede herkes son ders zilinin çalmasını bekler umutla. Çünkü dışarıda, bu sınıf arkadaşlıklarının var olmadığı bir dünya vardır. Orada mesuliyet yoktur ve çocuk olmak en çok bu zamanlarda güzel olmaktadır. Ki birde hava güneşliyse ya da kar yağıyorsa o gün olduğu gibi değmeyin küçüklerin keyfine…
Son ders bitimi yaklaştıkça 3/A sınıfın içinde bir kıpırdanmaya başlamıştı bile. Sınıfın camları buğulanmış olsa bile dışarıda yağan kar herkesin ilgisini çekiyordu ve öğretmen dersin başından beri dışarıyı izleyen öğrencilerinin ilgisini toplamayı becerememişti. Kar lapa lapa yağıyordu, öğrenciler evlerine varıp öğle yemeklerini yedikten sonra kartopu oynayacak kadar olacaktı yerdeki kar. Sınıf içindeki haşereler kendi aralarında gruplara ayrılıp kar savaşı için adam toplarken zil çaldı. Birden boşaldı sınıf. Öğretmenleri ile Mert kalmıştı yalnızca ve onlar da yavaş yavaş toparlanıyordu.
Mert kitaplarını çantasına yerleştirdikten sonra montunu da giyinip sınıfın kapısına doğru yürüdü, öğretmeninin önünden geçti. Bu gün selam vermemişti; bu her zaman olmadığı için öğretmeni şaşırdı.
“Mert, neyin var oğlum?”
Mert kapının önüne varmıştı, geri döndü. Yüzünde sürekli bir ağlamaklı hal vardı bu gün. Sanki biri kalbini kırmıştı, içi sızlıyordu.
“Hiç” dedi, “bir şeyim yok”
Tekrar kapıya döndü, yürüyüp gitti.
Son söylediği kelimeyi düşündü tekrar: “bir şeyim yok! Evet, bir şeyim yok.” Birçoğunun sahip olduğu bir şeyi yoktu ve içinde bir yangın çoğalıyordu. Bu kış günü, dışarıda kar yağıyor olmasına rağmen içi yanıyordu inceden. Hiç durmadan yürümeye devam etti; yolu uzatıp sahili dolaştı, arka sokaklarda gezdi. Bu gün evine dönmek istemiyordu. Yazlık bir oyun parkına girip kar kaplı banklardan birine oturdu. Gözünü ne zaman kapasa gece gördüğü güzel rüya giriveriyordu kirpiklerinin arasından. İstemeden de olsa gözlerini kapadı; babası geliverdi birden yanına, “oğlum, beni arama zamanın gelmedi mi?” dedi. Açtı gözlerini tekrar. Evden uzaktaydı, karnı acıkmıştı, babasını özlüyordu…
Sırtındaki çantayı çıkarıp neredeyse bir karış olan karın üzerine uzandı; ağladı, ağladı, ağladı… İncecik süzülüyordu yaşlar gözlerinin iki yanından kulaklarına doğru ve buz tutuyordu gözyaşları yere düştüğünde.
Bu yangın çözmeden bitmeyecekti bu sorunu. Doğru eve gitmeliydi, bütün soruların cevabı evde olmalıydı. Yerden kalktı ağır ağır, çantasını aldı az önce oturduğu banktan ve eve doğru yürümeye başladı, hayır, eve doğru koşmaya başladı. Az önce geçtiği bütün yolları tekrar geçti. Onunkinden başka iz yoktu boş sokaklarda. Apartmanın kapısını açtı, üçüncü kata tırmandı. Dairenin kapısını açtı telaşla. Annesi mutfaktaydı. Evde tatlı bir sıcaklık vardı, bir şarkı çalıyordu mutfaktaki radyo; annesini mırıldanması geliyordu kulaklarına. Her şeye rağmen içeride bir eksiklik hissetmişti daha girerken. Aldırmadı, nasıl olsa bütün cevapları bulacaktı bu gün. Kar kaplı ayakkabılarını çıkarıp ayakkabılığa bıraktı. Mutfak kapısının önüne gelip kapıya yaslandı, bir süre annesini seyretti. Annesi çok güzeldi, annesi her şeyden güzeldi. Kısa bir süre nefesini tuttu. Ama öyle çok koşmuştu ki ciğerleri buna müsaade etmedi. Annesi duydu sesi, yüzüne tatlı bir gülümseme yerleşti.
“Hoş geldin oğlum. Ben de tam seni merak etmeye başlamıştım. Sen git elbiselerini çıkar, yemek şimdi hazır olur”
Mert yerinden kıpırdamadan annesinin yüzüne bakıyordu. İfadesinde bir donukluk olsa da sinsi bir yılan gibi içinde süzülüp duran hüzün yüzüne iyice bakınca anlaşılabiliyordu. Anne meraklandı, oğluna yaklaşıp önünde diz çöktü.
“Neyin var oğlum, bir şey mi oldu?”
Bu soruyu bu gün ikinci kez duyuyordu, “Anlayın işte” demek geldi içinden “Babam yok!” Ağlamaklı oldu yeniden, ama ağlarsa annesi telaşlanacaktı, ağlamadı.
“Bana babamı anlatsana anne” dedi. Sesi çatallaşmıştı. Biraz daha konuşsa korktuğu gibi ağlayacaktı. Annesi durumu anlayıp bir şey demedi. Artık zaman gelmişti. Hiçbir şey söylemeden yerinden kalkıp yatak odasına gitti. Dolapların birinden büyükçe bir kutu çıkardı, Mert’in önüne getirip yere bıraktı: “Al işte baban, onu sen arayıp bul!” dedi.
Mert yerde duran kutuya dakikalarca baktı. Annesi mutfaktaki işinin başına geçmiş oğlunu izliyordu yan gözle. Diline bir dua tutturmuş, sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu. Mert nice sonra kutuyu alıp odasına götürdü.
Artık acele etmemeliydi, yıllardır yokluğunu hissettiği, gözyaşı döktüğü babası bu kutunun içindeydi; doğum günlerinde pastanın içinden çıkan palyaçolar gibi bekliyordu belki. Kutunun kapağını açtı ağır ağır. Tek tek baktı bütün her şeye; diplomalar, karneler, çalıştığı iş yerinden maaş bordroları ve hastalığı… Bir sürü röntgen filmi, bir sürü tahlil kağıdı. Kutunun en sonundan büyükçe bir zarf çıktı. Heyecanı katlandı. Elleri titreyerek açtı zarfı. Bu güne kadar bir fotoğrafı dışında hiç görmediği babasının diğer fotoğrafları duruyordu karşısında. Sanki bir heykel gibi dururken çekildiği o fotoğraf dışında onunda bir insan olduğunu, değişik hallerde bulunduğunu gösteren bir sürü fotoğrafa tek tek baktı. Babasının çocukluğundan bir kaç silik fotoğraf, öğrencilik yılları, askerlik, annesi ile nikah törenleri ve hastane günleri… Mert fotoğraflara bakarak babasını tanımaya çalışıyordu. Yıllarca onun yokluğu ve bir tek donuk fotoğraf dışında bir şeyini bilmediği babasının; gülümsemesini, hınzırlaşmasını, arkadaşlarını öğreniyordu. Ama hala bir şeyler eksikti. Kutunun içine baktı tekrar, sanki orda olması geren bir şey yoktu. Ya da aceleyle unutulmuştu oraya konmayı.
Yerinden kalktı emin bir şekilde. Yeniden mutfağa gitti az önce yaptığı gibi kapıya yaslanıp annesini izlemeye koyuldu. Annesi de oğlunun geldiğini görmüştü ve içinde bulunduğu karmaşık durumu biliyordu. Yine de ne sesini çıkardı nede oğlunun yüzüne baktı. İkisi de heyecanlıydı, hatta öyle ki kalp atışları duyuluyordu neredeyse.
“Oyun oynamayı bırakalım istersen anne.” dedi Mert, “Benden sakladığın diğer şeyleri de ver!”
Annesi demin yaptığı gibi işini bırakıp yatak odasına gitti yeniden. Yine başka bir dolabı açıp üzerinde işlemeler olan küçük ahşap bir sandığı, bu sefer oğlunun kucağına verdi ve dedi ki:
“Baban ölmeden bir gün önce o kutuyu ve bu sandığı hazırladı ve bana şöyle dedi: ‘Oğlum bir gün gelip sana beni soracaktır. Ona ilk olarak bu kutuyu ver ve onu yalnız bırak. Eğer biraz sonra gelip verdiklerinin ona yetmediğini, başka bir şeyler daha istediğini söylerse o zaman işte bu sandığı verirsin!’ İşte bu senin aradıkların; şimdi git odana ve onunla kavuş”
Evin içinde bir fırtına başladı o anda. Tüm eşyalar canlanmıştı sanki her şey olduğu yerden havaya kalkıp bir girdabın içine karışıyordu. Odaların tümünün açıldığı koridorda Mert elindeki küçük ahşap sandıkla rüzgara karşı yürüyerek odasına ulaştı. Kapıyı kapadığında dışarıdaki hayatla ilgili her şey bir anda sustu. İşte artık odasında, babasının ona hazırladığı özel sandıkla baş başa kalmıştı. Sandığı çalışma masasının üzerine bıraktı, kendi de biraz ötedeki yatağının kıyısına oturdu. Daha önceden bilmediği garip bir duygu gelip kalbinin ortasına oturdu. Yıllardır merak içinde aradığı babası işte önünde duran şu sandığın içindeydi. Biran önce sandığın kapağını aralamak, babasının ona hazırladığı sürprizi görmek istiyordu ama hiçbir şey yapmadan sandığı izlemeye devam etti. Yüzünü cama çevirdi sonra. Dışarıda kar dinmişti. Tatlı bir huzur vardı bu beyazlıkta. Canı dışarı çıkıp karla oynamak istedi ama onu da yapmadı. Sanki bir şey olmuş ve bedeni kala kalmıştı yerinde, onu bir şey bu yatağa bağlıyordu. Biliyordu çünkü biraz sonra şu kapağı açtığında bütün sorular yanıtlanacaktı. Ama sorularla yaşamaya öyle alışmıştı ki bu onu daha çok üzecekti sanki.
Belki bir saat hiçbir şey yapmadan oturduktan sonra bütün cesaretini toplayıp sandığı kucağına aldı. Elleri titreyerek kapağı açtı. Kutunun içinden hem çok tanıdık hem de çok uzak bir koku doldu içine. Kalbi fırtınadan çıkmış bir gemi gibi sakinledi. Sandığın içinde birkaç santimlik ve bir gök taşına benzeyen bir taş ve üzerinde “oğluma” yazan bir mektup vardı. Taşı eline aldı, avuçlarında sıktı sıcacık. Sanki biraz sonra bir ışık parıldayacaktı taşın içinden. Uzun uzun baktı taşa, yüreğinin bir yeri sızladı.
Sararmış zarfı aldı sonra, taşı masanın üzerine bırakarak. Babasının el yazısı ne kadar güzeldi! Dikkatlice açtı zarfı, tüm katları düzeltti mektubun eliyle. Okumadan baktı kağıda, babasının yazısını kalbine yazdı. Sonra okumaya başladı.
Oğlum,
Sana bu mektubu; büyük bir hüzün ve tarif edilemez bir mutlulukla yazıyorum. Demek büyüdün ve babanı arayacak yaşa geldin. Bu muhteşem bir şey…
Oğlum; seni bu sabah kucağıma aldım sevdim, sevdim, sevdim… Saçlarını okşadım ve güzel yanaklarından öptüm bir kez daha. “Oğlum” dedim sana, “büyü ve beni bul!” Beni bulacağını biliyordum oğlum.
Sana biraz neler yaşadığımızı anlatmak istiyorum. Annenle birlikte senin doğacağın haberi aldığımızda çok mutlu olmuştuk. Birkaç yıllık evliliğimiz seninle taçlanacaktı. Ben “baba” olacaktım, annen ise “anne” O günlerde sırtımda müthiş bir sancı başlamıştı. Ayaklarım şişiyor ve parmağını bastırdığın yer oyulup kalıyordu. Aldığımız bu güzel haberle birlikte bütün acıları unutmuştum. Ancak bir gece sancılandım ve beni hastaneye kaldırdılar. Çekilen röntgen filminde sağ böbreğimde büyükçe bir taş görünüyordu ve kanalları tıkamış dolayısıyla böbreğimi çürütmüştü. Hemen ameliyata aldılar beni. Böbreğimin biri alındı, ağrılar dindi. Birkaç ay sonra biz her şeyi unutmuş ve senin gelişine hazırlanıyorduk.
Senin doğumun bizim için bir bayramdı. Bunu tarif etmek için bildiğim bütün kelimeler kifayetsiz kalıyor, bunu sana anlatamam. Doğumunla birlikte bütün bir aile sevince boğulduk; bizi görmeliydin o günlerde. Gelişin hayatımızın bütün akışını değiştirmişti. Unutmuştuk her şeyi. Ama bir gece kabus gibi bir şey oldu ve benim sol tarafımda büyük bir ağrı başladı. Hemen hastaneye gittik yeniden. Yine büyük bir parça taş vardı ve öyle bir yere sıkışmıştı ki ameliyatla alamadılar. Günlerce tedavi gördüm ama yine böbreğimi kurtaramadılar, o da iflas etti.
Bunları biraz daha anlatıp seni üzmek istemem. Sadece şunu söyleyebilirim sana: Ben ölüyorum oğlum! Bunun senin hayatında yaratacağı boşluğu tahmin etmem imkansız. Sana belki biraz mutlu olabilesin diye bu mektubu, baba kokusunun nasıl bir şey olduğunu anlaman için mendilimi, sağ böbreğimden çıkan taşı ve bir de az önce amcanın çektiği fotoğrafımızı bırakıyorum oğlum. Fotoğrafı çektirmek için seni kucağıma aldığımda sanki senin geleceğine hazırlık yaptığımızı anlamış gibiydin ve gülümsüyordun oğlum.
Oğlum; sana bırakabileceğim bunlar işte. Babanı aradın ve buldun. Bu seni ne kadar tatmin etti bilemem ama sen daha şimdiden bana büyük bir adam olacağını gösteriyorsun; gözlerinin içi parlıyor. Sana bir sürü acı ve bir de anneni bırakıyorum oğlum. Ona çok iyi bak. Ben anneni çok sevdim. Sende çok sev, onu asla üzme.
Baban
Mert bir süre tepki göstermeden mektuba bakmaya devam etti. Sonra sandığın içinde okuduğu mektubun altında kalmış olan mendili ve altındaki fotoğrafı aldı. Babasıyla beraberce çekilmiş bir fotoğrafları vardı artık. Mendili avucunda sıkıp burnuna götürdü. Nefesi içine çekti. Babası o anda yanına geldi yeniden saçlarını okşadı, yanaklarından öptü…
Selamlar;
Çok güzel, sürükleyici ve duygu yüklü bir hikayeydi. İnsan bir yandan ufaklığa üzülürken diğer yandan da neler olacağını merak etmeden edemiyor. Çok çok beğendiğim bir hikaye oldu gerçekten. Ah bir de şu “bugün”leri bitişik yazsan… (Bastırılamamış editör kimliği)
Kalemine sağlık…
Genel olarak okunabilir bir hikaye ancak gereksiz kelime ve ek kullanımları oldukça fazla. Ayrıca zamirlerin kullanımı da gereğinden fazlaymış gibi geldi bana. Aşağıdaki örnekler ne demek istediğimi daha net kılacaktır:
Son ders bitimi yaklaştıkça 3/A sınıfın içinde bir kıpırdanmaya başlamıştı bile. (kıpırdanma başlamıştı.)
Bu yangın çözmeden bitmeyecekti bu sorunu. (Devrik cümle bazen sözcüğün yerinde kullanılmamasına bağlı anlatım bozukluklarına yol açabilir.)
Yerden kalktı ağır ağır, çantasını aldı az önce oturduğu banktan ve eve doğru yürümeye başladı, hayır, eve doğru koşmaya başladı.(Hikayeyi ilk gören sizsiniz, siz tam olarak ne yaptığını ilk seferde göremezseniz biz nasıl görebiliriz?)
Onunkinden başka iz yoktu boş sokaklarda. (Zamir kullanımı uygun değil)
Kısa bir süre nefesini tuttu. Ama öyle çok koşmuştu ki ciğerleri buna müsaade etmedi.(Tuttu mu tutmadı mı? Doğrusu: “Kısa bir süre nefesini tuttu. Ama öyle çok koşmuştu ki ciğerleri fazlasına müsaade etmedi.”)
“Baban ölmeden bir gün önce o kutuyu ve bu sandığı hazırladı ve bana şöyle dedi: ‘Oğlum bir gün gelip sana beni soracaktır. Ona ilk olarak bu kutuyu ver ve onu yalnız bırak. Eğer biraz sonra gelip verdiklerinin ona yetmediğini, başka bir şeyler daha istediğini söylerse o zaman işte bu sandığı verirsin!’ İşte bu senin aradıkların; şimdi git odana ve onunla kavuş” (Baba bu feraseti nereden edinmiş? Bunun açıklaması olmazsa ben oyunbozanlık yaptığınızı düşünürüm.)(“Onunla kavuş” olmaz, “ona kavuş” doğrusudur.
Tek tek baktı bütün her şeye; diplomalar, karneler, çalıştığı iş yerinden maaş bordroları ve hastalığı…(bütün her şey yerine her şey dense maksat hasıl olur, anlatım bozukluğu oluşmadan)
Canı dışarı çıkıp karla oynamak istedi ama onu da yapmadı. (Hikaye kaldığı yerden devam etse onu yapmadığını anlarız zaten.)
Biliyordu çünkü biraz sonra şu kapağı açtığında bütün sorular yanıtlanacaktı. Ama sorularla yaşamaya öyle alışmıştı ki bu onu daha çok üzecekti sanki. (Yine uygunsuz zamir kullanımı.)