Merhabalar, benim adım Alfred. Sizlere yaşamış olduğum gerçek bir hikâyeyi anlatacağım. Bu bir korku öyküsüdür, baştan söyleyeyim.
***
Henüz on beş yaşındaydım. Okulların tatile girmesinin ardından her yıl tekrarlanan ritüeli gerçekleştirmek için eşyalarımızı toparlayıp yola düşmüştük. Yazları teyzemlerin Alabama’daki çiftliklerine gider orda kalırdık. Montgomery’de olan çiftlik şehre uzak bir mesafedeydi. Benim için huzur ve güzel vakit demek bu tatil zamanlarıydı. Arabada annem, babam ve sekiz yaşındaki kız kardeşim vardı.
Sonunda çiftliğe vardığımızda saat öğleni geçmişti. Bizi teyzem ve kocası karşıladı. Bir de en iyi dostum olan oğulları Hank. Çok güzel bir karşılama masası hazırlamışlardı. Börekler, vanilyalı turtalar, karamelli poğaçalar ve meyveli kokteyller. Güzel bir şekilde sohbetler edilmekteydi.
Çiftlikte domuz ve sığır yetiştiriliyordu ve az da olsa mısır üretilmekteydi. Atlarda vardı, kısa gezilere çıkabilmek için.
Hank ve ben elimize birkaç turta alarak dışarıya çıktık. Adeta bir cennetti buralar. Ağaçların arasında yürürken, biri koşarak yanımıza geldi. Bu Stu’ydu. Onun ailesi de burada yaşıyordu ve çok iyi dostumuzdu. Üçümüzde yaşıttık. Hank yaşına göre kısa boyluydu ama gerçekten kısa. Stu ise uzundu hem de baya bir uzun. İkisinin arasındaki dengeyi sanırım ben sağlıyordum. Onun gelişiyle ekip şimdi tamamlanmış oldu.
Ortalıkta gezinirken teyzemin seslenmesiyle eve doğru gittik. Bize bir haberi vardı.
“Hank beni iyi dinle. Hayvanlarla ilgilenmekte güçlük çekiyoruz. Hemen şimdi yola düş ve çoban Paul’un evine doğru git. Ona hafta sonu çiftlikte olması gerektiğini söyle. Siz iki afacanda Hank’e yoldaşlık edin. Haydi yola çıkın ve hava kararmadan evde olun,” dedi teyzem.
Hank’e çoban Paul’un evinin nerede olduğunu sorduğumda yaklaşık iki mil ötede olduğunu söyledi. Hava güneşli olduğundan dolayı zevkle yola koyulduk.
***
Hedefimize doğru ilerlerken başkanın evini önüne geldik. Ona neden başkan diye hitap ettiklerini bilmiyorduk. Belki eskiden bir kurumda başkanlık yaptığı için kim bilir belki de okuldayken sınıf başkanı olduğu içindir. Fakat bildiğimiz bir şey varsa o da çok güzel bir kızı olduğuydu. Bizden iki yaş büyüktü. Evin bahçe kapısının önüne geldiğimizde resmen soluğumuz kesilmişti. Başkanın kızı olan Jessie arkası bize dönük olarak eğilmiş olup köpeğini seviyordu. Üzerinde ince bir etek vardı ve böyle eğilmiş durunca külotu bile gözüküyordu.
“Aman tanrım, hayatım boyunca böyle bir şey görmedim,” dedi ağzından salya akan tombul yanaklı kuzenim.
“Bir kıç nasıl bu kadar güzel olabilir?” diye sormuştu Stu. Belki de yeryüzündeki en felsefi soru buydu.
Bahçede radyo da vardı ve Hank Williams çalıyordu. O an şunu düşündüm. Şu hayatta tokatlamak istediğim iki şey vardı. Biri okuldaki resim öğretmenimin suratı diğeri ise Jessie’nin parlak kıçı. Fark ettiğim şey ise pantolonlarımızın önünün şiştiğiydi. Aletlerimiz bu güzel kıç karşısında ibadet edebilmek için uyanmıştı resmen. Eğer Jessie fark etmeseydi eminim üç gün boyunca bu manzarayı izleyebilirdik. “Bu sadece sıradan bir kıç değil dostlarım. Adeta tanrının yüzü gibi, kusursuz,” dedim heyecanımdan dolayı yüksek sesli şekilde.
Başkanın kızı ayağa kalktığında hafiften yere çömelmiş eğik bir açıyla ona baktığımızı gördü. Heyecanın yerini panik duygusu almıştı hepimizde. Bir an ne yapacağımızı şaşırdık. Şimdi Kenny Rogers çalıyordu radyoda. Derken başkanın kızı bir yandan küfür ederken bir yandan da yerdeki taşları alıp yağmur gibi yağdırmaya başladı üstümüze.
“Bugünlük bu kadar kıç hepimize yeter, kaçııın,” diye bizi harekete geçirdi Stu. Kaçarken arkaya dönüp başkanın kızına şöyle dedi “Yemedik ya kıçını.”
***
Yoldan gitmek yerine tarlalardan yürüyerek geçmeyi tercih ettik. Sohbetimizin konusu ise hala kıçtı. Karara vardık ki bu kıçın ancak bir sahibi olmalıydı. Bundan sonra sadece birimizin o kıça bakma şansı olacaktı. Şimdi ise bu kişinin hangimiz olması gerektiğini tartışıyorduk. Başkanın kızının bize ettiği küfürlerden sonra ona birazcık darılmıştık. Bizim için artık başkanın kızı diye bir şey yoktu. Başkanın sürtük kızı vardı. Yeni ismiyle daha havalıydı hem de.
“Başkanın sürtük kızı benim olmalı çünkü onu ilk önce ben gördüm,” dedi kuzenim Hank. Yüzünde Scorsese filmlerindeki kızgın adamlarınki gibi bir ifade vardı.
“Bir kıça onu ilk gördüğün için sahip olamazsın, bu kanunlara aykırı,” dedim dalga geçerek. Görünüşe bakılırsa Hank beni ciddiye almıştı.
“Hayır değil. Babam göğüslerine âşık olduğu için annemle evlenmiş. Bunu bana annem anlattı,” dedi Hank sırıtarak.
“Baban çevirip kendine soksun. Annenin de o kadar ufak göğüsleri var ki bir portakaldan bile küçüktür eminim,” diye cevabı yapıştırdı Stu. Nedenini bilmiyorduk ama küfür etmek hoşumuza gidiyordu ve hiç alınmıyorduk. “Başkanın sürtük kızına kimin sahip olması gerektiğini buldum. Hepimiz aletimizi çıkaracağız ve en büyük aleti olan kıçı kapar,” dedi Stu.
Hank direk itiraz etti. “Bu çok saçma bir şey. Hadi oradan.”
“Haha içimizde en ufak alete senin sahip olduğunu biliyordum ve şimdi bunu doğruladın. Bundan sonra senin adın Hank değil ufak sikli tombalak olmalı,” diye dalga geçti Stu. Hank dayanamayıp “Sana ufak siki göstereceğim, sonra da annene,” diyerek Stu’nun üstüne atladı ve kapışmaya başladılar. Onlar tarladaki toprağın üstünde yuvarlanırken ben ise kahkahalarımı tutamıyordum. “Hadi Hank ona kimin sikinin daha büyük olduğunu göster,” diye bağırdım. Bu onları daha da ateşlendirdi.
Birbirleriyle güreşirken Stu kıvrak bir hareketle Hank’in aletini tuttu ve “Yüce tanrım, gerçekten de küçücük bir sikin varmış,” dedi ve kaçmaya başladı. Hank ise peşinden koşturdu. Ben de koca gülümsememle onlara yetişmeye çalışıyordum. Aslında bu kovalamaca bizim için iyi olmuştu, hedefimize erkenden varabilecektik.
***
Sonunda çoban Paul’un evine varmıştık. Tepenin üzerinde yere eğimi en az olan noktadan aşağıya yuvarlandık. Çimenlerin arasında dikenlerin olabileceğini tahmin edememiştik ve bu bize pahalıya patladı. Evin yanına yaklaştığımızda “Çoban Paul,” diye seslendi Hank. Daha sonra kapıya yaklaşarak tıngırdattı. Geriye çekildiğinde hâlâ bir cevap alabilmiş değildik. “Çoban Paul, neredesin be adam,” diye bağırdı Hank.
“Eminim karısını düzüyordur şimdi,” dedi Stu çarpık bir gülümsemeyle. Ya da karısı onu düzüyordur diye düşündüm. Evin etrafını dolaşmaya başladık. O anda evin kapısı açıldı ve oraya doğru ilerledik. Çoban Paul orta yaşlı bir adamdı. Kendisinde ilk fark ettiğimiz telaşlı olmasıydı. Bir yandan da üstünü başını düzeltiyordu. Bir de baktık ki kapı arkasından karısı yarı çıplak bir şekilde koşturarak görünüp kayboldu.
“Size demiştim işte karısını düzüyormuş,” dedi Stu zafer kazanmış bir edayla. O anda hep birlikte öyle büyük bir kahkaha attık ki zavallı adam utancından ne diyeceğini bilemedi. Bu anın fon müziği kesinlikle Alan Jackson’ın Chattahoochee adlı parçası olmalıydı. Bu parça çalmıyor olsa bile ben çaldığını hayal ettim. Hayatım boyunca unutamayacağım şeyler vardı. Çoban Paul’un suratı da onlardan biriydi.
Hank annesinin kendisine dediklerini utanmış adama ilettikten sonra eve doğru dönmeye başladık. Hava kararmaya başlamıştı. Hızlanmamız lazımdı. Karanlık havalar üç çocuk için iyi değildi.
***
Çiftliğe dönüşte tarladan gitmek yerine tren yolunu seçmiştik. Bu bizi çiftliğin yakınlarına ulaştıracaktı. Hava tam anlamıyla kararmıştı ve biz de yorulmuştuk. Biraz dinlenmek için rayların üzerine oturduk.
“Sanırım ben işeyeceğim,” diyerek ayağa kalktı Hank. Hemen önümüzde bize arkasını dönerek rayların öte tarafına işemeye başladı. “Sizce bir kızın aletinin içine girdiğimde işersem ne olur?” diye her zamanki saçma sorularından birini daha sormuş oldu Hank.
Aramızda en zıpır Stu’ydu ve sözü o aldı. “Kasabada bir arkadaşım vardı. Adı Robert’ti. Güzel bir kız arkadaşı olduğunu söyledi. Birlikte olmayı düşünüyorlarmış. Bana dedi ki, istersen biz birbirimizi becerirken sen de bizi seyredebilirsin. Şaka yaptığını düşündüm ama ertesi gün beni çağırdı,” ben gülümsememek için kendimi zor tutarken, Hank ciddiyetle dinliyordu. Hank’in bu hikâyeye inandığını adım gibi biliyordum. “Evlerinin arkasında bir ağıl vardı ve hayvanlar dışarı çıkarılmıştı. Sonra kızı gördüm, gerçekten güzeldi. Birbirlerini becermeye başladılar. İlk defa böyle bir şey görüyordum. Hem heyecanlanmış hem de şok olmuştum,” işte şimdi Hank ağzı açık dinlemeye başlamıştı. “Sonra Robert kızı becerirken bana dedi ki, hey Stu sence kızın içindeyken işersem ne olur. Ben bir şey diyemedim. Bir de baktım ki Robert işemeye başladı,” dedi Stu.
“Ee sonra ne oldu?” dedi Hank.
“Bumm,” diyerek ödümüzü patlattı Stu. “Robert’in aleti havaya uçtu. Görmen lazımdı adamım paramparça olmuştu. Ben hemen kaçtım oradan.”
Hank ciddiyetle dinlerken bir taraftan da fazlasıyla korkmuştu. Gerçek sanmıştı bunları. Neyse ki Stu’yla birlikte kahkahayı bastık da Hank’in korkusu azaldı.
“Yalan söylediğini anlamıştım dostum,” dedi Hank paçayı kurtarmaya çalışarak, ama kurtaramadı. Bir süre birbirimize sataşmaya devam ettik.
Ve işte o an gelmişti.
***
Gülerek şakalaşırken rayların ötesinde bir şey gözümüze çarptı. Tam bilmiyorum ama yaklaşık yüz metre kadar ileride beyazlara bürünmüş bir varlık üzerimize doğru geliyordu. Rayların üzerinde hareket ediyordu. Gecenin karanlığında beyaz parlaklığıyla onu görmemek mümkün değildi. Korkudan titremeye başlamıştım. Ürkütücü varlık gitgide üzerimize geliyordu.
“Ölmek istemiyorum tanrım,” dedi Hank. O da korkudan yerine sinmişti. Stu ise kendinden geçmişti.
“Biliyor musunuz anlattığım hikâye uydurmaydı. Ne olur tanrım bir daha yalan söylemeyeceğim,” dedi Stu ağlamaklı bir sesle.
“Bir daha kimsenin kıçına izni olmadan bakmayacağım,” dedi Hank. Tam gülünecek bir sözdü. Yalnız, şimdi zamanı değildi.
Beyaz şekil artık çok yaklaşmıştı. Elini uzatıp etlerimizi parçalaması an meselesiydi. “Sarılın bana çocuklar. Sarılırsak belki bizi görmez,” dedim ürkek bir sesle. Şekil daha da yaklaştı. Artık ayak sesleri de geliyordu. Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım. Artık beyaz şekil önümüze kadar gelmişti. Başımızı yere eğip birbirimize sıkıca sarılıp usulca ağlamaya başladık.
Tık tak tak. Adımlarından çıkan ses ile havadaki dehşet kokusu iyi bir armoni oluşturmuştu. Tak tık tak. Haşmetliydi, sanırsınız ki kont drakula üzerinize doğru yürüyor. Acı çekmeyi kabullenebilirdim ama ölümü asla. Ölüm ki kaybedişti, tanrının gazabı, yaşamın arsız şakası, umutların tükendiği an. Babamın okuduğu bir düşünce kitabı vardı ve orada şöyle bir söz vardı, ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır. İnanır mısınız bir taraftan hak verdim yazarın kendisine bir taraftan da okkalı bir küfür savurdum. O esnada bir konuşma duyduk ve irkildik.
“Bu saatte burada ne halt ediyorsunuz veletler?”
Birden kafamızı kaldırdık. Bu bir ruh değildi, bir canavar da. Normal bir insandı. Ancak akıl almaz derecede beyazdı kıyafetleri. Kafasındaki şapka başkanın sürtük kızının kıçından bile parlaktı. Altüst olmuştuk. Aynı zamanda tanımıyorduk bu adamı.
“Siktir git buradan seni gulyabani kılıklı göt oğlanı,” diye küfretti Stu.
“Ben burada bu saatte ne aradığınızı merak ettim. Sizi eve bırakmamı ister misiniz?” dedi adam.
“Defol piç kurusu. Seni becermemek için zor tutuyoruz kendimizi,” dedi Hank sinirli bir şekilde. O kadar korkmuştuk ki bunun acısını adamdan çıkarmaya kalkıştık. Karşılık vermeyen adam rayların üzerinde yürüyerek uzaklaşmaya başladı. “Ne haliniz varsa görün adi serseriler,” dedi bize.
“Bok çuvalı,” diye bağırdı Stu adamın arkasından. Sonra bana dönüp “Sen neden küfretmiyorsun,” dedi. Ben de adamın arkasından “Bir daha seni görürsem annenin koca kıçını işkembe çorbasına batırırım,” dedim ve gülmeye başladık.
Böyle bir korkuya ilk defa şahit olmuştum. Başka hiçbir şeye benzemiyordu. Ne kitaplardaki korku hikâyeleri ne de izlediğim filmlerdeki korku sahneleri. Bu saf bir korkuydu ve eşi benzeri yoktu.
Yolun geri kalanında böyle bir vaka ile daha karşılaşmamak için hızlanmaya karar verdik. Koştuk yırtık pabuçlarımızla. Bu gün yaşamım boyunca unutamayacağım üç şey görmüştüm. Başkanın sürtük kızının kıçı, çoban Paul’un mahcup suratı ve beyazlı adamın parlaklığı. Neyse ki her şeye rağmen donum kuru kalmıştı.
***
Evet, öyküm bu kadar. Daha sonra kuzenimle bir araya geldiğimizde bu öyküyü birbirimize çok defa anlattık. Her seferinde de aynı korkuyu üzerimizde hissettik.
Siz okurken ne düşündünüz bilmiyorum ama ben ray sahnesinde hayatımdaki en korkulu anları yaşadım. Şunu öğrendim ki gerçek ve esrarengiz bir korku sizi en güçlü ve cesur zamanınızda yakaladığında dahi basilisk görmüş gibi donakalırsınız. Bu kaçınılmazdır. Henüz ölümle tanışmamış olsam da şu sonuca vardım. Korku ve ölüm özünde birdir. Bunlar bize geldiğinde tanrının ihtişamlı kulları yerine tanrının ucube kulları formuna bürünürüz. Çaresizizdir tıpkı silah zoruyla çalıştırılan bir fahişe gibi. Düzülmek için orada bulunuruz ve düzülürüz sonsuz defa, sonsuz cefayla. Adi bir adam işini bitirdiğinde, tohumlarını fahişenin bacakları arasına atar, zevkle. Fahişenin ise yapması gereken tek şey vardır. Yeni birilerinin daha kendisini düzebilmesi için temizlenmek.
***
Bir dahaki öykümde görüşmek üzere, hoşça kalın.