Dünya üzerinde birçok kişi bir benzeri olduğunu düşünür bazen. Çoğu zaman insanlar ikiz olarak yaratıldıklarına bile inanmışlardır ama hiçbir zaman o kişiyle karşılaşmazlar. Kendilerine gösterilen kişi hakkında ise “Sadece beni andırıyor.” diye düşünürler.
Birleşmiş Milletler genel sekreterinin yakın koruma görevlisi olan Simon için sıradan bir gündü aslında. Sekreterin Fransa başkanı ile toplantısı vardı. İşi gereği Dünya’nın her köşesini geziyor ve bu onun sıkıcı sayabileceği hayatının en renkli doğasıydı. Her ülkeyi, insanlarını ve doğal güzelliklerini kısa da olsa görme şansı oluyordu.
Asker olma kararını çok genç yaşta almıştı. Bir yetim ve öksüz olan Simon ebeveynlerini hiç tanımamış, Madrid devlet yetiştirme yurdunda büyümüş ve eğitimini orada tamamlamıştı. İspanyol özel kuvvetlerine katıldığında daha yirmi yaşına yeni basmış, sonrasında savaşma becerileri konusunda çok yetenekli olduğunu kanıtlayınca Amerika’da özel kuvvetlere katılmıştı. Orta Doğu operasyonlarındaki üstün başarısı onu bugünkü çok önemli sayılan yakın koruma pozisyonuna getirmişti. Oysa o bunun bir işkence olduğunu düşünüyordu zaman zaman.
Siyahî Genel Sekreter oturduğu arka koltuktan önde, şoförlük yapan Simon’a dikiz aynasından bakarak,
“Nasıl buldun burayı?” dedi işaret parmağıyla Eiffel Kulesini gösterip.
“Çok güzel bir şehir efendim.” diye cevap verdi geniş omuzlarının üstünde taşıdığı güneşte yanmış esmer, sert yapılı, biçimli yüzünü aynaya çevirerek. Klasik damla güneş gözlüklerinden aynaya baktığı belli olmuyordu. Pencereden gelen hafif esinti, yandan ayrılmış kısa koyu kumral saçlarını hafifçe yukarı kaldırmıştı.
Az sonra Paris’in merkezinde bulunan başkanlık sarayına gelmişlerdi. Aracın anahtarını kapıda onları karşılayan görevliye veren Simon sekretere eşlik ederek onu kapıdan geçirdi. Başkan onu karşılamış ve sekreteri içeri davet ederken her zaman ki gibi Simon dışarıda, kapıdaki diğer korumalarla kalmıştı. Görüşme uzun sürmüş ve onun canı sıkılmıştı ama görev icabı orada beklemesi gerekiyordu. Yanındaki diğer korumalardan biri onu anlamış gibi yavaşça kulağına doğru eğilip,
“İlginç bir şey görmek ister misin?” diye fısıldadı yarım İngilizcesiyle.
Soru soran gözlerle ona bakarken koruma, hemen arkasındaki güvenlik kameralarını izleyen ekranların olduğu odaya açarak ona kafasıyla takip etmesini işaret etti. Ne olacak ki diyerek arkasından içeri girdi. Kapıyı yavaşça kapayan diğeri, oradaki görevliye kendi dillerinde bir şey söyledi. O da hafifçe gülerek sağdaki kapalı ekranlardan birini açıp Paris’in arka sokaklarından birine bakan kameraya bağlandı ve önceden kayıt edilmiş olan görüntüleri göstermeye başladı.
Burası keşlerin, yankesicilerin ve kimsesizlerin durak yeri olan, 91. cadde dedikleri, polisin bile giremediği, pis ve çok tehlikeli bir yerdi. Ekranda iki zenci genç ot içiyor, arkada bir fahişe patronuyla kavga ediyor, aralarından elindeki büyük sustalıyı parmaklarından oynatarak geçen ufak boylu, zayıf, saçları yandan çizgi halinde kazınmış bir serseri onlara tip tip bakarak hızlıca yürüyordu.
Bu görüntülerde bir ilginçlik görmemiş hatta canı daha fazla sıkılmıştı ki yanında ki koruma bekle diyerek onu uyardı. Ekrana tekrar bakınca, iki kişi daha fahişenin konuştuğu beyaz kovboy şapkalı ve kürklü siyah deri ceketi olana yanaşarak ona çarptılar. Kendisini soymaya çalıştığını anladığı tiplere belindeki Desert Eagle marka silahını çıkaran kadın satıcısı onlara bağırıp bir şey söyledi. Durup ona bakan tipler biz bir şey almadık dercesine kollarını iki yana açmışlardı. O sırada yerde bir hareket oldu ve gölgelerden çıkarcasına kürklü adamın arkasına doğru yerden kalkan evsiz, elindeki sivri uzun demir çubuğu arkasından aniden soktu. Göğüs kafesinden çıkan kanlı çubuk işini hemen bitirmişti adamın.
Fahişe çığlığı basarak kaçmaya başlamış ancak köşe başında aralarından geçen kafası çizik kesici tarafından durdurulmuştu. Duvara dayanan keşler hiçbir şey olmamış gibi kafaları uçmuş halde ot içmeye devam ediyorlardı. Öldürdüğü adamın içinden çıkardığı çubuğu eline alan adam hemen kafasının üstündeki kameraya bakarak kanlı demiri yaladı ve pis bir sırıtışla onu kameraya sapladı. Görüntü gitmiş görevli onlara bakarak bir şey söylemişti.
Dışarı çıkan korumalar, beklemeye kaldıkları yerden devam ettiler. Simon ise “Ben de canı sıkılan bir ben varım diyordum.” dedi içinden gülümseyerek.
Görevi bitmiş ve kaldıkları süitte odasında uzanıyor ve düşünüyordu. Ekranda gördüğü görüntüler ona pek ilginç gelmemişti aslında ama onun için çok daha ilginç bir şey yok muydu? Aklına geliyor ama olamaz diyordu içinden. Sıkıntıdan uydurma şeyler gördüğünü düşünmeye başlamıştı herhalde. Fakat içindeki ses onu rahatsız etmeye devam ediyordu ve bir türlü susturamıyordu onu.
“Gördün değil mi? Çok benziyor sana. Aslında ikizin kadar benziyor. İyice baktın gözlerine değil mi? Tıpkı sen. Aslında o sensin. Sen de o. Sen de diğerleri gibi çift yaratıldın. İşte bu da senin diğer yüzün. Diğer sen. O da sensin.”
“Yeter! Git kafamdan! Beni andırıyor hepsi bu!”
“Sen kendini kandırmaya devam et. Senin ikizin o. Onu görmelisin. Ne olduğunu çözmelisin. Belki, kim bilir belki anne ve babanın kim olduğunu bile söyleyebilir. Git! Bul onu!”
Ertesi gün genel sekreterle Brüksel’e dönen Simon bir hafta izin aldı ve ilk uçakla Paris’e geri döndü. Kafasındaki ses hiç susmuyor, sürekli sorular soruyor ve onu uyarıyordu. Artık daha fazla karşı koymayacak ve onu bulacaktı. İlk olarak başkanlık sarayında onunla görüşen korumayı buldu ve ondan görüntülerin nerede çekildiğini öğrendikten sonra 91. Caddeye doğru yola çıktı.
Caddenin yüz metre gerisinde onu bırakan kıvırcık saçlı Hintli taksi şoförü, “Ancak buraya kadar gelebilirim. Geri kalan yolu yürüyeceksiniz.” dedi endişeli ses tonuyla.
Aradığı kişiyi sokak arasındaki dar sokakta bulabileceğini biliyordu. Üzerindeki mavi kot pantolonunun paçalarında sakladığı küçük bıçağı ve parmak tabancası ve beline sakladığı 45’lik dolu ve ateşlenmeye hazırdı. Üzerindeki kahve kumaş ceketi belindekini saklamaya yetmişti. Sokak köşesinde pazarlık yapan keşler onun yabancı olduğunu anlayıp sinirli tavırlarla bakıyorlardı. Aralarından bir tanesi Fransızca bir şey söyleyip cebindeki küçük çakıyı ona doğru uzatarak yaklaşmaya başladığında, o çoktan belindeki silahı çıkarmış namlunun ucuyla geriye gitmesi için elini sallamıştı satıcıya. Gerileyen satıcı arkasını dönerken telefonunu çıkararak arama yapmaya başlamıştı. Çok zamanı yoktu. Onların yanından geçerek sağda kameranın takılı olduğu dar sokağa doğru yavaşça ilerledi. Yerde olan evsizler ellerinde şarap şişeleri ile gündüz vakti soğuk kaldırım taşlarının üstünde keyif yapıyorlardı.
Hepsini bir bir inceleyen Simon onun burada olmadığını anlamıştı. Hemen sonra arkasında beliren kamerada gördüğü kafası çizik genç elindeki silahı doğrultarak ona doğru yaklaştı. O da silahını ona çevirmiş ve göz göze gelmişlerdi şimdi. Koruma ona,
“Birini arıyorum. Sadece konuşacağım. Bela istemiyorum.” Dedi sakince.
“Kimmiş bu aradığın ve sen kimsin adamım?” dedi çizikli zar zor konuştuğu İngilizcesiyle.
“Patronunu arıyorum!” derken onun gözlerinin hafifçe kaydığını fark etmişti. Yavaşça eğildi ve elini paçasına götürüp diğer silahını kapar kapmaz sağ arka tarafında beliren adama doğrulttu ve,
“Olduğun yerde kal. Yaşamaya devam et.” dedi. Sesinden çok soğukkanlı olduğu belli oluyordu. Gölgenin içinden yavaşça çıkan adamın elleri boştu.
“Sakin olun bayım. Size zarar vermek niyetinde değilim. Sadece neden beni aradığınızı merak etmiştim ama şimdi anladım.” dedi ona dikkatle bakarak. Karşısında onun ikizi duruyordu ve o buna hiç şaşırmamış gibiydi. Birden kafası titremeye başladı. Sanki istemsizce yapıyordu bunu. Gözbebekleri koyulaştı ve hızla titreyen kafası aniden durdu. Tekrar Simon’a bakıyordu şimdi.
Hayatında böyle garip bir durumla hiç karşılaşmamıştı. Karşısında çok garip biri vardı ve kafasının titrediği o an sanki başka bir yerde gibiydi ikizi. Simon bir şeyin onunla bağlantıya geçtiğine yemin edebilirdi.
“Gitmem gerekiyor. Sayende huzura kavuşup bu gereksiz çileden kurtuluyorum. Senin de gitme vaktin geldi. Diğer hayatta belki görüşürüz.” Dedi gülümseyerek ve tekrar gölgenin olduğu bölüme doğru geri çekildi. Aynı anda sanki bir kabukmuş gibi üzerindeki kıyafetler ve vücut derisi yere doğru aktı. Masmavi bir ışın demeti kısa bir süre belirdikten sonra yok oldu. Yerde kalan deri kısım ise gri bir toza dönüşmüştü. O sırada ağzı bir karış açık olan Simon ona doğru yaklaşan sıska yankesiciyi son anda fark ederek kafasına silahın kabzasıyla vurmaya çalıştığını anlayıp koluyla onu engelledi. Diğer eliyle kafasını tutup kendisine sertçe çekerek bir kafa atan koruma burnunun kırılma sesini hissetmişti. Yüzünden kanlar boşalan genç yere boş bir çuval gibi yığıldı. Keşler olanları görmüş ama geride durmayı tercih etmişlerdi.
Simon’ın ise kafası hala o olaydaydı. Nasıl oluyordu bu? O kim veya neydi? Kafasında ki soru işaretlerini çözmeye gelmişti aslında ama şimdi çok daha soru oluşmuştu beyninde. Araştırmaya karar verdi ve nereye bakacağını iyi biliyordu.
Simon’ın başından geçen olaydan üç gün sonrasıydı. Tüm Dünya Hükümet liderleri aynı anda toplantıya çağırılmış çoğu zamanlamayı ve müsait olmadıklarını bildirince tuhaf olaylar başlamıştı. Tüm randevuları bir şekilde iptal oluyor ve görüşmeye gidecekleri kişiler kaza geçiriyor ya da o kurumlarda çeşitli patlamalar oluyordu. Tüm bu olanlar eş zamanlı olarak tüm başkanların başına gelmişti. Onlara gelen her mesaj, her çağrı ve her randevu tek adresi gösteriyordu. Birileri onları bir araya getirmeye çalışıyordu. Bunun için ise en güçlü devletin başkanı kullanılıyordu.
Zaman gelmiş Dünya Liderleri eş zamanlı olarak Hükümet Sarayı’nı toplantı salonunda toplanmışlardı. Dışarıda ise her hükümetten gelen bir güvenlik ekibi onlara eşlik eden Hükümet Sarayı korumaları vardı. Bir kilometre çapında etrafta gezen her insan gizli servis ajanıydı aslında.
Toplantı başlamış geniş dairesel salon masasının yanında hepsi yan yana oturmuş, her biri önünde üzerinde ülkelerinin ismi bulunan siyah dosyaya göz atmaya başlamışlardı.
Çin devlet başkanı her zamanki gibi dosyalara bakmadan önce başkana direkt soru yöneltti.
“Sayın başkan niye buraya çağırıldığımızı ve konunun neden bu kadar önemli olduğunu açıklar mısınız?” dedi sabırsızca.
“Sabredin lütfen! Sabır erdemdir. Her şeyi açıklayacağım kısa zamanda.”
Dosyalara bakanlar gözleri şaşkınlıktan kocaman olmuş anlamsız gözlerle, kendileriyle dolu resimlerine bakıyorlardı ancak resimler başkasının hayatı ile ilgiliydi. Dosyanın en sonunda ise Dünya nüfusu ve her ülke nüfusuyla ilgili on yıl geçmişe dayanan bir veri dosyası bulunuyordu. Herkesten önce okumayı bitirip, Amerikan başkanına dönen Türk lider,
“Burada bizlere tıpatıp benzeyen kişilerin hayatlarını görüyoruz. Nüfus durumu ise her ülkede son on yılda tam tamına iki katına çıkmış durumda. Ne eksik ne fazla! Bu ne anlama geliyor? Her ülkede aynı insandan iki adet mi var? Çünkü bildiğim kadarıyla bir ikizim yok. Hiçbirimizin yoktur sanırım. Ayrıca bu veriler tam olarak doğru mu? Eğer doğru ise doğal olan doğumlarla artan nüfus fazlası nerede?” dedi soran gözlerle diğer devlet başkanlarına bakıp.
Salonda bulunanlar dosyalarını okuyup kapattılar. Başkan onlara bakıp, “Şimdi size bir hikâye anlatacağım ve eminim burada bulunan hiç kimse bu hikâyeye inanmayacak. O yüzden hikâyenin sonunda size bir de kanıt sunacağım. Bu kanıtla beraber sizden bir karar vermeniz istenecek. Dünya’nın kaderini belirleyecek bir karar!” dedi.
Geniş yuvarlak masanın hemen karşısında dev bir ekran vardı. Başkan anlatmaya başladığında sadece elini kaldırarak ekranın açılmasını sağlamıştı. Birçoğunun gözünden kaçmamıştı bu ancak hiçbiri hikâyeyi kaçırmak istemedikleri için dikkatle dinlemeye başladılar.
“Bu gördüğünüz beyler ve bayanlar, üç yüz milyon yıl önce Dünya’nın hali. O dönemde bu topraklarda sadece vahşi hayvanlar vardı.”
Bu arada ekranda resimler değişiyor, dinozorlar, dev mamutlar, yırtıcı kuşlar gösteriliyordu.
“Bu da yeryüzünde şimdiye kadar yaşamış en uzun evrimi yaşayan canlı.”
Ekranda bir kaplumbağa vardı.
Lafa giren Rusya Başkanı, “Hayvan demek istediniz herhalde!” dedi. Ona sertçe bakan başkan, “Siz insanoğluna göre hayvan!” dedi sertçe.
Bu tepkiyi ve yorumu salonda bulunan hiçbiri beklememişti. Neler döndüğünü anlamaya çalışıyorlardı. “Siz, insanoğlu” diye hitap etmişti onlara başkan. O zaman o kim veya neydi?
“Lütfen lafımı kesmeden dikkatle dinleyin!” dedi kendinden beklenmeyecek şekilde gür bir sesle ve resimleri teker teker gösterip anlatmaya devam etti.
“Sizin deyiminizle Samanyolu Galaksisi’nde Dünya şurada bulunuyor. Fazla değil sadece beş ışık yılı üstünüzde, Proxima’nın hemen sol üst tarafında bulunan diğer bir güneş sisteminde bulunan Chelon gezegeninde çok daha farklı yaşam koşulları oluşmuş durumdaydı bir zamanlar. Her yeri yumuşak sıvı dokuyla kaplanmıştı ve atmosfer çok daha az oksijen üretiyordu. Bu koşullar sizin türünüze göre değildi ama yine de yaşabiliyordunuz. Tek farkla; gelişim için gerekli oksijeni almayan beyinleriniz sizi gelişmekten alıkoyuyordu.
Oysa aynı koşullarda olan kaplumbağalar, zamanla çok ileri düzeyde bir topluluk olmuştu. Bu durumda bile size gerekli yaşam koşulları sağlayıp gelişmenize müsaade edilmişti ta ki yeterince güçlenip bizimle savaşana kadar. O zaman bu kadar gelişmiş olabileceğinizi düşünmemiştik ancak yine de geride kalan insan topluluğunu yok olmaktan kurtarmak için sizi buraya Mezopotamya topraklarına bıraktık.
Aynı zamanda milyonlarca yıl önce bu topraklara gelip, gelişim bakımından gerileyen atalarımızı ziyaret ettik. Geride kalanlar için insanların sözünü aldık. Atalarımız burada her zaman güvenle yaşayacaktı böylece eğer başımıza bir şey gelirse yeniden başlayacaktık. Bizim teknolojimiz ve onların tohumlarıyla yeniden doğacaktık. Ancak bize verilen sözler tutulmadı. Kaplumbağa ırkı neredeyse yok olmak üzere. Sırf sizin kendinizi geliştirmek adına bu gezegenin ekolojik dengesini bozmanız yüzünden hem de!”
Diğer ülke başkanları onu ciddiyetle dinliyor, bir yandan da onun kafayı yediğine inanmaya başlıyorlardı ancak hepsi sonuna kadar dinleyecek kadar sabırlıydı.
“Şimdi ise gezegenimiz yok olmak üzere. Güneş patlaması yaşadık ve o kendi kendini onarıncaya kadar başka bir gezegende yaşamamız gerekiyor. On yıl önceydi buraya gelişimiz. O zamandan bu zamana insan ırkını takip etmemiz kolaylaştı. Önceleri yaşayan her insanı kopyalayarak sahte bir yaşamla başka bir yerde gerçek kimliklerimizi sakladık. Şimdi ise doğan her insan çocukla beraber aynı şekilde kaplanmış vücudu olan yeni bir birey oluşturabiliyoruz. Birçoğunuzu yok etmemiz gerekti başta çünkü üremenizin sınırı yok ve boyutunuz bu gezegenin taşıyamayacağı kadar büyük tabii bu hızda çoğalmaya devam ederseniz.
Gelelim bu güne. Ekranda Dünya gezegeninin etrafını ve uyduları görüyorsunuz sadece ama bu sadece sizin Hidrojen yoğunluğundaki algı genişliğinizden kaynaklanıyor. Göremediğiniz şey ise sadece bizim gezegenimizde olan ve algınızın göremeyeceği kadar farklı bir frekansta işlem yapılan Turtinityum molekülü. Şimdi ekrana dikkatle bakın!”
Kafasını Simon’un ikizi olan yabancının yaptığı gibi hızla titretti ve birden durdu. Ekran’da Dünya’nın etrafını tamamen saran devasa açık mavi, neredeyse saydam gibi görünen gemiler sarmış, Dünya, gemilerden görünmez olmuştu birden. Masanın üzerindeki iki adet kırmızı telefon şiddetle çalmaya başlamış, gökyüzü kararmış ve aşağıda insanlar koşuşturmaya başlamıştı.
Başkanlar endişe ve korkuyla kapalı olan cep telefonlarına sarılmışlar ama hatları çalışmadığını görünce şok olmuş vaziyette başkana bakmışlardı.
Başkan ise bir anda tüm kıyafetleri ve vücut derisini üzerinden sıyırarak mavi saydam ışın haline gelmişti. Odadakiler şimdi ona dehşetle irkilmiş halde bakıyorlardı. Kapıya doğru kaçmaya çalışan bile olmuştu ancak kapıdaki korumalar gözleri mavi bir ışık saçar halde onların önüne geçmişti.
Elleri önde bağlı, ayakları yere sarkmış, havada olan kaplumbağa kafasıyla onları süzdü. Daha sonra kafasını öne eğerek,
“Herkes sakin olsun. Amacımız işgal değil. O yüzden hepinizi buraya aynı anda çağırmak için bu kadar uğraştık. Bu gezegen sizin yaşamanızı karşılayamayacak hale gelecek bir süre sonra. O zaman yapabileceğiniz bir şey kalmayacak. Neslinizin sonu yıkımla olacak. Oysa sizden yaklaşık yedi ışık yılı olan Tranto gökadaları bölümünde, güneş sistemi sizinkiyle neredeyse aynı, yaşam koşulları tıpkı burası gibi olan ve yüzölçümü Dünya’nın neredeyse iki katı büyüklüğünde bir gezegen var. Yukarıda gördüğünüz gemiler burayı işgale değil buradaki milyarlarca canlıyı bu gezegenden taşımak için geldi. Sizden istediğimiz bu kararımıza saygı göstermeniz. Kimseyi zorla götüremeyiz o yüzden size bir teklifimiz var. Burada en değerli madeniniz olan altını size sağlayacağız. Her ülke başına bin megatondan bahsediyorum.”
Durdu ve üstüne bastırarak, “Beyler ve Bayanlar! Dünya gezegenini sizden satın almak istiyoruz!” dedi.
“Biz gezegen satmayız! Bizde satılık gezegen yok! Defolun buradan! Sizi gidi aşağılık kozmo kaplumbağalar.”
“Simon!, Simon! Ne sayıklıyorsun öyle! Uyan hadi bu kadar çok içilir mi! Off! Dağıtmışsın burayı!”
“Ha! Ne! Kaplumbağalar iş… işgal e..diyorlar. Ne? Neredeyim?”
“Haha! Ne kaplumbağası, ne işgali? Sen ne içtin akşam öyle? Belgesel izlerken uyuyup kalmışsın! Ben kapattım televizyonu.”
“Ahh! Başım nasıl ağrıyor? Uçak yolculuğu da çarptı herhalde. Paris’teki garip olay aklımdan çıkmadı bir türlü. Üstüne bu belgesel bir de haber izleyince tam olmuşum. Ne rüyaydı ama. Gerçek gibiydi ama çok ta komikti gerçekten. Kaplumbağalar Dünya’yı bizden satın almaya geliyor. Hah! Ne hayal gücüm varmış benim de!” dedi Simon kendine gelirken.
Akşam yorgun olduğu için daha uzakta olan kendi evine gitmeye üşenmiş ve kız kardeşim dediği, yetimhanede beraber büyüdükleri Doroty’nin yanına gelmişti.
“Neyse! Dur ben sana bir kahve yapayım da kendine gel!” dedi Doroty mutfağa doğru giderken. Birşeyler daha mırıldanmıştı Simon’ın duymadığını düşünerek ama ağzından çıkan fısıltı halindeki son cümleleri duymuştu Simon.
“Sana göstereceğiz kozmo kaplumbağa devrimi nasıl olurmuş!” diyordu hafif mavi ışık saçan gözleriyle ona son bir bakış atan Doroty.
Elinize sağlık, keyif aldım. Son kısımları oldukça hoşuma gitti.
Çok teşekkürler 🙂
Farklı ve güzel bir çalışma olmuş. Elinize sağlık.
Çok sağolun 🙂
elinize sağlık 🙂
Teşekkürler 🙂
eline sağlık Ceyhun güzel bir çalışma.
Çok sağol 🙂
Çok güzel bir çalışma olmuş. Özellikle en sonda tam ters köşeye yatırmanız hoşuma gitti. Genelde sevdiğim bir şey değildir ama bu öyküde güzel durmuş.
Teşekkürler yorumunuz için 🙂