Boş kovanların yağmur damlası gibi düştüğü, bastıkları toprağın kanla karışmaktan tuhaf bir renk aldığı bir savaştan çıkmıştı Arif… Tarihin tozlu sayfalarına kim bilir kimin kaleminden, hangi üslupla anlatılacaktı bu savaş. Arif’in olduğu taraf mı haklıydı, yoksa karşıdakiler mi? Belki de bunu asırlar boyunca, pek çok insan tartışacak ve mutabakata asla varılamayacaktı.
Güneşli bir gündü, Arif’in bindiği otobüs tozlu yollardan, alçak toprak evlerin arasından geçiyordu. Köylüler keçilerini otlatıyor, uzaklarda hayal meyal görünen tarlalarda, öküzler saban çekiyordu. Savaş buralara uğramamıştı, şelaleler kırmızı renkte akmıyordu, derelerde cesetler yüzmüyordu. Arif başını otobüsün camına yasladı, eve gitmek onun için hiç bu kadar huzur verici olmamıştı.
Doğup büyüdüğü kasabaya vardı Arif. Savaşmak zorunda kalmasaydı, belki de buradan başka hiçbir yeri tanımayacak, görmeyecekti. Küçük bir sahil kasabasıydı burası, küçük bir bakkalı, belki uğrayan olur diye açılmış derme çatma bir oteli ve kasaba sakinlerinin akşamları oturup günün teatisini yaptıkları meyhanesi dışında bir şeyi yoktu. Herkes birbirini tanır ve severdi; o yüzden Arif’i karşılamaya bütün kasaba gelmişti.
Arif otobüsten inince bir alkış koptu, anası, babası herkes oradaydı. Büyüklerin elini öpüyor, küçüklere sarılıyordu, kimseye bir hediye getiremediğinden dem vuruyordu. Bu mutluluk tablosu yaşanadursun, uzaklarda bir adam, bastonuna dayanmış bir şekilde olanları izliyordu. Arif’in bu adamı fark etmesi biraz zaman almıştı. “Kim bu adam yahu?” deyince kimseden cevap alamadı. Zor zamanlar geçirmişti, bu adamın kim olduğunu sorgulamaya devam etmek önemsiz göründü.
En büyük sevinci ise nişanlısı Zeynep ile karşılaşınca yaşamıştı. Zeynep, beyaz tenli, ela gözlü bir kızdı. Saçları kıvırcıktı ve hep papatya kokardı. Arif’in esmer teni ve koyu kahverengi gözleriyle tamamen zıttı, belki de bu yüzden âşıktı ona. O gün o kadar aydınlık bir gündü ki, sanki Zeynep gökten inmişti; Arif ona bakmaya doyamıyordu.
Akşamleyin meyhanede büyük bir şölen düzenlenmişti. Kasabanın ileri gelenlerinden Murat Efendi ikide bir “Arif evladımızı ölümün koynundan geri aldık,” diyordu. Herkes hemfikir bir biçimde başını sallıyor, Arif’e yakın olanlar onun sırtını sıvazlıyordu. Arif bir ara ayağa kalktı ve “Yeniden sizinle olmak benim için bir mükâfat; cephede anladım ki insanın en büyük mükâfatı yaşadığı hayattır!” dedi. Kasaba halkından bir alkış daha koptu. O sırada kambur adam meyhanenin penceresinden içeri bakıyordu. Arif, Zeynep’in koluna dokundu ve “Kim bu adam, devamlı bizi seyrediyor?” diye sordu.
Zeynep gözlerini kaçırdı, cevap vermedi ve yemeğinden bir parça alıp yavaşça çiğnedi. Arif’in bu sefer merakı bastırılacak gibi değildi. Yerinden usulca kalktı ve meyhanenin çıkışına doğru yöneldi. Kambur adam ortalarda yoktu, Zeynep ise arkasından gelmişti, “Gitme o adamın peşinden,” dedi. Arif ona döndü ve “Neden? Sana kötü bir şey mi yaptı?” diye sordu. Askerde, geride bırakılanların başına gelenlerle ilgili pek çok hikâye dinlemişti. “Yaptıysa hesabını sormasını bilirim,” diye ekledi öfkeyle.
“Hayır,” dedi Zeynep ve sustu, bu sessizlik Arif’i daha da işkillendirmişti. Arif, annesinin de meyhaneden çıktığını gördü, annesi “Gel oğlum yemeğimizi yiyelim, zor kavuştuk zaten, ne edeceksin sen bu adamla akşam vakit!” dedi. Arif iç geçirdi, bir şeylerin döndüğü belliydi, arkasına dönüp baktığında kambur adamın uzaklardaki bir patikaya, elinde bir idare lambasıyla tırmandığını gördü. Ağır ağır yürüyor ve çocukluğundan beri çıktığı o tepede daha önce hiç görmediği bir kulübeye doğru yaklaşıyordu.
Kimdi bu adam? Çocukken gün batımını seyrettiği o tepeye kulübe dikmişti bir de! Kambur ve yaşlı olması, kasabadakilere bir kötülük yapamayacağını düşündürtse de, Arif bu adamın yanına gidecek ve kim olduğunu bizzat kendisinden öğrenecekti.
“Zeynep, anne, içeri girin… O adama bir kötülük edecek değilim, onun da bana edecek mecali var gibi görünmüyor zaten,” dedi.
Arif kulübeye varmak için zorlu bir patikayı geçmek zorunda kalmıştı. Kulübenin kapısını çaldı ve kambur adamın açmasını bekledi. Adam kapıyı açtığında, karşısında Arif’i gördüğüne hiç şaşırmamıştı. “Buyur, geç,” dedi.
Arif adamın bu karşılamasına şaşırmıştı, ama yine de sorgulaması gereken şeylerin peşinde kalacaktı. “Sen kimsin? Buraya ne zaman geldin?” diye sordu. Adam Arif’e uzun uzun baktı, “Ben bir yolcuyum sadece, buraya geleli de çok olmadı. Hayat yolu akıp giderken beni de buraya savurdu işte…” diye cevap verdi.
Adama dikkatlice bakan Arif, onun da neredeyse siyaha çalacak kadar koyu kahverengi gözlerinin olduğunu fark etti. Arif adama bir soru daha sordu: “Neden yanına gelmemi kimse istemedi? Neden kimseyle konuşmuyorsun?”
“Çünkü ben insanların yüzleşmek istemediği bir gerçeği biliyorum, onların elinden servetlerini alacağımı düşünürler hep.”
Adamın cevabı Arif’i meraklandırmıştı, ne demek istediğini tam olarak kavrayamıyordu. “Neden böyle düşünüyorlar ki? Sen hırsız mısın, sabıkan mı var?” diye soruverdi. Adam bilgece bir gülümsemeyle Arif’e baktı ve “Sen haklıydın Arif,” dedi “hiç şüphe yok ki insanın en kıymetli hazinesi hayatıdır…”
Arif artık neler olduğunu anlamıştı, “Yaşlı ve kambur bir adam olarak herkesin hanesine giriyor ve onları bu hazinelerinden ayırıyorsun, öyle mi?” dedi.
“Hayır,” diye yanıtladı adam “ben yalnızca vakit gelince orada olur ve o insan nasıl isterse öyle görünürüm…”
Yaşlı adam kırışıklarla dolu elini Arif’e uzattı, Arif bu eli sanki dünyada yapması gereken en öncelikli iş buymuş gibi tuttu. Bir beyazlık her tarafı sardı, yaşlı adam yavaş yavaş kaybolurken Arif yükselmek mi yoksa alçalmak mı olduğunu tam kestiremediği bir hareketin içindeydi.
* * *
Cerrah Nazım Bey, uçlarından tuttuğu beyaz örtüyle, yatakta yatmakta olan askerin üzerini örttü. “Bir kayıp daha verdik…” dedi kendi kendine. Hemşireye seslendi ve hemşirenin geldiğini görünce, “Kızım, şu mektubu postaneye götür. Memura söyle, kasabayı detaylıca bildirip Zeynep adlı şahsa hitaben vilayete telgraf çeksinler, Arif adlı erin şehadete erdiğini haber etsinler…” Hemşire odadan çıkarken, Cerrah Nazım Bey pencereyi açtı ve sardığı sigarayı tüttürmeye başladı; aklında ise Arif’in Zeynep’e yazdığı şu satırlar vardı:
“Müstakbel zevcem, sanırım bu harbi sağ atlatıp sana varamayacağım. Burada geçirdiğim her gün sanki bir seneymiş gibi geliyor; kendimi yaşlanmış ve kamburu çıkmış, derbeder bir berduş gibi hissediyorum…”
Yalın ve güzel.
Kaleminize sağlık.
İçim acidi.
Ne kadar duru .gereksiz uzatmalar okuyani hikayeden koparan ayrintilar yok.
Bir solukta okudum.