Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.
Ahzab 72
Ardına kadar umimileşmiş bu binaların arasında gideceği yeri bilmeyen Alice gibiydim, tavşanım yok. Onun yerine karın tek tük dokunuşları karşılıyor beni, rüzgarlarıyla nereye gideceğime dair rehberlik ediyor. Çiçeklerle kaplı bir patikadan geçmem gerektiği halde ironiktir, Papatya sokağının köşesinden dönüyorum.
* * *
Sırtım ağrıyor; üzerindeki her bir tüyü, gözeneği ve kırışıklığı hissedebiliyorum. Giydiğim giysilerin her dokunuşunda ışığa yakalanmış bir tavşan gibi donuyorum, tek fark şaşırmış değilim, bu acıya alışmak kolay ama dayanmak; imkansız. Azıcık bir sürtünmede sanki güneşten yanmış cildimi biri zımparalıyormuş gibi geliyor. Neden olduğunu bilmiyorum, sanki sırtımın içinde bir şey gitgide büyüyor. Bu acıyla, ne üstümü giyip dışarı çıkabilirim ne de gitgide kendisinden tiksindiğim şu lanet rüzgarlara karşı yürüyebilirim. Dört tarafı gittikçe kararan duvarlarıyla, ( siyah ve ıslak izler bunlar ) pencereleri her zaman buğulu bu odanın içindeyim. Perdeleri hareketsiz, gökyüzü ve bulutlar anlayamadığım biçimde donuk ve mat. Gitgide solan bir çiçeği anımsıyorum baktıkça ama dokunmak veya koklamak mümkün değil. Gözlerim korkuyla dışarısıyla aramda mekik dokuyor, ayaklarım olduğu yerde kenetlenmiş halde öylece bakıyorum. Zaman geçtikçe ne olduğunu anlamadığım sesler kıvrılarak giriyor odama, dışarıdan geldiğini tahmin ediyorum ama hareketsiz bir manzaranın içeriye taşıyacağı ne olabilir ki? Aksiyonsuz, yavan ve bir tablo donukluğuyla aynı yönde eğilmiş ağaçlar, sürüklenen, ancak gittiği bir yer olmayan, olsa bile sürüklendiği yerin mutlak manada bir amacı olmadığını düşündüğüm çerçöp, şehrin ve şehrin izin verdiği ölçüde bulutların gölgesi düşmüş sokakların arasında bu çöplerin doluları için çabalayan insanlar. Evet bu cam, bir tuval olsaydı eğer yadırgamayacak, aksine her şey bana daha gerçekçi gözükecekti ve seslerin bu gerçekliği kucaklamış tablodan geldiğine inanabilecektim. Şimdiyse bunun cam olduğu bilinci gerçekliğin sönüklüğüyle gelen sesi reddetmeme neden oluyor. Seyrederken bile ürperiyorum, sırtım bu yeteri kadar mobilyayla süslenmiş odanın içinde daha güvende ama ben, hayatımı geçirdiğim burada git gide sönüyormuş gibi hissediyorum.
Bütçemin yettiği kadar (bütçem bu hastalığa yakalanmadan önce oldukça fazlaydı) doktora gittim. Ne kadar dolaştığımı tahmin edemezsiniz. Bu ağrıyla insan kat ettiği yolları daha fazla görüyor olsa bile normal bir insanın da fazla göreceği kilometreler gittim. Kimse bu ne idüğü belirsiz ağrının sebebini çözemiyordu. Sonra ağrı dayanılmaz şekilde arttığında, dışarı çıkmamaya karar verdim. Odanın içinden çıkmayacak ve sürtünmeyi en aza indirecektim. Bu sefer kapıya gelen doktorlardan medet umuyordum ama hiçbiri yardımcı olamadı, aksine her geldiklerinde dokundukları sırtım daha da hassaslaşıyor, dışarı çıkmaya hazır bir çocuk gibi acı seansları yaşatıyordu. En son bunun psikolojik olabileceğini söyleyen doktorumun önerisi üzerine bir psikolog çağırdım. Ona göre her şey kafamın içinde olup bitiyordu ama bana göre bu acı gayet gerçekti. Bunu kanıtlamayı öyle çok isterdim ki…
Herhangi bir çözüm bulamayan psikologlardan sonra, psikiyatrın verdiği ilaçlarda bir çözüm olmadı. İyileştireceğine duyularımı kuvvetlendiriyor, ağrıyı daha şiddetli ve bayılacak düzeyde yoğun hissetmeme neden oluyordu.
* * *
Yere iyice yapışmış orman desenli halı; kenarları aşınmış, yüzeyi aynı adımları atan birinin ayak izleriyle öyle çok çökmüş ki aralarından kararmış zemin görülüyor. Halının yarım metre ötesinde, camın önüne gelen yerde zeminin üzeri kalan yerlere göre daha az toz tutmuş. Yatak dağınık vaziyette duruyor. Çarşaflar birbirlerine karışmış ve bazıları yere düşmüş. Havada gelincik çiçeğinin kokusu ve küf var. Garip. Sırtı delik bir kazağın bulunduğu sandalye masaya yakın, sanki sonsuz bir bekleyiş içinde. Masanın üzerinde yırtılmış kağıt parçaları, yazılar yarım bırakılmış ve bazıları bir kefen gibi beyaz örtüyle sarılmış. Örtünün üzerinde kan lekeleri ve deri olduğunu tahmin ettiğim ancak tam olarak emin olamadığım zerreler var.
* * *
Çaresizlik aklımı sarp bir uçurumun kenarına getiriyor ve atlamam için irademin her zerresine baskı yapıyor; atlamayacağım. Bunu biliyorum ama neden olduğunu çözmez ve giderek artan acıya son vermezsem istemeden de olsa düşeceğim. Düşünüyorum, neden bunca acı sırtımda odaklandı, neden insanların sırtları vardır? Anatomik bir gereklilik olması daha da sinirlerimi bozuyor. Kesip atmak istediğim bu yere karşı bir bağışıklık kazanmazsam geçmeyecek ama bu fiziksel manada imkansız. Bu acıyı çekmeye mecburum, belim bükülüyor, gün geçtikçe kamburlaşmaya başlıyorum ve herhangi bir şekilde geçmiyor.
Yine şu camın önünde durmuş, mat, pastel tonlarla boyanmış sokaklara, üzerlerine; güzel görünmek, beğeni veya takdir edilmek için kim bilir ne kadar özenerek aldıkları giysileri geçiren insanları izliyorum. Buradalar, ben onları görebiliyorum ama ya benim göremediklerim. Aklım bu soruyla boğuluyor. Ne yapıyorlar, birisi Paris sokaklarında yürüyerek Eyfel Kulesini görmeye gidiyor, birisi çocuğuna dondurma almak için pijamalarıyla çıktığı bir ara sokaktan geçiyor, belki biri gökyüzüne bakarak geleceği hakkında planlar kuruyor kim bilir? Sırtımda tarif edilemez bir ağırlık hissediyorum, Olympos’a saldırmış Atlas gibi üzerime gökyüzünün bütün ağırlığı çöküyor. Biri yanındaki çocuğun düşüncelerini bölerek uçan balonları işaret ediyor, diğeri yeni yağmış yağmurun soluklarını hissederek toprağın üzerinde yürüyor, ağırlık, çok fazla…
Kara izlerin hakimiyetine boyun eğmiş duvarların arasında, sadece kamburdan oluşan, bütün benliğinden sıyrılmış bir varlık olarak gökyüzünü taşıyorum. Dışarıdan odaya, kapının menteşelerini delercesine giren sesi artık duyabiliyorum. O an, biri, kelimelerin anlamsızlığını haykırırcasına gökyüzüne doğru çığlık atıyor, o an biri coğrafyasını bilmediğim topraklarda kanla kaplanmış şekilde yatıyor, o an düşüncelerimin arasında hissedebildiğim acıma duygusuna utanıyorum, giderek ölümle tanışıyorum ve gökyüzü ağırlaşıyor, kamburum büyüyor ( ben büyüyorum ), öyle ki cenin pozisyonunda arafta kalmış bir bebeğin ölümü gözlerimin önünde canlanıyor. Hareket edemiyorum ve gittikçe vücudumu hissediyorum. Bir kıvılcım çakması gibi aydınlanan zihnimde dünya aydınlanıyor ve görüyorum.
* * *
Kadın masanın arkasında kalan cama gidiyor, perdeler aşınmış. Çerçeveler kıymıklarını çıkarmış bekliyor. Cam buğulu, gözlerini buradan ayıramıyor, giderek çözülen buğunun ardında insanları görüyor. Ağaçları, bankları, gökyüzünü, bütün hepsi böyle miydi anımsamaya çalışıyor. Buğu, camdan çıkıp sanki bütün gerçekliğin üzerine sinmiş şekilde karşısında duruyor. Aynı anda sırtı karşı konulmaz şekilde kaşınıyor. Elini sırtına attığı gibi çekiyor ve cam geliyor; neden bunca insan…?
Çok alakasız bir ortamda okumaya başladığım için düzgün bir eleştri yapamayacağım, şimdiden özür dilerim.
Öykünün girişi ve devamındaki her bir yeri çok etkileyici. İçinde barındırdığı özel kasveti çok güzel hissettiriyor ki bunda cümlelerinin güzelliği de aşırı derecede etkili.
“Neden olduğunu bilmiyorum, sanki sırtımın içinde bir şey gitgide büyüyor. Bu acıyla, ne üstümü giyip dışarı çıkabilirim ne de gitgide kendisinden tiksindiğim şu lanet rüzgarlara karşı yürüyebilirim. Dört tarafı gittikçe kararan duvarlarıyla, ( siyah ve ıslak izler bunlar ) pencereleri her zaman buğulu bu odanın içindeyim.
” ‘gitgide’ kelimesinin bu kasar sık kullanılması can sıkıcı olabilecekken burada öykünün içerisindeki bıkkınlığı verme konusunda harika…
“.bu acıya alışmak kolay ama dayanmak; imkansız.” buradaki dil bilgisel durumdan emin değilim ama virgülün aksine noktalı virgülün vurgu etkisi için kullanılamayacağını sanıyorum:/
Övülerek çok fazla şeyi olan ve nadiren de olsa imla hatası olduğunu düşündüğüm şeyler barındıran muhteşem bir hikâye.
Tebrik ederim ve itiraf etmeliyim ki kıskandım. Ben bu ay son saatlerde yazabilmiştim, seninki kadar güzel olsun isterdim:)
Umarım daha fazla yerde denk gelirim yazdıklarına.
Teşekkür ederim, noktalama işaretlerinde sıkıntım var, doğrudur. Yazdıkça, okudukça azalmasını umuyorum. 🙂 Beğenmenize sevindim.
Gitgide kelimesini aynı paragrafta 4 kere kullanmışım, o kadar sık kullanmam istemsizce oldu. Ama kontrolden geçirirken silmek istemedim. Düzgün duruyordu. Sizden de böyle bir yorum alınca mutlu oldum. 🙂
İşin doğrusu ben de seçkilerde daha fazla yer etmek istiyorum. Beraberce nice seçkilere diyelim o zaman. 🙂