NOT: Bu öykü “FIRTINA’NIN GÖREVİ” adlı öykünün devamı olarak yazılmıştır.
ÜÇÜNCÜ OĞUL
1
Kardeşim Hoka ve ben Moka her zamanki gibi sonsuz uzayda yol alıyorduk. Babadan devraldığımız mesleğimiz yani hurdacılık bizim tek uğraşımızdı. Aylarca uzayı turlar ve hurdalık malzeme arardık. Ardından bulduklarımızı satıp kazancımızı yiyip bitirene kadar aylak aylak dolaşırdık.
Hurdacılık, bizim gezegende öyle sıradan, önemsiz bir iş değildi. Hepimiz en az onbeş dili lehçeleri ile birlikte iyi derecede konuşabilirdik. Hurdanın yanında yiyecek maddeleri, giysiler ve kitaplara kadar her türlü şeyi alıp satardık. Görevimize bir nevi -kültür kaynaştırıcılığı- denebilirdi. Uzun tarih boyunca bizim sayemizde uzak gezegenler kültürce kaynaşmış ve federal bir yapılanmaya doğru gitmişti.
Yine bir gün uzaydaydık. Kardeşim kontrol ünitesindeydi ve ben biraz kestirmek için iç bölmeye gitmiştim. Daha yeni uyumuştum ki kardeşim seslendi. Büyük ihtimalle önüne bir hurda çıkmıştı. Kalkıp tulumumu giydim. Kokpite gittim. Dışarı baktığımda uzayda kaygısızca süzülen o kapsülü gördüm. Küçük bir şeydi ama ziyan etmeyi sevmezdik. Önümüze çıktıysa almalıydık. Kim inecek diye karşılıklı atışmaya başladık. Ben ortaya bir laf atıyordum o da beni söylediğimin son harfine uygun bir karşılıkla devam ettiriyordu. Ama bu şeyler basit kelimeler değildi. O onbeş dil ve lehçelerinde kullanılan atasözleri ve deyimlerdi. Atışmayı kaybettim. Özel giysilerimi giyip gemiden dışarı süzüldüm. Kapsül epey ufaktı. Görür görmez bir insan için yapıldığını anladım. İçine biri ancak sığardı. Daha çok büyük felaketlerin ardından olay yerinden kaçmak için kullanılırdı. İçi boştu. Kim bilir sahibine ne olmuştu.
Kapsülü gemiye bağladım. İçeri çektik. Tam incelemek için yeltenmiştik ki yeni bir başıboş radara takıldı. Bu sefer bayağı büyük bir kapsülle karşılaştık. Ama içi boş değildi.
İçinden bir insan çıktı. Kendinde değildi ama yaşıyordu. İkimizde bu adamın bulduğumuz kapsülle alakalı olduğunu düşündük. Kapsülü açtık. İçini araştırdığımızda karşımıza bir hafıza kaydı çıktı. Adı Fırtına’ymış. Uzak gezegenlerden Zagadal’ın hükümdarı Çelik Bey’in verdiği görevi yerine getiriyormuş. Notta idam edileceğini yazmış ama nasıl olmuşsa kurtulmuş. Adamın yaraları vardı. İşkence görmüştü. Onu tedavi edip uyanmasını beklemek üzere bir yatağa yatırdık. Gemiyi Zagadal’a doğrulttuk.
Yolda, kardeşimden Zagadal ve Noyra arasında ezelden beridir süregelen savaş hakkında epey bilgi aldım. Fırtına, Noyralılardan ucube diye söz etmiş. Noyralılar çok eski devirlerde tüm galaksiyi egemenliği altına almıştı. Ama daha büyük planları vardı. Galaksi halklarıyla olan kan bağları nedeniyle onlara uygulayamayacağı planlar. Bu yüzden keşif timleri kurdular ve tüm evrene dağıldılar. İşte galaksimize ilk insanlar böyle geldi. Onları köle haline getirdiler. Üzerlerine çeşitli deneyler uyguladılar ve mutantlar oluştu. Sonra insanlar isyan etti. İlk getirildikleri ve köle yapıldıkları Zagadal Gezegeninde kendi yurtlarını kurdular ve diğer halkların Noyralılara başkaldırmasında etkili oldular. Bugün Noyralılar birkaç ilkel ve güçsüz gezegen dışında kimseye ilişemiyor. Kılık değiştirmeden galakside dolaşamıyorlar. Çoğu halk Noyra düşmanı ama bir yandan da onlardan korkuyor. Çünkü Noyralılar çok güçlü ve acımasız.
Ben ve kardeşimin gezegeni Zonka. Galaksinin uzak bir köşesinde az önce anlattığım olaylarla pek haşır-neşir olmadan yaşarız. Biz hurdacı olduğumuz için bu kadar bilgiye sahibiz ama gezegenimiz biraz içine kapanıktır. Hatta gezegenimizde –insan-ın ne demek olduğunu bilmeyenler bile vardır.
Fırtına uyandı. Biz hemen başına üşüştük. Bizi karşısında görünce çok şaşırdı. Önce bizden zarar gelmeyeceğine emin olana kadar hiç konuşmadı. Zaten çok kötü durumdaydı, yaraları onu halsizleştirmişti. Ona besin maddeleri sunduk, aç bir hayvan gibi yedi. Sonunda ona bulduğumuz hafıza kapsülünü anlattık. Zagadal’a gittiğimizi onu kurtaracağımızı söyledik. Bize her şeyi anlattı. Size anlattıklarını aktaracağım.
“Ben idam edilecektim. Demir, Çelik Bey’imizin oğlu bir şeytana dönüşmüş. İdamımı bizzat kendi uygulamak için yolculuğunu erteledi. İdam edileceğim gün gizemli bir yabancı bana bir hap verdi. Sonrası yok. Karanlık. Gözlerimi sizin yanınızda açtım. Galiba henüz ölmedim. (Gülümsüyor) Size ne kadar teşekkür etsem az. Hemen Zagadal’a gitmeliyiz yoksa o ucubeler kazanacak… “
Yolumuz uzundu. Gemimiz ağır, hantal ve yavaştı. Ağır ağır yol alırken bir yandan da Zagadal’la irtibat kurmaya uğraşıyorduk. Kuramadık. Gezegende neler olduğunu düşüne düşüne ilerledik…
2
Başkentin hemen dışındaki bir enerji istasyonunda iki adam içkilerini yudumlarken bir yandan da derin bir sohbetin içine dalmıştı. Biri kel ve orta yaşlı ama bilgisiz, diğeri genç ve tecrübesiz fakat göreceli olarak iyi eğitimliydi. İstasyona günlerdir kimse uğramamıştı. Gezegendeki herkeste bir mutsuzluk hakimdi. Hava yeni yeni kararıyordu. Genç adam konuştu:
“ Yaşlı beyimiz neredeyse öbür dünyaya uçacak. Zaten bu haliylede pek farksız değil. Yattığı yerden kalkamıyormuş. “
“ Aman ağzını hayra aç. Bey’imiz ölür ise n’aparız? Beysiz kalırız. “
“ Zaten şu anda da durum farklı değil. Devleti yönetemiyor. İpler yaverlerin elinde. Bizi adım adım savaşa götürüyorlar. “
“ Nereden uyduruyorsun bunları be birader? Bey’imiz hasta ama yerinde. Veliaht’ımız ortada yok. Bey ölürse ne olur halimiz? “
İstasyona, uzaklardan bir araç yaklaşıyordu. Yavaş yavaş gelip bir enerji tüpünün yanında durdu. Adamlardan genç olanı ayağa kalkıp araca doğru yürüdü. Bu arada konuşmaya devam ediyorlardı.
“ Veliaht’ımız kimbilir nerede? Öldü mü, kaldı mı? Bilinmez. Ama geri dönse bile korkağın teki olmayacağı ne malum? “
Aracın içinde yirmilerinde bir adam oturuyordu. Genç pompacı araca doğru döndü.
“ Naspirel mi? “ dedi.
Adam başıyla onayladı. Diğer adamlar konuşmayı aynı hararetle sürdürdü. Aracın içindeki adam öfkeli görünüyordu. Yüzünde bir iticilik vardı.
“ Yani bey olmazsa yaşayamaz mıyız? Bey illa Çelik Bey’in soyundan mı olmalı? Yani pek ala bende Bey’lik yapabilirim. O gelecek sümüklü çocuklardan neyim eksik? “
“ Asaletin eksik. Sen anca pompalama yaparsın. Başka ne işe yararsın ki? “
“ Ağzını topla ben senin gibi okuma yazmayı zor öğrenmedim. Benim bir ekolüm var. “
Araca döndü. Adamı süzdü. Adamın yüzünde aynı öfkelilik hali devam etmekteydi. Acaba kim diye düşündü. Sanki buralardan değildi.
“ Sizinde başınızı ağrıttık. Buralardan değilsiniz galiba. Yeni mi geldiniz? “
“ Aslında buralardanım. Ama evet yeni geldim. “
“ Kimsiniz, kimlerdensiniz? Öğrenebilir miyim acaba? “
“ Ben Zagadal Hükümdarı Çelik Bey’in oğlu ve veliahtı Demir. Yıllardır kim olduğumu bilmeden yaşadım. Artık öğrendim ve geri döndüm. Yaşlı babamın yerini alacağım. “
Adamların şaşkınlıktan ağızları açık kalmıştı. Yaşlı olan elindeki bardağı yere düşürdü. Ama bardak kırılmadı. İçidekiler yere döküldü. Veliaht evine dönmüştü. Hayatlarının anlamı haline gelen ve artık neredeyse efsane olmuş olay gerçekleşiyordu. Yaşlı Bey’in kayıp oğulları geri dönüyor ve onun yerini alıyor.
“ Efendim, kuss..sura bakmayın. Sizin olduğunuzu tahmin edemezdik. Hoşgeldiniz. Sizi daima kalbimizde taşıdık. Bu günün geleceğini biliyorduk. Ufacık bir çocuk olduğum günlerden beri hep bu günün hayaliyle yaşadım. “ adamın söylemleri inanılmaz bir hızla dönüş yapmıştı.
Veliahtın yüzünde ilk kez bir gülümseme göründü. Yaşlı olan konuşamıyordu. Veliaht onların şaşkın bakışları önünde aracı çalıştırıp gitti. Ücreti ödememişti. Adamlar uzunca bir süre daha aynı şaşkınlıkta kaldılar ve araç görünmez olana kadar onu izlediler.
* * *
Ateş-Can sonunda saray ahalisinden olmuştu. Bu genç yaşında sarayda çalışması onun üstünlüğünü kanıtlıyordu. Küçük bir taşra kasabasında doğmuştu. Durumu pek kötü değildi ama taşranın iyisiydi işte. Şimdi birinci dereceden Bey’in hizmetine girmişti.
Şehrin dışından bir adam geldi. Aracı Zagadal’ın dağları gibi boz renkliydi. Adam aracından indiğinde meydanda kısa bir süreliğine hayat durmuştu sanki. Herkes onu inceliyordu. Adam asalet doluydu. Duruşu, yürüyüşü, herşeyi farklıydı. Saniyeler içinde içten içe herkes ona hayran olmuştu.
Kalabalık onu bırakıp hayatına döndüğünde o çoktan saraya doğru yollanmıştı. Geçtiği her yerde insanlar onu süzüyordu. Adam onları görmüyordu sanki. Farketmiyordu. Onlardan farklı bir boyutta gibiydi. Sarayın dış kapısına geldiğinde askerlerin donuk bakışlarıyla karşılaştı. Onu tanımıyorlardı. Kimdi ki onlar? Çok yakında onun kim olduğunu anlayacaklardı.
Yanaşıp askerin önünde durdu. Asker eliyle durmasını işaret etti. Göz gözeydiler. Asker konuştu:
“ Burada ne işin var? Saraya giremezsin. Burası yol geçen hanı değil. Kimliğini göster. “
“ Bir kimliğim yok. Tam olarak buralardan değilim. Ama kim olduğumu öğrenince bu söylediklerine pişman olacaksın. “
“ Vay, vay. Adama bak ya. Kimmişsin bakalım? “
“ Ben Demir. Zagadal ve Tüm Galaksi İnsanlarının hükümdarı Çelik Bey’in oğlu ve veliahtı. Babamı yeterince beklettim. Beni içeri alın. “
“ Sana niye inanayım? Test olman lazım. Son zamanlarda kaç tane veliaht kapımıza geldi bir bilsen. “
“ Ne testi. “
“ Çip. Vücudundaki çipi tarayacaklar. Gerçekten o olup olmadığını anlamak için. Eğer bu yaptığın kötü bir şakaysa bizi hiç uğraştırma. Taranır ve o olmadığın ortaya çıkarsa ceza almaktan kurtulamazsın. “
“ Taranacağım… “
“ Peki. Ekibi çağırın. “ arkasındaki askerlere bağırmıştı.
Az sonra bir ekip geldi. Genç Ateş-Can’da aralarındaydı. Elindeki alet çantasını büyük bir dikkatle taşıyordu. Veliaht olduğunu iddia eden adamın yanına doğru geldiler. Önünde durdular. Diğerleri buna alışmış gibiydi ama Ateş-Can’ın bunu ilk kez yaşadığı her halinden belli oluyordu. Büyük bir merakla olan biteni gözlüyordu. Başusta çantadan kırmızı rengi göze çarpan bir alet çıkardı. Alt taraflarındaki bir tuş takımından birkaç ayarlama yaptı.
Adam çok sakin görünüyordu. Buraya bir şeyleri bilerek gelmişti. Alet vücudunu taramaya başladığında asaletinden hiçbir şey kaybetmedi. Ateş-Can olacakları büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu. Alet mor bir ışık yayarak adamın tüm vücudunu dolaştı. Sağ omzunun biraz aşağısından sinyal geldiğinde herkes nefesini tuttu. Alet öttü. Öttü.
Uyuyordu. Sinyali bulunan çip, o çipti. Adam gülümsedi. Etrafındaki herkes hafiften eğilip selam verdiğinde Ateş-Can birkaç saniye şaşaladı. Ama biraz sonra o da selam veriyordu. Evet, bu adam veliahttı. Veliaht Demir’di. Onu içeri aldılar. Büyük nezaket göstererek ağırladılar.
Çelik Bey hastaydı. Günde onbeş saat uyuyordu. Yaverler onu uyandırmak yerine uyanmasını beklemeye karar verdiler. Hepsinin yüzü asılmıştı. Çünkü hepsi veliahtlar gelmediği takdirde tahta oturabileceklerini biliyordu. Ve bu onlara büyük bir sürpriz olmuştu.
Birkaç saat içinde Çelik Bey uyandı. Yaverler ona olanları anlattığında Çelik Bey tüm hastalığını unutmuştu. Hiç çıkamadığı yatağından zıplayarak kalkmış ve giyinmek istemişti. Hizmetçileri onu hazırlarken Demir’i kabul odasına getirdiler.
Baba-oğulun buluşması görülmeye değerdi. Baba yani Zagadal’ın Çelik Bey’i hüngür hüngür ağlamıştı. Etrafındakilerin tüm ısrarlarına rağmen kendinden beklenmeyecek kadar fazla hareket etmekten vazgeçmiyordu. Oysa ki daha dün saraydaki herkes son günlerini yaşadığını söylüyordu. Ama şimdi adam sanki yeniden dirilmişti.
Çokça hareket etti. Fakat onca hareketten sonra gece yarısına yakın bir vakitte Çelik Bey’in yaşlı vücudu yoruldu. Neredeyse yere kapaklanacakken etrafındakiler onu yatağına taşıdı. Çelik Bey derin bir uykuya daldı. Bu bir ölüm uykusuydu.
3
Tuhafrenk beyim kalktı
Yatağı samandı onun
Rüya görmüştü ve bağırmıştı fırlarken
Mor bilge baykuştu onu korkutan
Ama o bilmiyordu
Onu gam ve ecel sanıyordu
Korkmuştu bu yüzden
Yüzü asılmıştı
Arkadaşı Meşekalp onu teselli etti
Çıkar yol vardır dedi
Yaşlı kam vardı koca dağda
Hiç doğmamış ve ölmemişti
Hep oradaydı
Tuhafrenk beyim ve Meşekalp gittiler ayakucuna
Dil döktüler, ağladılar
Yaşlı kam onlara baktı kör gözleriyle
Artık vakit gelmiştir ‘ Ey Oğul ‘ dedi
‘ Git kaderine kalma burada ‘
‘ Sen bir büyük yiğitsin, ulusun sen, seçilmişsin ‘
Mor baykuş onun kaderiydi
Ya ölecek ya çıkacaktı
Halkı onu gözlüyordu
Onu almaya gelmişti
Gitti uzun yolu
Meşekalp’i de yanına aldı
Koca ormanlar vardı içinde canavarlar olan
Koca dişliydi, alnı açıktı
Yürüdü üstüne aldı canını
Hiç korkmadı o
Nice insan ona dua etti
Tuhafrenk beyim onları kurtardı
Aşılmaz nehir vardı, aştı
Geçilmez geçit vardı, geçti
Avlanmaz av vardı, avladı
Yenilmez düşman vardı, yendi
Koca dünya hep su oldu
Yüzdü karaya çıktı
Arkadaşını kaybetti
Hiç ağlamadı
En sonunda vardı koca kayaya
Üstünde gördü koca baykuşu
Korktu ilk kez bu kadar
Baykuşun karnı yarıldı içinden adam çıktı
Adam onu gibiydi
Benzi soluktu
Meşekalp çıktı sudan
Dolmuştu içi hıncahınç
Geldi melek yüzlü peri
Verdi ona canını geri
Kalktı yerinden Meşekalp
Dedi ‘ Dostum beni bekler, yardım ister ‘
Sürüdü kendini
Nice tepeler aştı
Sonunda vardı o da mor baykuşa
Gördü arkadaşını
Gidiyordu biriyle
Uçtu göğe, sonsuza dek
Bir daha görünmedi göze
Arkadaşı ağladı ona, Tuhafrenk’e
4
Babası, Demir Bey’imize sormuştu: “ Fırtına -benim has adamım- nerede? Seni o mu buldu? Eğer o bulduysa şimdi nerededir? “. Demir Bey cevap verdi. Alnı kırışmıştı. Konuşurken hüzünlüydü.
“ O beni buldu. Kim olduğumu anlattı. Onun sayesinde özüme döndüm. Beni gemisine aldı. Yolda hastalandı. Çok uğraştım ama olmadı. Onu kurtaramadım. Öldü. Ona yakışır bir son verdim. Şimdi ruhu öte alemde, bedeni uzayın karanlığında süzülüyor. “
Herkes üzülmüştü. Ateş-Can onu bir kez bile görmemişti ama o da hüzünlendi. Bütün gün onun yaptığı kahramanlıklar hakkında hikayeler dinledi. Ertesi gün tüm saray ahalisi toplandı. Onun için bir temsili cenaze düzenlendi. Ama Çelik Bey yoktu. Hastaydı ve ölmeyi bekliyordu.
Oysa oğluna daha yeni kavuşmuştu. Ömrünün yarısını evlat hasretiyle geçirmişti bu adam. Ama oğlu yiğit Demir onun yerini alacaktı. Halk sevinç çığlıkları atıyordu. Veliahtlarına büyük bir sempati besliyorlardı.
Cenazeden sonra Demir Bey kendisine tahsis edilen odaya gitti. Kapısını kapattı. Kimse onu görmesin diye kuytu bir köşeye çekildi. Eline bir haberleşme cihazı aldı. Neredeyse gözü kapalı bir adres girdi. Kısa sürede istediği sinyali buldu. Bağlandı. Konuşmak için tam yeltenmişti ki kapısı çaldı. Lanet okuyarak kapıya yürüdü.
“ Ne var? Kim o? “ diye bağırdı kapı arkasından.
Gelen Ateş-Can’dı. Onu acil toplanması gereken bir toplantıya çağırmak için gelmişti. Demir onu savuşturup işine geri döndü. Cihazı eline aldı. Sinyal yerinde duruyordu. Sessizce bir mesaj gönderdi.
“ Zagadal’a vardım. Artık başlayabiliriz. Yaşlı bunak ölmek üzere. Sayılı saatleri var. Birazdan toplantı yapılacak. Çok yakında tahta oturmuş olacağım… “
Demir ona verilen görevi başarıyla yerine getirdiği düşüncesiyle o ender takındığı mutlu yüzünü giydi. Fakat dışarıda olan Ateş-Can her şeyi duymuştu. Sarsıldı. Demir’i gördüğü ilk andan beri onda bir tuhaflık seziyordu. Büyük ihtimalle babası dışında herkes bunu sezmişti. O kapıdan geçiştirmeden sonra Ateş-Can orada kalmaya karar verdi. Bir yere gizlenip içerisini dinledi. Çok zor duymuştu ama söylediklerini anlamıştı.
Şimdi ne yapmalıydı. Bunu bilemiyordu. Bir şeyler dönüyordu. Hissediyordu. Onu işe alan yaverlerden birine gitmeye karar verdi. Ama toplantı vardı. Demir’de oraya doğru gitmişti. Beklemeye karar verdi. Peki ya ona inamazlarsa n’olacaktı. Bunu söylemesi gerekiyordu. Mutlaka söylemesi gerekiyordu.
Toplantının bitmesini bekledi. Çelik Bey son anlarını yaşarken gidip yaverlerden birinin kapısını çaldı. Ateş-Can, yaverin duydukları karşısında pek de şaşırmadığını fark etti. Yaver sivri sakalını sıvazlayıp iç çekti. Sonra genç Ateş-Can’ın omzuna dokunup onunla konuştu.
“ İnan ki onu ilk gördüğüm andan beri sinir oluyorum. Bu, bunca yıl sonra ortaya çıkmasından dolayı değil. Gözlerinde bir şey var. Tanıdık bir şey. Yirmi yıl boyunca üzerime sidik atanların gözlerinde gördüğüm bir şey. Gemimiz uzaydaydı. Tüm Zagadal içine doluşmuştu. Sen o zaman daha doğmamış olmalısın. Sonra onlar geldi. O şeytanlar. O iblisler. Bizi aldılar ve işte olanlar oldu. Bu hissi hatırlıyorum. Hemen bir şey yapmalıyız. O uşak tahta çıkamaz. “
Yaşlı yaver hemen diğer yaverlerden ve geçici olarak Fırtına’nın yerine bakan has adamdan oluşan meclisi topladı. Konuşması bittiğinde herkes ona kuşkuyla bakıyordu. Yaverin, oğul gelmeden önce taht hayalleri kurduğunu düşündüler. Tartıştılar. Derinlere daldılar. Ama işler çözülmek yerine daha da karıştı.
Ertesi gün Çelik Bey öldü. Koca çınar devrildi. Büyük kurtarıcı gitti. Herkes hüzünle onu öte diyara uğurladı. Demir o kıpırtısız ifadesiyle yürüyordu. Yaver ve Ateş-Can n’apacağını bilemez halde dolanıyordu. Ateş-Can bunu ispat etmenin bir yolunu bulsaydı her şey daha kolay olurdu.
* * *
Has adam altın işlemeli, dallara benzetilmiş tacı kaldırdı. Demir büyük bir mağruriyetle platformun tam ortasında duruyordu. Has adam tacı getirip başına koydu. Bu büyük bir olaydı ve tüm halk buna şahit olabilmek için salonu doldurmuştu. Sığımayanlar pencerelere üşüşmüştü. Tacı giyen Demir yemin etmek için kitabı eline aldı. Yemin edilirken tüm nefesler kesilmişti. Yemin bittiğinde has adam meclise döndü ve onlara yeni beyi hükümdar olarak onaylayıp onaylamadıklarını sordu. Tam bu sırada içeri bir asker girdi ve sessizliği bozdu. Önce özür diledi ve sonra konuştu:
“ Efendim dışarıda iki yabancı var. Koca bir sıçana benziyorlar. İçeri alınmak istiyorlar. “ has adama konuştu.
“Zonkalı olmalılar. Ne işleri varmış burada? Şuan çok önemli bir iş üstündeyiz. “
“ Efendim tüm Zagadal için oldukça önemli olduğunu söylediler. Çok ciddiydiler. Onları içeri almamız çok önemli. “
“ Peki alın içeri. “
Demir bu işten huzursuz olmuştu. Fakat henüz hükümranlığı onaylanmamıştı. Dışarıdan Hoka, Moka ve cübbesinin içindeki Fırtına kalabalığı zorlukla yararak içeri girmeyi başardı. Fırtına kapüşonunu indirdiğinde herkes çok şaşırdı. Ateş-Can’da öyle.
Fırtına öne atılıp konuştu: “ Şuanda benim cübbemi giyiyorsun Deniz. Cübbe sende kalabilir ama görevimi yerine getirmeme müsaade et. “ has adam şaşkındı.
“ Sen ölmedin mi Fırtına? Bana öyle söylendi. “ yandan Demir’e baktı.
“ Bu düzenbaz öyle söylemiş olabilir. Ama ölmedim. Bu hilebaz, evet, gerçek Demir fakat içinde bir ucube besliyor. O bir ucube uşağı, millet. Ona inamayın. O bir ajan. “
“ Fırtına sana niçin inanalım. Sen bir has adamsın ve Çelik Bey’in yerinde her zaman gözün vardı. Veliahtımıza çamur atıyorsun. “ bir yaver söylemişti bunu.
“ Sen benim gibi yıllarını bu devlete vermiş birinin lafına güvenmiyorsun da bu daha iki gündür tanıdığın şarlatana güveniyorsun. Siz diğer yaverler. Sizde mi böyle düşünüyorsunuz? Peki ya siz, ey Zagadal halkı siz nasıl düşünüyorsunuz? “
Tüm salon gerilmişti. Demir hâlâ aynı şekilde duruyordu. Sonra bir anda yüzü buruştu çünkü tüm salon Fırtına’ya tezahürat yapıyordu. Sivri sakallı yaver Fırtına’ya yaklaşıp emirlerini sordu.
“ Tez zindana atın bu köpeği. Bir daha güneşi göremesin. Zagadal bir daha ucubelere teslim olmayacak. “
Fırtına tüm salonun alkışları içinde, cübbesinin içinde gizlenmiş yaralarını sıvazlayarak salonda çıktı. Demir zindana atıldı. Işıksız, pis bir hücreye.
* * *
Ertesi gün meclis toplandı. Başkanlığında Fırtına oturuyordu. Ateş-Can’da ilk kez kendine yer bulmuştu bu toplantıda. Şimdi n’olacaktı. Ele bir veliaht geçmişti ama şimdi yoktu. Bey’de ölmüştü. Artık yapılacak tek şey vardı. Sivri sakallı yaver:
“ Tek yapılacak şey senin bey olman Fırtına. Bu işi ancak sen yapabilirsin. Zagadal’a bir bey lazım. “
“ Hayır. Bunu kabul etmiyorum. Hem daha bir veliaht daha var. Ondan henüz haber alınamadı. Belki yaşıyordur. O kadar meraklıysanız aranızdan bir vekil seçin ve veliaht gelene kadar o yönetsin diyarı. Ben emekli oluyorum. “
“ Ama senden başka kim yapabilir bu işi. Diyar için Fırtına, Zagadal için. “
“ Hayır. İnadımı biliyorsunuz. Konuşma burada bitti. “
Kalkıp odadan çıktı Fırtına. Son veliaht, Cıva. Ondan hiç haber gelmemişti henüz. Onu arayan yaverden haber gelmiyordu nice zamandır. N’olacaktı şimdi.
5
Aynı babasına benziyor. Uzun yol aldım. Epey uzağa uçtum. Yolda çok badireler atlattım. Ama sonunda ulu emelime ulaştım. Veliahtımızı buldum. Siyah saçlı Cıva’mızı buldum. Onu Zagadal’a götürüyorum.
Yolculuğumun ilk safhalarında elle tutulur bir veri elde edememiştim. Sinyal kesik kesik geliyordu ve yerini kestiremiyordum. Ama ben yaver Yıldırım bu işin altından kalkardım. Kendime olan inancım en acınacak durumlarımda bile beni terk etmedi. Bir göktaşı bataklığına düştüm. Gemim çok hasar aldı. Zar zor hareket eder hale geldim. İşin daha kötüsü etrafta gelişmişlik belirtisi gösteren yapılara hiç rastlamadım. Yardım alamadım ve kendi kendime yetmeye çalıştım. Başardım da. Korsanlar tarafından takip edildim. Rotamdan saptım.
En sonunda sinyale yaklaştığımda gemim acınacak hale gelmişti. Ulaştığım gezegen çok ilkeldi, bu yüzden veliahtın izini uzun süre bulamadım. İlkel bir dilleri vardı ve onlarla hiçbir şekilde anlaşamıyordum. Ama sayıları haşareler gibi fazlaydı. Veliahtımızın izini bir tapınakta buldum. Onu görmemiştim ama buradaki halkın ibadetleri olduğunu düşündüğüm bir şey bana yardımcı oldu. Tapınak bana barınmam için gösterdikleri ilk yerdi. Diğer yapılara kıyasla açıkara daha konforlu olduğundan kabul ettim. Tüm günümü orada oturarak geçiriyordum. Birsürü insan gelip gidiyordu. Tenleri laciverte çalıyordu ve derileri bizlere kıyasla çok sertti. Herkes gelip belli ritüelleri uyguladıktan sonra çıkış zamanında kapının önünde duruyor ve bir kağıda elinden geldiğince kendi resmini yapıyordu. Bu çizimler beynimde bir şimşek çakmasına sebep oldu. Gece gidip tüm resimleri inceledim. Sonra buldum. Açık teni ve tipiyle onlardan farklı olduğu hemen anlaşılıyordu. Zaten hepsi sanki tek bir anneden doğmuş gibiydi. Klon gibiydiler. Veliahtı tanımam zor olmadı. Birkaç gün daha bekledim ama gelmedi. Hiç uğramadı. En sonunda ben de gidip birine bu resmi gösterdim. Önce resmi yerinden çıkardığım için bana karşı tavır aldı. Ama sonra ona bir şeyler anlatmayı başardım. Onu getireceğini umarak, artık üst düzeylere çıkan ihtiyaçlarımı karşılamak üzere gemime gitti.
Birkaç hafta bekledim sanırım. Tüm umudum uçup gitmek üzereyken o geldi. Çelik Bey’in oğlu, veliahtımız Cıva. Onlar gibiydi. Onlar gibi giyinmiş, onlar gibi davranıyordu. Onlar gibi o ilkel dille konuşuyordu. İlk anlarda sürekli gemimi işaret edip aynı şeyi söyleyip durdu.
“ Zuka monéru ( Mor baykuş diye çevrilebilir. ). “ gibi bir şeydi.
6
Başka seçeneği yoktu zaten. Fırtına bey olmayı en sonunda kabul etmişti. Bu bir ilkti. Çünkü ilk kez kurtarıcının ailesinden olmayan biri taç giyiyordu. Fırtına’nın ailesi yoktu. Çocuğu olmadığı için ondan sonra yine bir otorite boşluğu doğacaktı.
Fırtına ilk işlerinden biri olarak Ateş-Can’ı kendi özel muavini olarak aldı. Bu kesinlikle Ateş-Can için bir övünç kaynağıydı. Ülke durumdan memnundu çünkü herkes Fırtına’yı severdi. Fırtına o resti çekip odadan çıkınca yaverler birbirlerine girmişti. Tartışmalar hepsi sersemleyene kadar devam ediyordu. Günler geçti, aylar geçti ama bir türlü vekil çıkaramadılar. Bir süre ülkeyi konsey yönetti ama bu işlerin daha da sarpa sarmasına neden oldu. En sonunda Fırtına’nın yapacak bir şeyi kalmadı ve görevi kabul etti. Bu iş görünüşte sadece veliaht ve onun peşine düşen yaver Yıldırım’ın geleceği vakte kadar tahta vekalet etmekti. Ama kimse veliahtın geleceğine inanmıyordu. Diğer veliaht zindanda çürüyordu.
Hoka ve Moka ülkeye yaptıkları yardımlardan dolayı birer teşekkür ve onur madalyasıyla ödüllendirildi. Bir süre Zagadal’da misafir olup sonra tekrar yola çıktılar.
Tam belli değildi ama her yerde bir savaş lafı ediliyordu. Konsey gizli toplantılarla düzenlenecek seferleri kurguluyordu. Noyra’nın üstüne bir sefer düşünülüyordu. Zagadal’ın ebediyen rahata kavuşması için tek yol buydu. Noyra’yı bitirmek tek çıkar yoldu.
Veliahtın geleceğine inanan tek kişi Fırtına’ydı. Onları gözlüyordu. Ama Ateş-Can bazen onun da ümitsizliğe kapıldığını hissediyordu.
* * *
Bir gün meclis toplanmıştı. Fırtına meclise başkanlık ediyordu. Sivri sakallı yaver artık has adam olmuştu. Savaş mevzu artık ilk kez açık açık dile getiriliyordu. Çok yakında kapıda savaş görünüyordu.
Toplantı sürerken Ateş-Can içeri daldı. Yüzündeki sevinç ve şaşkınlık aynı anda görülebiliyordu. Fırtına sordu:
“ N’oldu? Bir haber mi var? İyi mi yoksa kötü mü? “
“ İyi efendim. Çok iyi. Veliaht geri döndü. Cıva geri döndü. “
Tüm meclis buz kesti. Herkes şaşkındı. Veliahtın gelmesi beklenmiyordu ama olmuştu. Birkaç dakika içinde içeri önce Yıldırım girdi. Fırtına ve Yıldırım çok iyi arkadaştı. Sarıldılar. Fırtına çok mutlu olmuştu. Veliahtı sordu.
Birkaç dakika sonra veliaht içeri girmişti. Üstünde ilkel giysiler ve yüzündeki boyalarla çok tuhaf görünüyordu. Bu halde bey olması imkansızdı. Daha dilimizi bile konuşamıyordu.
Savaş anbean yaklaşıyordu ve Zagadal’ın geleceğinin Fırtına’nın elinde olduğu bir kez daha anlaşıldı. Çelik Bey ölmüştü. Demir hain çıkmış ve en kötü şekilde cezalandırılmıştı. Tunç elde edilen bilgilere göre büyüdüğü gezegende çıkan iç savaşta öte aleme uçmuştu. Cıva çok zor bulunmuştu. Sağlıklıydı, güvenilirdi ama Zagadal’ın bin yıl gerisindeydi. Bu bin yıllık fark kapatılmadan bir devleti yönetemezdi. Fırtına onda ilk anda bir ışık görmüştü. Eğer doğru şekilde yönlendirilir ve eğitilirse babası Çelik Bey’in yerini doldurabilirdi…
Ben, tüm bunları yazan kişi. Ben bunları nereden mi biliyorum? Bu yazıyı bu olaylar gerçekleştikten çok uzun bir süre sonra artık bunları kimse tam olarak hatırlamazken aklımda kalanlar derecesinde yazdım. Arada biraz öyküleştirme yapmış olabilirim. Kendim bu olayların bizzat içindeydim. Ben has adam Ateş-Can. Bu yazı benim size bir hediyem olsun.
‘ANTİK EVREN KAYITLARINDAN DERLENMİŞTİR’
KAYNAKLAR :
1. KISIM – MOKA KOKA’NIN GÜNLÜĞÜ
2, 4 VE 6. KISIMLAR – ATEŞ-CAN’IN EMEKLİLİK YAZISI
3. KISIM – HAMUTÖ GEZEGENİ HALK EFSANELERİ ( DERLEYEN – NEHİR )
5. KISIM – YAVER YILDIRIM’IN GÜNLÜĞÜ
*** GELECEK ÖYKÜ – PEKİ TUNÇ’A NE OLDU? ***
Kaynaklar bölümünde bir yazım yanlışı olmuş. Doğrusu:
” KAYNAKLAR :
1. KISIM – MOKA KOKA’NIN GÜNLÜĞÜ
2, 4 VE 6. KISIMLAR – ATEŞ-CAN’IN EMEKLİLİK YAZISI
3. KISIM – HAMUTÖ GEZEGENİ HALK EFSANELERİ ( DERLEYEN – NEHİR )
5. KISIM – YAVER YILDIRIM’IN GÜNLÜĞÜ “
Güzel olmuş ellerinizi sağlık