Önce hafif bir ses çarpma sesi duyuldu. Bu dershanenin hizmetlisi İsmail Efendinin işlerini tamamlayıp gittiğinin işaretiydi. Ama her zaman olduğu gibi kapı kapanmamıştı. Bir kere daha çekti gene olmadı. Son deneme de daha sert bir ses duyuldu. Dikkatli kulaklar belli belirsiz dönen kilit sesi duydular. Binayı bir sessizlik kapladı bir süre ardından fısıltılar duyulmaya başladı. Yağsız menteşe sesi yankılandı alaca karanlıkta. Önce cılız bir ayak çıktı dışarıya ardından diğer ayaklar göründü. Salonda duran koca dolaptan iki çocuk dışarı çıktı. Yaşları dokuz bilemediniz ondu. İlk çıkan kısa dik saçlı olan çocuk konuştu. “Dışarı nasıl çıkacağız” İkinci dolabın kapısı da açıldı iki çocuk daha çıktı dışarıya “O en son iş oğlum” dedi ilk konuşan çocuğa. Elini cebine vurarak “o iş kolay” diye yineledi.
Burası, kasabanın en eski binalarından biriydi. Belediye binasının hemen ilerisinde Çaya yakın bir yerdeydi. Çay ise Kuzeyde tepelerden başlıyor, bir canlının omurgası gibi Kasabayı bir uçtan bir uca geçtikten sonra ovaya oradan da ırmağa karışıp gidiyordu. Şimdileri Zihin Dershanesinin bulunduğu bu binada, bir zamanlar belediyenin zabıta müdürlüğü bulunuyordu. Ondan önce de büroların ve dükkanların olduğu bir işhanı olarak hizmet veriyordu. Yeni Belediye binası yapılınca bu eski bina uzun zaman boş kalmıştı, ve bir gece neden çıktığı belli olmayan bir yangın geçirmişti. Bu o kadar eski bir olaydı ki anımsayanlar unutanlardan çok çok azdı. Yangından sonra kendine yer arayan Dershane binayı istemeseydi belki hala metruk olarak kalacaktı. Yinede o yangından sonra bina hakkında şehir efsanesi yayılmıştı. Boş binaları kendisine mesken edinen sarhoşlar ve berduşlar buraya yaklaşamıyorlardı. Bu nedenle boş kaldığı zamanlarda binaya giren hatta yaklaşan çok az kişi vardı. Özellikle çocuklar, geceleri yakınından bile geçmemeğe çalışıyordu.
Günün yorgunluğunu çıkarabilmek için, sessiz kalmış duvarlar karanlıkta ayakta uyuyor gibiydi. Gündüz, küçük pencerelerden yayılan ışıklar yerini karanlığın hakimiyetine bırakmıştı. Köşede, ana kapıda yanan lamba, üzerine vurduğu Atatürk büstünün aydınlanmasını sağlıyordu yalnızca. İlerisi derece derece karanlığa gömülüyordu. Dışarıdan gelen sesleri saymazsanız derin bir sessizlik hakimdi binaya.
Karanlıkta bekleşen beş çocuk vardı ve bu çocukların işleri iyi organize edilmişti; Özellikle de yaşlarına göre. Önce kantinin kenarındaki kırtasiye dolabı olarak kullanılan kocaman dolaptaki malzemeleri belli etmemeğe çalışarak boşaltmışlardı. Zaten dolaplar tam dolu sayılmazdı. Evlerdeki devasa yüklükleri andıran gömme dolaplara çocukları sığması zor olmamıştı. Ardından dersler bitince çocuklar ve delikanlılar evlerine dağılırken gizlice girivermişlerdi dolaplara. Sonra beklemek kalmıştı yalnızca kendilerine. İşin eğlenceli yanıysa hem acaba dolabı ararlar mı diye heyecanla beklemeleriydi, hem de yaşlı İsmail Efendinin –ki dershanenin öğretmenleri İsmail Amcayı böyle çağırıyorlardı- temizlik yaparken ki hareketleriydi. İki koca kapağın arasındaki birkaç milimetrelik boşluktan gördükleri kadarıyla, gün boyu sanki dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına ciddi duran koca adam, şarkılar söylüyor, kendi kendine konuşarak taklitler yapıyor, danslar ediyordu. Bir ara, kendi halinde olan her insanın yaptığını yaptı koca boşluğu inletecek kadar sesli gaz çıkardı. İçeride bekleyen çocuklar gülmemek için kendilerini zor tutmuşlardı.
Dışarı çıkan beş delikanlı, bir iki dakika sonrasında karanlığa alışmışlardı. Artık konuşmalarında ve ses çıkarmalarında her hangi bir sorun olmazdı. Ancak, çok büyük bir ses sokaktan ve meydandan geçenlerin dikkatlerini çekebilirdi. Aralarındaki iddia, sınıflar boyunca uzanan koridordan geçmek ve karanlığın diğer ucunda dipte bulunan kazan dairesinin karşı duvarında asılı olan levhayı almaktı. Nedeniyse, şimdiden kör bir kuyu gibi uzanan koridoru aşmak cesaretini göstermek ve sınıfın en güzel kızının gönlünü kazanmaktı. İddiaya girenlerden biri Samet’ti, diğeriyse Onur. Biri uzun ama zayıf bir delikanlıydı, esmer saçları dik, kürdan bacaklı, hani o dolaptan ilk çıkan kişiydi Samet. Diğeri, yani Onur orta boyluydu ve toplu bir çocuktu. Samet’in aksine kolları ve bacakları boğum boğumdu. ikisinin ortak yönüyse oldukça yaramaz olmalarıydı. Her ikisi de Yasemin’in övgüsünü almaya çalışıyorlardı. O Yasemin ki sınıfın en güzel kızı sarı bukleli saçları olan öğretmenlerinde hep aferin alan biriydi.
Günlerdir okulda efsane haline gelmiş olan ve daha gündüz, iki delikanlının da sıkça söz ettiği yarışmaya başlamak için hazır olmaları gerekiyordu ama gelgelelim ikisi de hazır değildi. Gündüzden yapılan meydan okumalar, verilen sözler, cesaret konusunda edilen yeminler şimdi beş para etmiyordu. Koridor, karşılarında karanlık ve dipsiz bir delik gibi uzanıyordu. Anlaşmaya göre sınıflara inen o yüksek basamaktan aşağıya yalnızca iddia sahibi, inecekti. İleriye veya geriye doğru koşmak veya geri dönüp arkadaşlarına seslenmek, yardım istemek kaybetme nedeniydi. Ne giderken ne de gelirken bağırmak, ıslık çalmak veya şarkı söylemekte yasaktı. Anlaşmayı oluşturan sözler, sınıfın güvenini kazanan Hasan tarafından tekrarlandı. İlk giden başarırsa levhayı alıp gelecekti. İkinci giden aynı levhayı yerine takacaktı. Kaybedenin, kazanan lehine kızla yakınlaşmaktan vazgeçileceğine dair sözler verildi. Hasan, hakem durumundaydı. Samet’te Onur’da kabul ettiklerine dair yemin etti. Tanıklar, Mehmet ve Selahattin de olanlar konusunda yemin ettiler. Madeni para havada döndü, yere düştüğünde Atatürk’ün resmi kendilerine bakıyordu. Kazanan Samet’ti, çünkü levhayı alıp gelmek daha kolay bir işmiş gibi görünüyordu.
Yasemin, sınıfın en güzel kızı, saçları iki belik, omzuna beline kadar inen sınıf birincisi olan kız için yarışacaklardı. Kazanan, Yasemin’le arkadaş olacaktı diğeriyse Yaseminin gözlüklü sivri çeneli arkadaşı Sineme yaklaşacak çıkma teklif edecekti. Yasemin ödül Sinem’se bir cezaydı. Samet ileri çıktı. Aslında karanlığın hüküm sürdüğü şu dakikalarda ileri çıkmak gibi bir lüksü yoktu ama Yasemin’i düşününce cesur olması gerektiğine karar veriyordu. Hasan ve tanıklar Samet’in konsantre olması için süre verdiler. O zaman beklemekten canı sıkılan tanıklardan Mehmet, usul adımlarla pencereye yaklaştı. Evde olmak, annesinin babasının yanında televizyon izlemek için neler vermezdi ki. Belediye meydanına bakan toz içindeki perdeyi hafifçe araladı.
Daha perde birkaç santim sola çekilmişti ki bir çığlık, önce fayans zeminde sonra plastik boyayla boyanmış duvarlarda yankılandı. Ayaklar, hızla pencereye yaklaştı, perde çekildi. Baktıklarında uzaklaşan beyaz bir baykuş gördüler. Kuş, karanlığın içinde hayalet gibi süzülüp küçük meydanlığı geçti ve karşıda duran, bir sıra dut ağaçlarından birine kondu. Önce başını bir sağa bir sola çevirdi. Başını o kadar çevirdi ki hayvanın kafasının arkasını görebiliyorlardı. Birkaç saniye sonrasında hiç kırpmadığı gözlerini kendilerine doğru dikmişti. Uzun bir süre bakıştılar karanlık pencereden, ardından duydukları baykuşun uzun ötüşleri kendilerine meydan okur gibiydi. Perdeyi ilk açan Mehmet o kadar korkmuştu ki. “Azrail burada, Ölecez… Ölecez” diye bağırıyordu. Selahattin’se daha temkinliydi ama onunda tepkisi “Ben eve gidiyorum” şeklindeydi ve çoktan kapıya yönelmişti.
Anadolu’nun birçok yerinde var olan efsane burada da etkiliydi. İnsanoğlu, kasabalarda ve şehirlerde de yaşama cesareti gösteren, yılan ve farelerle beslenen bu yönüyle faydalı bile sayılabilecek bir hayvandan ne isterlerdi bilinemez ama sözde bir binada baykuş öterse oralarda biri mutlaka ölürmüş deniliyordu. Baykuşlar, Azrail’in geleceğini hissederler kendi dillerince insanları uyarmaya çalışırlarmış. Hakem olan Hasan, ikisinin de önünde dikildi. Cebinden bir anahtar çıkardı, parmaklarının ucunda havaya kaldırarak arkadaşlarına “Bu iddia tamamlanmadan, kazanan belli olmadan kimse bir yere gitmiyor” dedi.
Samet’e kalsa olayı daha sonraya erteleyip hemen evlere gideceklerdi ama kafasındaki plana göre arkadaşının başaramadığını gördükten sonra “Benim denemem gerek yok nasıl olsa kaybeden belli” diyecek olan Onur, iddianın yerine gelmesi konusunda ısrarlıydı. “Bir kuştan mı korkacağız yoksa.” Samet çaresiz ve de hava da dönüp, yere düştüğünde yanlış yüzünü yukarı veren bir liraya içinden küfürler ediyordu. Gurup arkadaşlarını sakinleştirdikten sonra başlama çizgisine koridora inen yüksekçe eşiğin başına geldiler.
Samet’in zayıf ayak bileği ve zayıf ayağı eşikten aşağı inip, İlk adımı attığında kalbi güm güm atıyordu. Geriye dönüp arkadaşlarına baktı. Dört çift göz kendisine bakıyordu. . İlk adımda bir şey olmamıştı, bu iyi bir şeydi. Arkasından bir adım daha attı bir adım daha derken koridorun sağındaki ilk sınıfın kapısına geldi. Sarı boyalı kapı simsiyah görünüyordu ve duvar gibi dümdüzdü, kapalıydı. Mehmet Amca temizliğini yaptıktan sonra kapıları çeker, kilitlerdi. Her sanatkar gibi eserinin zarar görmesini istemezdi, en azından sabah kendi gelip kapıları açasıya kadar.
Birkaç adım sonrasında olaya kendini kaptırmıştı. Attığı her adımın kendisini hedefine yaklaştırdığını biliyordu. Hem zaten Yasemin kendisinden hoşlanıyordu. Eğer öyle olmasaydı kendisini gördüğünde sabahları gözleri parıldayarak “Günaydın” demezdi. Sağındaki ikinci kapıyı geçti. Aklından geçen adımlarını saymaktı ama heyecandan saymayı unutmuştu. Geriye döndü baktı, arkadaşları kilometrelerce uzakta gibiydi. Gözleri karanlığa iyice alışmıştı. Üçüncü kapıyı geçtikten sonra az bir yolu kaldığını biliyordu. Adımlarını şimdi sayabilirdi. Ama gerek kalmamıştı, kazan dairesinin kapısı bir metre önünde duruyordu. Devin zifiri gırtlağını geçtiğine, dibe vardığına kendide inanamıyordu. İddiayı kazanmasına çok az bir mesafe kalmıştı. Elini uzattı, karanlıkta seçemiyordu ama kapı kolunun oralarda bir yerlerde olduğunu biliyordu. Kafasını bir kere daha çevirdi. “Başardım” diye bağıracaktı ki konuşmanın diskalifiye nedeni olduğunu anımsamıştı. Karanlıkta kendini belli eden beyaz aluminyum kola tereddütle dokundu. Buraya kadar işleri yaver gitmişti. Kol tık diye indi ama kapı açılmadı. Bir daha denedi, bir daha ama kol aşağı iniyordu da kapı açılmıyordu. Denedi bir daha, bir daha denedi ama olmadı. O zaman aklına kapının kilitli olabileceği geldi. Parmaklarını kapıya sürttü, aşağıya doğru indirdi, anahtarı hissetti. Sağa doğru çevirdi. Tık sesinden sonra kapıyı dışarı doğru açtı.
Kazan dairesi koridordan da karanlıktı. Adım adım yürüdüğü koridorda, korkuyu atlatmıştı. Koridor boyu uzanan küçük pencerelerden zayıfta olsa ışık geliyordu. Kazan dairesindeyse hiç pencere yoktu, karanlık sanki bıçakla kesilecekmiş gibi yoğundu. Kafasını bir kere daha çevirdi. Kilometrelerce uzaktaymış gibi duran arkadaşlarını görünce içi biraz olsun ferahlamıştı. Burnundan derin bir nefes aldı rahatlamak için. Burnuna yanık kokusunu andıran bir koku geldi. Dedesinin öğrettiği gibi sağ ayağını attı eşikten içeri. Bastığı yerde gıcırtılar hissetti. Sol ayağını da içeri aldı. Yine ayağının altında gıcırtılar vardı. Spor ayakkabısının küt ucuyla biraz eşeleyince ayakkabılarının altında gıcırdıyan nesnelerin kül olduğunu tahmin etmişti. Zihni zehir gibi çalışıyordu; düzenli temizlenen bir yerde kül olabilir miydi?
Yapması gereken, yalnızca uzanmak ve karşı duvardaki saç levhaya yazılmış uyarı yazısını, asılmış olduğu duvardan almaktı. İşin, iddianın en zor aşamasındaydı. Ellerini uzattı, levhayı hemen kavrayacakmış gibi açılmış olan parmakları herhangi bir yere değmemişti. Bir adım daha attı. Şimdi yanık kokusu artmıştı üstelik değişmişti de. Yanık et kokuyordu, mangalda unutulmuş et kokusuydu genizini yakan. Üstelik buram buram terlemektedir. Aklına çocuklar arasında yaygın olan söylentiler geldi. Dershanenin içinde hayalet gördüğünü söyleyenlerde vardı. Çocukların arasında kor gibi parıldayan gözler gördüklerine dair yemin billah edenlerde vardı. Bu hikayeler bina daha dershane olmadan önce, bina henüz belediyeye aitken değilken bir işhanıyken yaşandığı söylenilenlerdi.
Öğretmenlerinin taktığı adla “Çırpı Bacak Samet” kafasını kaldırdı. Amacı duvardaki kart postal büyüklüğündeki levhayı uzanıp almaktır. Bir an durdu, bir ses duymuştu. Uzaktan, derinden gelen bir ağlama, bir bebek ağlamasıydı duyduğu. Delikanlı, içinden bir daha korku filmi izlemeyeceğine dair yeminler etti. Gözbebekleri, karanlıkta daha rahat görmek için büyümüştü. Kanında dolanan adrenalin tüm bedenini kurulu bir yay gibi germişti. Bir adım daha attığında, yerde kızıllıklar gördü. Duvar dibinde közler vardı. Kalbi, gögüs kafesinden çıkacakmış gibi atıyordu. Yardım çağırmak istedi ama dili tutulmuştu sanki. Ağlama sesini tekrar duydu, bu defa çok yakından ayaklarının dibinden geliyordu. Başını sağa çevirdi ve yere eğdi. Esmer tenli bir bebek alevler içinde yerde yatıyordu. Damarlarındaki dolaşan kan değil alevdi. Koşmak, gerisini geriye olabildiği kadar uzağa kaçmak istedi ama kazan dairesinin kapısı sert bir şekilde kapandı. İşte o zaman dili çözüldü ve imdat istemek için avazı çıktığı kadar bağırdı. Kazan dairesini dolduran alevler önüne çıkan her şeyi yutan canavar gibiydi. Küçücük yer genişlemiş bir ova kadar büyük bir hal almıştı. Yanıyordu, kavruluyordu. Yumruklarıyla saç kapıyı dövmeye başladı. Birkaç saniye sonrasında kapı açıldı.
Arkadaşları kendisine bakıyorlardı. Koridor ışıl ışıldı. Samet’in bağırışlarından sonra Hasan yakalanma korkusuna aldırış etmeden salonun ve koridorun tüm ışıklarını yakmıştı. Geriye döndü baktı, az önce duvarlarından ve tabanından kızıl alevler kusan kazan dairesi soğuk ve karanlıktı. Hasanın sorduğu “Niye kapattın kapıyı” sorusuna verecek cevabı yoktu. “Yangın” dedi, “Bebek” dedi ama arkadaşları yalnızca gülüyordu. İddiayı da, uzaktan uzağa beğendiği Yasemin’i de kaybettiğini anlamıştı. İleri sürebileceği hiçbir mazereti yoktu, anlatacaklarına arkadaşları inanmazdı, özellikle de Onur. İçeriye doğru döndü, kazan dairesine baktı, Eğildi, parmaklarının ucuyla zemine dokundu, beton üzerinde bir kum tanesi dahi yoktu, İsmail Amcaları her zamanki gibi işini çok iyi yapmıştı. Korku tüm bedenini ele geçirmiş olmalıydı. Derin bir nefes aldı, havada yalnızca mazot kokusu vardı. Ellerini az önce yana bedeni gördüğü köşeye uzattığında parmaklarının ucuna bir metal nesne değdi. Avucuna aldığında, parmaklarına dokunanın bir zincir olduğunu, zincirin ucunda da küçük bir nesne takıldığını gördü.
Beş arkadaş ağır adımlarla dışarıya yöneldiler. Sanki biri seslenmiş gibi Samet bir an duraladı. Az önce bütün bunlar olmadan önce Mehmet’in araladığı pencereye yaklaştı. Çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Karşıda dut ağacının üzerinden kendilerine bakıp öten kukumav kuşu hemen camın arkasındaydı. Bakışlarını kendisine dikmiş gözlerini kırpmadan öylece çocuğa bakıyordu. Samet bir kere daha ürperdi. O kolay kolay kaybetmezdi, belki bu akşam iddiayı kaybetmişti ama neler olduğunu anlamalıydı. Artık araştırabileceği bir konusu vardı…
- Mürşit - 1 Eylül 2024
- Sarm’ın Sonu - 1 Temmuz 2024
- Maratondan Kopmamak - 23 Mayıs 2024
- Küpe Bağları - 1 Şubat 2024
- Garip Bir Rüya - 1 Kasım 2023
Sanırım devamı olacak, uzun soluklu bir hikâye bu? Eğer öyleyse iyi bir başlangıç.
Dershanenin izbe atmosferini güçlü bir şekilde hissedebiliyoruz. Hikâye de bizi germesi gereken yerlerde gayet başarıyla geriyor. Karakterler daha sonraları iyi işlenmeye başlanacak belki, ama şu an için hepsi birer “tip” olarak kalıyor. Biraz daha kendi seslerini bulabilseler ilerisi için her şey çok keyifli olacak gibi.
Elinize sağlık. Devamı olacaksa takip edeceğim.
Günaydın:
Denememi okuduğunuza çok sevindim. Ve eleştirilerinizde de haklısınız. Eğer var olan tipleri biraz daha ete kemiğe büründürseydim o zaman öykü çok daha yer tutacaktı. Uzun zamandır kafamda var olan öyküler demetinin biri. Bir kaç tanesini daha önce göndermiştim. Yekta Paşa Konağı, Kardan Adam, öksürük gibi. Sanırım devamı gelecek… Bir başkası da dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama Ejder savaşçısı Hiçkimse başlığında devam ediyor. Kuzgun Kral, Uzaklardan Gelen Yabancı, Meşe Asa, Kaos Günü, Kambur Prens, Kayıp, Yıldız Taşı, Tizmengenin Oyuncağı,
Eleştrileriniz için tekrar teşekkür ederim.
Darly Opus yorumuyla benim düşüncelerimi de güzelce özetlemiş. Onunkine ek olarak bir iki şey daha söyleyebilirim.
Öncelikle kelime tekrarları… “daha” kelimesinin özellikle vurgulandığı kısımları hariç tutuyorum. Örnek; “Kazan dairesi koridordan da karanlıktı,” diye başlayan paragrafta ‘gibi’ sözcüğü en az dört kere tekrarlanıyor.
“Üstelik buram buram terlemektedir.” Bu cümle bence akışı bozmuş.
“Bu hikayeler bina daha dershane olmadan önce, bina henüz belediyeye aitken değilken bir işhanıyken yaşandığı söylenilenlerdi.” Burada da bir düzeltme yapılması gerekiyor. Kelime yanlışı düzeltilmeli. -aitken değilken- Cümle bölünüp, akışa daha uygun hale getirilebilir.
“Amacı duvardaki kart postal büyüklüğündeki levhayı uzanıp almaktır.” Almaktı, diye bitse iyi olurdu.
Bunlar benim gözüme takılan ufak tefek şeyler. Hikayede özellikle gerilim kısmını beğendim. Akıcı, güzeldi.
Elinize sağlık.
Gerçekten teşekkür ederim iyi yakalamışsınız. Nasıl gözümden kaçtığını anlayamadım üstelik hatalar o kadar bariz ki. Yazdıklarımı okuyan arkadaşlara hep söylediğim gibi… Şairin dediği gibi “Hiç bir şeyden çekmedi nasırından çektiği kadar, yazık oldu Süleyman Efendiye” Benim çektiğim se noktalama işaretleri ve imla hataları… (Aceleye geldi belki bu düzeltmede bile hatalar vardır)