Bozkır, hep yaptığı gibi, bağrında eritip terlettiği zamanın tüm hüznünü insan denen geçici ve kibirli canlının gönlüne dolduruyor ve onu umutsuz bir atalete sürüklüyordu.İkindi güneşi, dağların çevirdiği engebeli bozkırı, rüzgâra binmiş, dolaşıyordu. Gökte kümelenmiş bulutlar aheste gezerken, rüzgârın uçurduğu toz zerreleri, tepelerin dağladığı bozkırın cılız çalı dalları arasında savruluyordu. Tepeler, artık uyumaya giden güneşin eğik ışığını perdeliyor; manzaraya dağınık, yorgun, uzun gölgeler serpiştiriyordu. Sararmış arazi, beyaz bulutların kara gölgeleri altında, dağların yer yer yeşil yamaçlarını tutuyordu.
Yamacın tepesindeki çitlembik ağacı gölgesinden bu manzarayı seyreden hasta genç, bu ışık kısılmasını göğsünün içinde duydu, huzursuzlandı. Yanındaki iki çocuk ise, bir böcek bulmuşlar, bir bir ellerine aktarıyorlardı. Beni, dedi genç, eve götürün.
Amcası, on dakika yürüme mesafesindeki evlerinin sahanlığından yeğenini izliyordu. Bu engebeli tepeler arasında gezmeyi seven genç, yanına amcasının iki oğlunu da alır, onlarla oyunlar oynar, onlara hikâyeler anlatırdı. Amcası ise evlerinin sahanlığına geçer, şimdiki gibi, onları izlerdi.
“Eskisi gibi hızlı yürüyemiyor,” dedi amca, yanındakine: “bacaklardan derman götürür bu hastalık. Peki, neden benim başıma gelmedi bu dert? Hadi ağabeyime geldi, oğluna neden uğradı? Lanet gibibir illet.”
“Lanet dediğin, hastalıktan başka bir şey değil. Asıl lanet denilenin nasıl şey olduğunu bilir misin?”
Evin kapısı açılıp da, evin hanım kendilerine birer bardak ıhlamur ikram ettiğinde, sohbeti kestiler. Misafir, ikrama teşekkür etti. Evin hanımı içeri girdi.
“Bilmiyorum, bilmek de istemem. Anlatma sakın.” dedi amca.
“Bilmek de faydasız zaten.”
Alaca sıcak uzak dağları gözlerde titretiyordu.Sıcağın uyuşturucu etkisi aralarına girdi, bardakları boşalana kadar sustular. Genç ise eve yürüyüşünü yarıda kesmiş, dinleniyordu. İri bir çalının gölgesine çökmüştü.
“Sen gideli bilmem kaç sene oldu. Bu seni ikinci görüşüm. Geçen sefer değişmiş bir halde gelmiştin buraya. Saçın sakalın uzundu, ikisinde de örgüler vardı. Şimdi öyle değilsin, tekrar bizden birisin. Geçen sefer geldiğinde senle konuşmayışımın sebebi, seni bir yabancı saymamdı.”
“İnsan su gibidir, durduğu kabın şeklini alır.”
“Değişkenliğin fazlası hayırdan değildir.”
“Suret değiştirmek var, gönül değiştirmek var, söz değiştirmek var, akıl değiştirmek var, tavır değiştirmek var… Hangisini değiştirmek hayır, hangisini değiştirmek şer?”
Suratı afallamayla gerilen amca, kafasını çevirip misafirinin renkli gözlerine kavuşunca gülümsedi. Bıyıklarını düzledi. Bulutların beyaz karınlarına baktı. Bundan sonra hep burada mı kalacaksın, diye sordu.
“Kalacağım, ama uzun boylu değil.” dedi misafir, paçalarının tozunu silkerken. “Şöyle bir uğradım işte. Ağabeyinin defninden sonra yeğenini yanına aldığını söylediler. Başın sağ olsuna geldim.”
“Sağol.” dedi amca, iç geçirdi. “Yeğenimi yanıma almam neyi değiştirir, ölüm onu yanına almak istedikten sonra. Kalbi şimdiden sıcaklığını kaybediyor. Çıkma bu ağır havada dışarıya diyorum, dinlemiyor.”
“On sekiz yaşında, söz dinlememesi acayip değil.”
“Değil, evet. Ama bu yaşta hasta olması acayip.”
“O da acayip değil. Olacaklardan kaçamazsın. Gelecekse hastalık, insanı on sekizinde de bulur, otuz beşinde de, yetmişinde de.”
Amcanın yüzü asıldı. “Bu çocuk daha çok genç. Yaşamaktan ne anlamış, ne görmüş, neyin tadına bakmış?”
“Ağabeyin onca sene yaşadı. O kadar senede yuva kurdu, savaştı, çocuk büyüttü. Kendisi öldü, onca emeğini geçtim, şu genç adam ortada kaldı. Bu çok mu iyi bir durum?”
“Ölümün hiçbir türlüsü iyi değil galiba.”
“Ölüm… Ölüm iyi değil. İyi olsa, ululara mükâfat diye uzun ömür değil, tez ölüm verirdi Kayra Han. Melezler bile bizden uzun yaşar da, biz tez ölürüz. On iki uluslu insanlık, baştan ayağa günah. Ölüm bile günah. Son günahı da işleyip, terk ediyoruz acunu.”
“Taşlar ölmez. Ama bir baba ölmek zorunda ve oğlu da kendisini mi takip etmeli? Kim yarattı bu ölümü?”
Misafir kollarını kavuşturdu. Ev sahibinin yüzüne baktı. Benden cevap mı bekliyorsun, dedi.
“Evet. Senden cevap bekliyorum. Boşuna mı gezdin o kadar tekkeyi. Kaldı mı ki girmediğin, bilmediğin bir ayin. Gezmediğin bir yöre var mı koca dünyada. Söylesene kimdir ölümü yaratan? Yaratan, diyorum, sahip olan değil. Kutuplar, iyeler deme bana.”
“Ölümden korkuyor musun?”
Amca hararetle öksürdü. Sonra gözleri genç yeğeninin üzerinde sabitlendi. Evet, dedi. Korkuyorum, hem de çıldıracak kadar.
“Yeğenin de korkuyor mu?”
“Ölümden korkmayan var mıdır? O da korkar tabii.”
Güneş bulutların arasında yüzerken, dağlar tüm vakarıyla ve asaletiyle bulutlara dokunuyordu. Bozkırın tüm varlıkları eşitleyen sıcağı… Bu sıcak altında ne mücadele edilir, ne itiraz edilirdi. Gücüyle varlığın tüm ateşini emiyor, kendinden başka bir tutku koymuyordu meydanda. Bu sıcakta ancak itaat edilirdi.
“Ölümü yenmek mümkün değil. Ölüme diz çökülür ancak. Ama insanın bilincini sürdürmek dersen, işte bu mümkün.”
Misafiri son kelimeyi söylediğinde, ev sahibi de sandalyesinin kolunda tuttuğu ritmi saldı, parmağı sandalyeye indi, bir daha kalkmadı.
“Han Tili sefer emri verdiğinde, bilmem kaç okkalık baltamı elime alıp da Pirig kentlerine daldığımda çok ölü gördüm. Ama bırak bilinçlerinin sürdüğünü, sürünebildiğini bile görmüşlüğüm yok.”
Misafir ayağa kalktı. Taş yapı evin ahşap çatısını destekleyen, Orta Yöre usulü taş üstüne ahşap sütunlardan birine yaslandı, kollarını kavuşturdu. Güneş saçlarının ardını yalıyordu. Yüzünü tepelere döndü. Ev sahibinin çocuklarından biri onu gördü, el salladı. Misafir gülümsedi, elini havada yüzdürdü. Ev sahibine bakmadan: “Han Tili sadece öldürmekten anlardı. Anladığı dilden de son sözünü söyleyip, bu dünyadan gitti. Yaşatışı hiç gördün mü?” dedi.
Ev sahibi arkasını dönüp, evinin pencerelerine baktı. Karısının içeride olduğundan ve kendilerini dinlemediğinden emin oldu, evden kap kacak sesleri geliyordu. Misafirine hitaben: “Boş laf”, dedi: “Dünyada ölümden başka doğru yoktur.”
“Dünyada umuttan başka tutunacak dal da yoktur. Emin olursun, yalan bulursun; güvenirsin, aldatılırsın. Şu ulaşamadığımız, bize yasak dağların tepelerindeki ulular bile deprem gelip de şehrimizi başımıza yıkmasın diye dua ederler. Bart her yerdedir, Hazra’yı hiç görmedim. Ama umut bunlara rağmen var ve var olmaya devam edecek. Sana yalan söylemiyorum. Yaşatanları gördüm. Bedensiz, evet; ama bilinçsiz değil.”
“Elimle dokunmadığım, hayat sıcaklığı taşımayan bir yaşam neye yarar? Ölmüşsem, bıraksınlar da ölü kalayım.”
“Kendin için bunu istemek kolay. Ya sevdiklerin için, tanrı gibi, onlar bilmeden bu imkânı sunabilsen… O zaman da, bırak ölü kalsınlar, diyebilir mi insan?”
Ev sahibi sinirli gözlerini misafirine mıhladı. Anlamıyorum, dedi.
“Yeğeninin ne kadar ömrü kaldı? Bu illeti, ailende kuşaklar çekiyor. Halinden ömrünü tahmin edebilirsin sanıyorum.”
Amca biraz düşündü, en fazla iki yıl daha ömrü var, dedi.
“Yanan Dağın da ötesinde,” dedi misafir ve tekrar sandalyeye çöktü, oturağını ev sahibine çevirip öne eğildi: “dünyanın sonuna yakın bir köyde, iki yıl yaşadım. Bana nereden geldiğimi, neye inandığımı hiç sormadan beni yanlarında ağırladılar. Kraliçelerinin sarayında uzun süre bulunmuş ve ondan çok ilim öğrenmiş bir kadına hürmet gösteriyorlardı. Bana neye inandığımı sormadılar ama ben onların neye inandığını anlamakta gecikmedim.”
“Ee?”
“Açık ve basit konuşacağım, çünkü bilmediğim detayları sana anlatamam: O kadın bir arifi tanıyor. O arif, bedeni ölse de, yeğeninin bilincini canlı tutabilir. Yeğenin kırlarda dolaşmaya ve siz çağırırsanız meclisinizde bulunmaya devam edebilir. Bedensiz, ama bilinçsiz değil.”
Amca afalladı, sonra gülmeden edemedi: “Dünyayı gezdim diyorsun. Diğer taraf ve adalar haricinde her yöreyi gördüm diyorsun ve bana gelip, işgalcilerim şarlatanlıklarını mı satıyorsun?” Bu neşeyi bir öfke takip etti: “Yeğenimi öne sürüp, hastalığından faydalanarak!”
Misafir geriye yaslandı, ellerini havaya kaldırdı: “Bahsettiklerim, işgalci değil. Bizim ulusumu da kendi işgalciliğini hemen unutuveriyor. Ben, çıkarım var demedim. Yeğeninin ömrü uzayacak da demedim. Hastalık, bıçkısıyla iş görmeye devam edecek. Kanun böyle. Soy insanı terk etmez. Ben sadece görüp bildiğimi sen de bilesin diye sana anlatıyorum.”
Amca, tek bacağını sinirlice sallamaya başladı: “Bu bahsettiğin arife, melezdir de dersen hiç şaşırmayacağım.”
“Melezlerle de çok oturup kalktım ve zararlarını görmedim. Kutupların yarattıkları arasında, doğuştan kötü olan canlı yoktur. Herkes kendi kanununca yaşar.”
“Her şeyi de biliyorsun. İşte bu, her görüp duyduğuna inanmaktan daha büyük bir kusur.”
Misafir ellerini indirdi: “Yeterince inandığın her şey gerçek olur.” dedi: “Gerçek dediğin, sadece inandıklarındır. İnanan kimse kalmadığında, tanrı bile yok olur. Anlattıklarıma iman edenler var. Umut inandırır insanı belki. İnandırır, öldürür. Ama yine de kötü müdür? Akına gittiğinde, tüm anakara ordumuzun altında titrerken, yenilmeyeceğine inanıyordun. İnanmasan, fanatik Pirig atlılarının fışkırdığı dağlardan nasıl sağ çıkardın? İnsanı yaşatan umuttur, inançtır derler eski dostum. Bu söz doğrudur. Ben sadece bir aracıyım, satıcı değilim. Tekrar ediyorum: Bunları bil diye anlatıyorum.”
“Aracı? Neyin aracısısın? Yoksa bir derviş oldun da, o peşine takıldığın arifin tekkesini mi kuracaksın buraya? Bu yüzden mi tekrar bize benzettin suretini de, aramıza döndün?”
Misafir sinirlendi: “Sen buradan bir kez çıkmışsın, o da savaşmak için. Siz kasabalılar, bu taş yığınlarına sıkışmışken, dünyayı görmüş olan beni nasıl kabulleneceksiniz? Sizin gibi görünmüşüm, ne fayda. Yeter mi bu benden uzak durmamanıza, beni hor görmemenize, saraylarınıza kabul etmenize? Ben buraya döndüm, ancak yalnız anam için.”
“Anan yaşlı ve hasta. Yeğenimden önce toprağa karışacağı kesin. Eğer yaşatmak niyetin var ise, ananı yaşat, ölümden sonra. Sırf merak ettiğimden soruyorum, ne yapacağız da benim yeğenim, canı bedenini terk etmişken yaşayacak? Ha, kusuruma bakmayasın beyim: Madem kasabalı değilsin, hep yanında gezdirdiğin asil çenen, bencileyin kuluna, bu sualimin cevabını bağışlar mı?”
Misafir bezgince güldü, iç çekerek uzak dağların zirvesine baktı: “Aslında söylemesem daha iyi, çünkü inanmıyorsun. İnanmayanı aklın almayacağına ikna etmek zordur. İnanan ise her gün sürdürür bu zaafını.”
Amca güldü, söyle, dedi.
“Günah benden gitti. Bir ayin olacak,” dedi misafir iç geçirerek, kara gözlerine çöken kaş bulutunun altından: “Arif uzağı yakın edecek. Yeğenin can verince soğuk bedeninin yanına çökecek. Merhumun kalbini göğsünden sökecek ve yiyecek. Böylece yeğeninin ruhu, arifin aklında dolaşacak. Arif onu salıverdiğinde de serbestçe dolaşacak. Bedensiz, ama bilinçsiz değil. Yeğeninin sureti değişecek, aslı kalacak. Onu daha uzun süre diri tutmaya hekimlerin gücü yetmez, yalnız bu usul…”
“Yeter… Duyduğum bana yetti. Kaybol buradan.”
Soluklarını birbiri ardına dizen ev sahibine bakan misafir, ayağa kalktı, gömleğini düzeltti: “Anlatmamı sen istedin. Hâlbuki uyarmıştım. Şimdi gidiyorum.”
Ev sahibi de ayağa kalktı: “Gitsen ne fayda. Gönlüne denge bozucuların köşkünü kurmuşsun. Dengeden nasipsizsin.”
“Doğru,” dedi misafir: “insan geçmişini de, kafasındakini de hep yanında taşır. Ama zannediyorum ki, sen katil ve tecavüzcü olmak hissiyatıyla nasıl yaşıyorsan, ben de bu umut dağıtıcılıkla o şekil yaşarım. Yalancılık de, düzenbazlık de, ne dersen de.”
“Sen… Ne dedin?”
Misafir, şaşkın ev sahibine bir adım attı: “Savaşta ettiklerinizi tüm köy biliyor. Kadınlarınız biliyor, analarınız biliyor, kardaşlarınız, dahi babalarınız biliyor ama konuşmazlar. Susarlar, çünkü galiptik öyle değil mi? Galibin suçu olmaz. İçkili sofralarınızdan, bardaklarınızdan taşan muhabbetlerinizi, sulu ağızlarınızla andığınız masum kadınları hep hatırlıyorum. Tövbe etmek seni şimdi iyi biri mi etti? Lanet deme üzerinizde gezen hastalığa. Belki günahlarınızı döküyordur. Belki bu genç yeğenini de, ailesinin kötülüğünden kurtaracaktır.”
Ev sahibi kemerinden uzun, ince bir çakı çekip, misafirinin karnına dayadı:
“Delisin sen. Beş dakika önce dediğin, şimdi dediğini tutmuyor. Tüm zırvanı, zehirli deyişlerini al, defol git buradan. Karım bilmedi, çocuklarım görmedi, ben işitmedim. Ama bu dediklerini bir daha duyarsam…”
“Öldürdüğünüz adamların zayıflıklarını nasıl anlatırdın, onu da hatırlıyor musun? Bir anlık boşlukları yüzünden öldürdüğün adamları, güçsüz süprüntüler gibi anlatırdın. Beni öldürsen, olayı nasıl anlatacaksın halimi soranlara?”
Amcanın yüzü daha da gerildi: “Ben diyeceğimi dedim. Senin gibi anasını da kardaşlarını da en zor zamanlarında terk edip, babasını gömer gömmez kayıplara karışan adam mı kıymete binecek ortadan kaybolunca? Kardaşların sen yokken neler çekti, anan nasıl taş yedi de karnım ağrımaz dedi biliyor musun? El kadar çocukken başladı çalışmaya biraderin. Şimdi o ağır yüklerin altına gire gire kambur oldu. Git umut tüccarlığını onlara yap. Git hesap soracaksan kendinden sor. Hem git, yaşayacaksan başka bir yerde yaşa. Benim soluduğum havadan solutmam sana, vallahi solutmam.”
“O kadar günah işledikten sonra, başkasının ettiğine saldırıp, ondan günah çıkartacak temizliğe erdin öyle mi? Tabii, tövbe ettin ve geçmişte kodun ettiklerini… Ben de mi tövbe edeyim?”
Misafir, bu lafları ederken öfkeyle dalgındı. Ev sahibi bu boşluktan yararlanarak, serbest kolunu misafirin beline doladı, bıçağı tenine bastırdı: “Evime, toprağıma girmeye tövbe et. Bana dalaşmaya tövbe et.” dedi.
Misafirin gözlerinde korku at saldı, göz bebekleri büyüdü. Ev sahibi, misafiri sürükleyerek evin ardına, penceresiz boşluğa çekti. Misafir dirense de, gücü iri adama yetmedi. Nefes nefeseydiler.
“Ya, işte böyle emmoğlu.” dedi ev sahibi: “İnsan ölümden korkar. Sahi, senin korkmaman lazım. Ne de olsa kalbini yedirir, diriliverirsin. Korkma, geberdiğinde bu işle de ilgilenirim. Yediririm kalbini şıhına.”
Güneş, gökte dolanmış, ev sahibinin elindeki bıçağı parlatıyordu. Hava akşama çalıyor, bozkırı saran korkunç umutsuzluk büyüyordu. Bulutlar bile altın sarısı toprağın rengini değiştirmekten acizdi, göğü terk ediyorlardı. Yaman sıcak olacaktı gece.
Ev sahibinin oğulları, ettikleri sohbetten sıkılıp kafalarını eve doğru kaldırdıklarında, misafiri evden uzaklaşır gördüler. Babaları, elinde parlayan bir nesneyle, dikkatle misafiri izliyordu. Hasta olan genç yeğenin tek düşündüğü ise, şimdi bu bozkır acısıyla beraber ciğerine çöken sıkışıklığı atabilmekti. Zaman zaman daralırdı nefesi. Ciğerleri havayla güzelce bir dolabilse, genç şu darlığı atabilse, dünyada ondan mutlusu yoktu. Göğün maviliğine başını dikti, kendi kendine sayarak nefeslerini genişletmeye çalıştı: Bir, iki, üç…
Gene mükemmel gene sürükleyici. Diğer öykülerinizle olan bağı kurdum. Dünya şekilleniyor. Sizin öykülerinizde gördüğüm en iyi şey – ve de en mühimi- , Batı’yı yerlileştirme yerine Batı kafasıyla Doğu’da birşeyler üretmeniz. Başarılarınızın devamını diliyorum…
Öncelikle içten yorumunuza teşekkür ederim. Tespitiniz gayet yerinde, fakat tespitinize şunu eklemek isterim: Ben bir Türkmen çocuğuyum ve Anadoluluyum. Kendimi Türk olduğum kadar, Anadolunun tüm milletlerinden de sayarım. Çünkü burası başlı başına bir medeniyet diyarıdır. Dolayısıyla benim asli vazifem, Türk ve Anadolu milletlerinin tüm kültür ve tarihini, tamamına nüfuz ederek, yeniden üretmek ve bunun edebiyatını yapmaktır. Eğer sadece Türk edebiyatını değil dünya edebiyatını da hedefliyorsam bir numaralı önceliğimdir aynı zamanda. Yazınıma hep bu pencereden bakarım. Bu öyküde karakterlerimin isimlerini zikretmedim, ama okuyanın bu diyardan insanlarla karşılaşmasını hedefledim mesela. Tüm Türk yazarlar bu noktada bir tavır geliştirirse, en azından bilinçlenirse, benim için bir kardır.
Evet dünya bu platformda ve zihnimde şekilleniyor. Bu süreci hep beraber görmek dileğiyle, yorumunuza çok teşekkür ediyorum.
Müthiş bir yeteneğiniz var. Dili kullanışınız ve hakimiyetiniz harika. En başta yaptığınız bozkır tasviri beş duyunun çok ötesindeydi, bozkırın karakterini fiziği ve metafiziğiyle anlamış ve anlatmışsınız. Bu tavrınız öykü boyunca sürüyor. Bu öyküde yerel kelimeler kullansaydınız, geçen aykinde olduğu gibi yani çok daha etkili olurdu bu açıdan bakınca. Ayrıca siz bence bir düşünür, bir filozofsunuz. Etrafta çok vardır okuduğunu ve duyduğunu düşünebilenler ama sizde yeni bir şeyler var. Aynen bu şekilde devam edin zira ancak böyle yazarlar kalıcı olabiliyor, diğerleri kendini ve müşterisini eğlendirip tarihten çekilip gidiyor. Sizi takip etmeye devam edeceğim, burada yayımlanan üç öykünüzü de okudum en iyisi buydu. Bence internet sitenizi geliştirseniz, eklemeler yapsanız bir de üyelik koysanız süper olur. Bundan sonra ayda bir girip bakacağım sitenize. Ayrıca başka yerlerde yayımlanan öykülerinize nasıl ulaşabiliriz? Bu sorumu da cevaplarsanız sevinirim, başarılar.
Merhaba Mural Bey. Türkçe’de yetenekli olduğuma dair övgünüzeki teveccühünüze teşekkür ederim. Dildeki yeteneğin geliştirilebildiğine inanıyorum. Okumakla, üretmekle dil yeteneği ilerliyor. Asıl özgün olan işin gönül ve fikir boyutudur diye düşünüyorum, benim üzerinde asıl emek verdiğim kısım bu, takdir etmenize sevindim. Filozofum diyemem kendime, o benim hadsizliğim olur ama sizin nispetiniz beni mutlu etti. Yirmi dört yaşımda bir fikir ve Türkçe emekçisi olarak görüyorum kendimi. Yiyeceğim kırk fırın ekmek var. İştah açtınız, var olun.
İnternet sitem, bence gerekli sadelikte. Adım büyürse kendisi de büyüyecektir, ama önerinizi aklıma yazacağım. Diğer öykülerime nasıl erişilebileceği hususunda bir düzenleme yaptım: http://gokhantiritci.com/yasam_oykusu.html
Beni sevindirdiniz, yeniden buluşmak dileğiyle esen kalın.
Mural bey’e katılıyorum. Yani şöyle bir şey, tasvir olara siz sadece fiziksel olarak bir görüntüyü veya sesi başka bir imgeye benzeterek anlatmıyorsunuz. Nasıl göründüğü ile değil aslında ne olduğu ile ilgileniyorsunuz. Ben de o sıcakta o akşamüstü bozkırın ortasında olsam ben de scağa itaat ederdim ben de çaresiz hissederdim. İşte asıl güç, gücünüz burada. Dünyayı çok iyi anlayıp çok iyi anlatabiliyorsunuz bir de dolaysız, saf bir gerçeklikle önümüze koyuyorsunuz. Ben hikayenizi okurken eğlenmiyorum, siz şov endüstrisi adamı değilsiniz. Eğlenmiyorum ama çok etkileniyorum. Dediğim gibi şov yapmıyorsunuz (bu doğru bir tabir mi bilemedim kusura bakmayın), ben sizin öykünüzü okuyunca karşımda bilge bir adam görüyorum. Tolstoy okurken ne görüyorsam o şekilde. Benzetme biraz iddialı oldu ama bence siz bu sunuz.
Tabii eksikler de yok değil. Bence siz olay öyküsü de yazmalısınız. Diyaloglarınız çok başarılı ama olay kurgunuzu da ön plana çıkarırsanız iyi olur. Sizin tarzınız değil gibi, ama ben görmek isterim.
Başarılarınızın devamını diliyorum.
Cem Bey yeniden merhaba. Aslolan manadır. Bu konuda hemfikiriz. Dünyada olmuş olan her şey, yeniden olmaktadır ve yine olacaktır fikrindeki temel ateşleyici de budur: Suretler ve özneler gider, mana ve olaylar baki kalır. Manayı bu kadar önemsemem bundan. Yepyeni, özgün şeyler düşünmediğime inanıyorum. Kimse de ben tamamen özgünüm diyemez. Eskiden başkalarının düşünüp yaşadıkları, ben düşünüp yaşadıktan sonra da, başkaları tarafından düşünülür ve yaşanır. Çember bakidir sadece.
Amacım eğlence üretmek değil, bu meseleyi takdir etmeniz beni mutlu etti. Piyasa olmamış ve olmayacak, herkesin sevip beğenmeyeceği ürünler ortaya koymaya çalışıyorum.
Tolstoy benzetmeniz beni hem sevindirdi hem korkuttu. Asla Tolstoy’un dengi değilim tabii, had bilirim -ki bilmesem bile bu kadar ileri gitmem özne olarak- ama o yakıştırmanıza layık olmaya çalışacağım. Umarım bir gün, sanmıyorum ama, o rütbeye, o lige çıkarım.
Arkaplanda bir sürü olayın geliştiği bir zaman aralığından anlar yakalıyorum, bunu öykü tekniğine daha uygun görüyorum. Ama olay hususundaki önerinizi de dikkate alacağımdan emin olabilirsiniz.
Var olun, esen kalın.
Hoş bir öyküyü kaleminizden okumuş oldum yine. Kıyıda köşede kalmış ayrıntılarınız her ay biraz daha netleşiyor. Diliniz ağır değil ama hafif de değil insan cümleleri şöyle bir kafasında çevirmek durumunda kalıyor. Belki daha kısa cümleler kurabilirsiniz. Anlatımınızı daha etkili yapar bu. Bu öyküde karakterlerinize isim vermemeniz beni biraz zorladı. Negatif olarak onu belirtebilirim.
Her öykünün altına bir fikir sıkıştırabiliyorsunuz. Her ay belirlenen apayrı temalara çok kolay uyum sağlıyorsunuz bunu ayrıca takdir ediyorum. Merakım sürüyor 🙂 Bşarılarınızın devamını dilerim.
Elif Hanım, tekrar merhaba. Cümleler kısalabilir haklısınız. Üzerinde çok düzenleme yapmadığım bir öykü oldu bu. Karakterlereisim vermedim zira okurun onlara isim bulmasını istedim. Zira bu öykü tip ağırlıklı bir öykü, karakter kullandığım bir öykü değil. Anadolu’da bir köyde, azıcık da olsa bulunmuş bir insanın yakalayabileceği altı adet tip kurgulamaya çalıştım. Temalara uyum sağlamaya gayret ediyorum, ama çok başarılı olduğum söylenemez. Temaları göndermeler şeklinde kullanıyorum. Özellikle fikirlerimi vurguladığınız için teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim. Yeni öykülerde görüşmek üzere.
Öykü çok hoştu. Çok sürükleyiciydi ve üslubunuz harikaydı. Ayrıntılar öyküye çok iyi yedirilmiş. Daha da ilginci, ayrıntılardan anladığım kadarıyla bilmediğimiz bir dünyada geçen bir öyküyü, öyle bir dille anlatmışsınız ki sanki Anadolu’nun bir köyünde geçiyor. Hayran kaldım.
Okan Bey, merhaba. Övgünüze teşekkür ederim. Hep dediğimi yine diyeceğim, böylece de vurgulamış olayım, bir insanın coğrafyasını veya toplumunu anlatmama şansı yoktur. Bazen rastgeliyorum. Türk bir yazar, İngiliz isimleriyle veya Amerikan öykünmesiyle hikayeler kurguluyor. Neden ucuz ve silik İngiliz-Amerikan Edebiyatı üretelim? Bir İngiliz, Amerikan zaten bizi ne kadar dikkate alır bu meselede? Taklitçileri kimse sevmez, özellikle taklit edilenler dudak büzer. Bir yazar, dünyasını kendi yaratablir, karakterlerine farklı isimler uydurabilir, ama eğer ABC milletinden ise, öyküye ABC motiifi koymalıdır. Dünya yazınında bir ağırlık sahibi olmak için başka bir şans yoktur. Ne kişiler, ne milletler için, edebiyatları kültürünü yansıtmadıkça buna mümkünat yoktur. Özgün olmak, tarz sahibi olmak, farklı olmak, derin olmak ne kadar önemliyse, kültür sahibi ve olgun olmak da o kadar önemlidir.
Beğenmenize sevindim. Umarım yeni öykülerde yine buluşuruz, sağlıcakla kalın.
Öykü, şu anımda tek seferde okumamı engelleyecek kadar uzun olduğu ve başlangıcından anladığım kadarıyla da dilsel ifadelerin ince ince işlenmesi sonucu oluşturulduğu için sadece temel konulara değineceğim yorumumda.
Harika bir giriş olmuş. Normalde, paragraf boyunca sürek kelime tekrarları ile ilgili pek değişmeyen fikirlerim vardır. Burada o fikirlere kapılamadık pek, Bozkır’ı adını büyük harfle yazmamı sağlayacak kadar gerçek ve öykünün karakteri olacak kadar da canlı bir varlık gibi aktarmışsın. Harika bir girişti. Pek sık göremiyorum bu tarz güzelliklerİ.
Özellikle, sahnenin betimlemesinden konuya yaptığın yumuşak geçiş çok hoş olmuş. Hareketli bir tablonun öyküsünü tek bakışta görmek ama dilsel sınırlamalardan dolayı kare kare ifade etmek gibi…
Öyküyü çevrimdışı okuyabilmek için bir programa kaydediyorum. O programın yaptığı bir hata da olabilir ama çook tek tük birkaç noktalama hatası gördüm. Belirtmeye bile değmez.
Yine de, şu cümleyi özellikle belirtmek istedim:
““Sen gideli bilmem kaç sene oldu. Bu seni ikinci görüşüm” anlatımla ilgili minicik bir sıkıntısı var galiba. “Seni o zamandan beri ikinci defa görüyorum” gibisinden bir ifade daha doğru olurdu sanki. Şu halde ne zaman ve kaç kere gördüğü pek anlaşılamıyor.
Sanırım bu öykün de bir önceki öykünün geçtiği diyarda geçiyor. Tanışıklık, bunu daha çok sevmemi sağladı sanırım.
Yine de, anlatımındaki(ve,henüz bitirmemiş olsam da, kurgundaki) ustalığın sadece basit bir tanışıklıkla anlatılamayacak kadar etkili.
Yine de, bir konunun dikkatimi çok fazla çektiğini söylemeliyim. Önceki öyküde de bir tür acıma duygusu uyandırmaya giriştiğini sezmiştim, bunda da. Sanırım başka yerlerde başka öykülerin de var. Genel tarzın mı bu şekilde? Buradan baktığımda her şey o kadar “kitabına uygun” görünüyor ki okuyucudaki memnuniyeti ve beğeniyi arttırmak için özellikle bu duygulara(şefkat ve acıma) yöneliyor gibisin.[bu kısmı sonradan ekliyorum. Gerisi Hikaye’nin Poe ile ilgili bölümünde, onun yazarlığı bir tür ince işçilik gerektiren zanaat olarak tanımladığını görmüştüm. O bağlamda kurdum bu cümleleri] Çok klasik ama çok güçlü bir taktiktir. Uygun şekilde uygulandığında da severim(seninkilerde sevdiğimi söylemeliyim)
Bu konuda tek bir şeyi sormak istiyorum, eğer ki yukarıdaki çıkarımımsı şeyimde haklıysam ve etkileyicilik için bu şekilde çalışıp tüm öyküyü özenle, bir zanaatkar amaçlılığıyla dokuyorsan, acaba “içinden geldiği gibi” ve üzerinde kesinlikle herhangi bir amaca hizmet etmeyen oynama yaptığında nelerden bahsediyorsun acaba?
Elbette, çıkarımımsı şeyimde fena halde yanılıyor olma olasılığım aşırı dercede yüksek. Sadece bir sezgim üzerinden merak ettiğim bir şeyi öğrenmek istedim. Umarım kabalık etmiyorumdur.
[bu kısımı sonradan yazıyorum. Belki de bahsettiğim duygu yaratım girişimi sana özgü bir davranış değil de diyarın temasınıyla ilgili bir şeydir? Derzulya serisinde de benzer bir durum vardı. Herkes ironik bir şekilde acı çekmekteydi]
Bart ve Hazra’nın ne anlamlara gelebileceğine ilişkin bilgimi tazelemek için sözlüklere baktım ve çok hoş bağıntılar kurdum. Burada evrene içkin tanrılarmış gibi bahsetmişsin. Gördüğüm anlamlarla bu büyük harfli varlıklar arasındaki bağıntı çok hoşuma gitti.
Tırnak içine alınmadan, virgüllerden sonrasına “dedi” diyerek yaptığın sözlemler, öykünün bölümleri gibi yerleştirilmişler. Çok hoşuma gitti bu durum. Güzel bir teknik.
Hımm. Sanırım misafir karakteri bir dişi? Dişi karakter görmeyi çok sevsem de onların cinsiyetine ilişkin bilginin ilk karşılaşmada değil de sonraları verildiğinde şaşırmaya benzer bir tepki vermem beni rahatsız ediyor. Klasik feminist teoridir ama sanırım ben de erkek egemen dünyanın zihnine kapılmışlardanım. Bunu tekrar ve tekrar hatırlatarak kendi zihnimdeki eksikliğin vurgulanmasını güzel karşılıyorum. Hoş bir şey yapmışsın(umarım öyküyü yanlış anlamadım bu noktada?) karşılaştığım her karakteri otomatik olarak “erkek” diye algılamamam gerekirdi.
Hımm. Sonraki paragraflardan anlıyorum ki yanılmışım bu noktada. Misafir karakterinin cinsiyeti hiç bir noktada belirtilmemiş. Bu durumda, şu kısımda bazı sorunlar yaşadığımı söylemeliyim anlama bağlamında:
“Bana nereden geldiğimi, neye inandığımı hiç sormadan beni yanlarında ağırladılar. Kraliçelerinin sarayında uzun süre bulunmuş ve ondan çok ilim öğrenmiş bir kadına hürmet gösteriyorlardı. Bana neye inandığımı sormadılar ama ben onların neye inandığını anlamakta gecikmedim.”
Konukseverlik belirtilerinin ardından hürmet edilen bir kadından bahsedilmesi bende o kadın=misafir karakteri birlikteliğini oluşturdu.
Karakterlerin tepkileri çok gerçekçi. Üzerinde uğraşılmış bir öykü bu, veya yazan kişi bir hayli yetenekli.
Şu anda diğer yorumları göremiyorum fakat o yorumlar arasında, kullandığın “İslami” kavramlara değinen bir tanesini görürsem şaşmazdım. Çok hoş bir şekilde uyarlamışsın tekke, arif ve benzeri şeyleri. Gezgin bilge imajı da buradaki Misafir’e tamamen oturuyor. Zaman Çarkı’ndaki Uzaktezgini Jain’i anımsattı bana. Ama Misafir biraz daha erdem ve irfan sahibi.
Belki dikkatimi henüz çektiği için yanılıyor olabilirim ama öykünün başlarında pek de köylü dili kullanmazken sonlara doğru kurdurduğun cümleler biraz… Köylü cümlelerine benziyor. Ulak filmini izlemiş miydin? Oradaki gibi olmaya başlamış sanki zamanla.
Ah, sonu harika olmuş. Bu öykünü bir ay öncekinden kat kat başarılı buldum. Böylesi bir güzelliği oluşturup paylaştığın için de teşekkür ederim.
Bilemiyorum bir kitabın var mıdır ama yoksa bile, Misafir’in öykülerini dinlemek istediğimi buradan bildiririm.
Genç karakterin dertleri ile öykü boyunca bizi takip eden durum arasındaki çapraşık ilişki de şok hoş bir geçişti. Bu konuda söylemek istediklerimi şu an yazamayacağım ama okuyanlar anlayacaktır elbet.
Birkaç yerde noktalama ve yazım yanlışı gördüm. Eksik harfler falan vardı. Tek tek belirtmek isterdim(normalde öyle yapmaya çalışırım) ama öyküye böylesi “gereksiz” şeyler için ara vermek istemedim. Hızlıca bir gözatışla pekala sen de bulabilirsİn.
İyi çalışmalar dilerim.
Merhaba Selçuk Bey. Gecikmiş cevap için üzgünüm, yoğun bir dönem geçiriyorum. Övgülerinize teşekkür ederim. Mekanın da öykünün bir kahramanı olduğunu düşünüyorum, bir kaide olarak. İnsanın edilgenliği, mekanın rolünü artırıyor. Bu ince detayı vurgulamanız beni mutlu etti.
Öyküyü çok kısa sürede yazdığım ve çok da düzeltme imkanı bulamadan editöre gönderdiğim için, imla hataları olabilir. Daha da azaltmaya çalışacağım. Yine de çokçahata yapıyorum, gözüme de zor çarpar bunlar.
Aslında öyküye hakim bir duygu belirlemeye çalışmıyorum. Kısa öykünün bir açmazı var: Öyküdeki karakterlerin psikolojik durumu öyküye hakim oluyor. Anlatının kısalığı bunda bir etmen. Bahsettiğiniz durumu buna bağlıyorum.
Karakterin kadınlığı, erkekliği çok soruldu. Kadın karaktere derinlik katmakta zorlanıyorum. Bu onuda yukarıda çokça yorumum da mevcut. 🙂 Zaman darlığım nedeniyle mecburen sizi o yorumlara yönlendiriyorum, kusura bakmayın.
İslami değil ama, kültürel göndermelerim var. Dodurga boylu bir Türkmen olarak da bu durumu bilinçle ve doğallıkla yapıyorum, yapmaya çalışıyorum. Konuyla ilgili detaylı açıklamalar için sizi yine diğer yorumlara yönlendirmek zorundayım, affınıza sığınarak.
Şimdilik, iş yoğunluğum sebebiyle kısa bir cevap yazıyorum ama aklımdasınız, yorumunuz da aklımda. Eksik bıraktığım noktaları yeniden açacağım. O vakte kadar kendinize çok iyi bakın.
Öykü tadında ve kıvamındaydı. Benim için can sıkıcı olan konuşmalardaki tekrarlar ve konuşmalar arası geçişlerin belirsizliği idi. Onun haricinde oldukça iyiydi. Göndermeler oldukça hoştu. Ki ben göndermelere daha bir genelleme baktım. Günümüzle ilişkillendirdim, lakin sen öyle düşünmemişsin. Yalnız sadece kalp yiyen bir arifle yamyamlık bağı kurman basit kalmış. Bir ara öykü ile bu sorun daha güzel çözülebilirdi, bence… Kolay gelsin, saygılar.
Sayın Marslı, eleştiriniz için teşekkür ederim. Yamyamlık salt açlık ve kıtlıkla açıklanamaz. Bir insanın et kaynağı olarak türdeşini seçmesinde, çoğu toplumlarda dini bir amaç olmuştur. Yamyamlığı sıradan bir diyetten ayıran en temel fark da budur. Ben de meselenin bu boyutunu yansıtmaya gayret ettim. Çoğu antik toplumda ruhun kaynağı kalp olarak düşünüldüğünden, öyküde bu motifi kullandım. Yani öyküde tarihi göndermeler de mevcut. 🙂 İfade tekrarları gibi bir sorunum var, azaltmaya gayret ediyorum. Öyküyü beğenmenize ve takdir etmenize sevindim. Yeni öykülerde görüşmek üzere.