Ayaktayım, gözlerim penceremde; soğuk kış gününü izliyorum. Evimin önündeki sokak lambasının ışığında, bir o yana bir bu yana vahşi sürüler gibi yayılan kar taneleri içimin huzurla dolmasını sağlıyor. Herkes evine çekilmiş. Sokaklar ıssız. Her yere sinmiş dingin huzurluluk hali. Şöminemden gelen yanan odunların mistik çıtırtıları, adeta tamamlıyor bu havanın eksik kalan parçasını.
Az sonra, sokağın aşağısından gelen bir arabanın farları görünüyor. Gittikçe yaklaşıyor ve tahmin ettiğim gibi evimin garaj yoluna girmek için sola doğru yavaşça dönüyor. Kapılar açılıyor; kızım, damadım ve torunum soğuktan kaçınmak için hızlıca evin kapısına koşturuyorlar. Eşim de duymuş olacak ki geldiklerini, daha kapıya vurulmadan açıyor. Holden gelen seslerini duyuyorum. Yavaşça cam kenarındaki koltuğuma seğirtip –en sevdiğim yerdir burası; karşımda mis gibi yanan şömine ve sağımdaki sokağa bakan pencereyle müthiş bir yerdir- bekliyorum kızımı, damadımı ve torunumu.
Önce bizim kerata dalıyor odaya. Hemen kucağıma alıyorum onu öpücüklere boğuyorum. Ardından kızım ve damadım odaya giriyor.
“Nasılsın baba? diyor kızım özlem dolu gözlerle. Ağzımdan homurtuya benzer sesler çıkararak cevaplıyorum onu. Damat da bir baş selamıyla içeri giriyor. Aynı şekilde karşılık veriyorum.
Yan tarafımdaki koltuğa yerleşiyorlar. Belli ki bir şeyler söylememi bekliyor ikisi de. Torunun da gözü üstümde; sessizler.
Kısa kısa ve resmi bir şekilde sorulan sorular ve bunlara verilen sıradan cevaplarla ortamın sessizliğini biraz olsun dağıtıyorum.
“Teşekkür ederiz, baba. Siz olmasaydınız ne olurdu bilmiyorum. Bu gece sizin yanınızda kalacak diye içim çok rahat.” Dışarıda biraz vakit geçirecekler. Sanırım bir akşam yemeği yerler, ardından bir şeyler içecekleri bir yere uğrarlar. Kısacası çocukları başlarından savmak istiyorlar.
“Sorun değil.” Ağzımdan çıkan tek cümle bu. Damadın sinirlendiğini görüyorum.
Az sonra eşim içeri giriyor. Bizimkiler de ayaklanıyorlar tabii. Eşimin ısrarları; biraz daha kalın demeler pek işe yaramazken, “12 de gelip alırız senin keratayı. Üzme, anneanneyi ve dedeyi, tamam mı? diyor kızım. Gerekli cevaplar verildikten sonra “Sizi seviyorum. İyi geceler baba…” dedikten sonra evden çıkıp otomobillerine yöneliyorlar.
Sağ tarafımdaki pencereden arabanın farları parlıyor ve gecenin derin sessizliğini motor uğultuları dolduruyor. Araç, soğuk kış gününde evin patikasından geri geri gidip yola çıkıyor ve ardından gözden kayboluyor.
“E dede bugün ne hikâye var? Çoook merak ediyorum,” diyor bizim hayta heyecanla.
“Hmm, bi düşünelim bakalım. Sanırım bu sefer sana bir Şövalyenin hikâyesini anlatacağım. Evet, evet onu anlatayım. Ne dersin?”
“Oluuuur. Geçen seferki gibi korkunç mu yine? Oleyyy. Anneme söylemem, hiç söyler miyim?”
Karşı tarafıma, şöminenin hemen önüne bir minder çekip meraklı gözlerle yüzüme bakıp hikâyeyi beklemeye koyuluyor.
Gözlerim penceremden dışarı kayıyor. Havada bir değişiklik yok. Karlar dans ediyor rüzgârla. Şömine, evi tatlı bir sıcaklıkla dolduruyor. Ve ben, hikâyeme başlıyorum.
***
İşte yine başlıyor.
Ay, yerini sabırsızlıkla kapmaya çalışan bir çocuk edasıyla arsızca gökyüzünde yerine doğru süzülüyordu. Havada tek bir bulut bile yoktu, gökyüzü alabildiğine yayılmıştı. Yıldızlar… Ahh yıldızlar… Nasıl da parıl parıl parlıyorlar, ışıklarını nasıl da cömertçe saçıyorlardı evrene.
Şövalye bu anın tadını çıkardı bir süre. Ardından yola koyuldu. Kaybolmuştu işte. Nasıl gidecekti şimdi şatoya. Keşke o yola sapmasaydım diye düşündü. Kestirme bir yol olduğunu düşünmüştü ama belli ki yanılmıştı. Gide gide en son yol bitip ve karşısına ucu bucağı görünmeyen bir su birikintisi çıktığında iş işten geçmişti
Etrafına göz gezdirdi biraz. Gerisinde sık ağaçlarla örülü bir orman, sağı tamamen kumsal önü ise sonsuz su…
Tekrar ormana doğru dönmeye karar verdi. Belki geldiği yolu bulur, uzun zaman alsa da ana patikadan giderdi şatoya. Az öteye gitmişti ki sudan şapır şupur seslerin geldiğini duydu. Eli kılıcına doğru gitti şövalyenin. Bir iki adım geri çekildi yumuşak kumların üstünde. İçindeki korku gittikçe artıyordu. Nasıl artmasındı; su geriye bükülüyor, ortası gittikçe derine doğru açılıyordu. Tıpkı bir girdap gibi… Ama kıyıya bu kadar yakın bir girdap olması imkânsızdı.
Şövalye, ani bir kararla geriye doğru, ormanlık alana koştu. Büyükçe bir ağacın arkasına gizlendi. Korkusuna heyecan da karışmıştı artık. Kalbi boğazında atıyordu.
Ağacın ardından bakmaya karar verdi Şövalye. Başını uzattı ve girdabın ortasında-sanki su katı bir şeymiş gibi havada tutuyordu onu-, elinde büyükçe bir şey taşıyan eski püskü giysiler giymiş, beyaz sakalı neredeyse dizlerine kadar uzanan bir adam gördü. Yaşlı adam sanki transa girmiş gibiydi. Elindekine sıkıca sarılmış ve gökyüzüne, aya doğru bakıyordu. Dua eder gibi bir ses geldi ardından. Şövalye’nin korkusu büsbütün arttı. Ses adamdan çıkıyordu; sanki bir ayindeymişçesine ürkütücü, titrek ve buğuluydu.
Ve ardından derin bir sessizlik çöktü etrafa. Rüzgârın, dalgaların ve sanki büsbütün her şeyin sesi yitip gitmişti. Yaşlı adamın altındaki su tamamen pürüzsüz bir kumaşa dönmüş gibiydi. Adam suyun üstünden, sanki taş yolda yürüyormuşçasına ilerleyip kumsala çıktı. Hiç beklemeden, elindekine sıkı sıkı tutunarak ormana, Şövalye’nin olduğu yere doğru yaklaşmaya başladı.
***
Yaşlı adamın kendisine doğru geldiğini gören Şövalye ağacın arkasına iyice gizlendi. Bir elini de kılıcının kabzasının üstüne koydu. Kalbi göğsünü delercesine atmaya başlamıştı. Yaşlı adamın ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Şövalye kılıcının kabzasını daha da sıktı. Bir ter damlası yanağından süzülüp yere düştü. Artık daha da yakın. Adamın ayaklarının altındaki otların, toprağın, -neredeyse- ezdiği karıncaların bile sesini duyacaktı Şövalye. Kılıcını çektiği sırada yaşlı adam ağacın arkasından çıkıp Şövalye’ye baktı. Bakmak denirse tabii… Yaşlı adamın gözleri bomboş bir kuyu gibiydi; solucanlar hariç… Göz oyuklarını solucanlar doldurmuş ve oyuklardan kıvrılıp çıkarak patır patır yere düşüyorlardı. Şövalyenin gücü çekilmişti sanki. Yaşlı adama bakakaldı. Adam, şeytani bir gülümsemeyle Şövalye’ye baktı. Gülümsediği sırada gözlerinden birkaç solucan daha düştü toprağa. Derken, yaşlı, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti.
***
Şövalye olduğu yerde çöktü. Derman kalmamıştı dizlerinde. Ne yapacağını bilemiyordu. Yaşlı adama bir göz attı. Adam, elindekiyle yalın ayak ormanın derinliklerine doğru süzülüyordu. Neydi bu adam, neyin nesiydi? Kafayı mı yiyorum?
Şövalye, adamın ne olduğunu anlamamıştı. Ama kötücül bir tarafı olduğunu biliyordu. İçinden onu takip etmek geliyor, ama korkuyordu.
Korkusu merakına yenik düşen Şövalye zorlukla ayaklandı. Hem bana zarar verseydi az önce yanımdayken verirdi. Gideceğim tek yön de orası, mecburum geri dönmeye diye düşündü. Yavaş adımlarla yaşlı adanı takip etmeye başladı. Yürüdükçe altındaki yapraklar, otlar ve dal parçaları çatırdıyordu; ne kadar dikkatli olmaya çalışırsa çalışsın.
Yaşlı adam ormanın kalbine doğru ilerledikçe ilerliyordu. Az sona sağa dönüp büyükçe bir ağacın yanından geçti. O an, yaşlı adamın elinde büyük bir yumurta olduğunu gördü. Evet, yumurta olduğundan emindi. Şeklinden çıkarmıştı bunu. Bu da nesi? Lanet olasıca bir rüyada mıyım? Bu kadar büyük bir yumurta daha önce görmedim. Hem o da ne, nabız gibi atan bir şey görünüyor içinden. Gerçekten de yumurtanın içinden ince bir damar atıyordu. Sanki canlı bir şey varmış gibi içinde.
Yaşlı adam çıplak ayakla yürümeye devam etti, etti, etti. Şövalye de birlikte… Orman genişledi, ağaçlar irileşti ve daha da sıklaştı. Sonra, yaşlı adam ileride, ayın ışığını vurduğu küçük bir tepenin üstündeki mağaraya girdi.
Şövalye artık ne yapacağını bilmiyordu. Zaten geri dönüş yolunu da bulamazdı artık. Çok derinlere gelmişti. Yaşlı adamın da ne yaptığını merak ediyordu. Ne yaptığını öğrenmem lazım. Ya bir zarar verirse krallığa? Hem yaşlı, bir şey yapmaya kalkarsa kılıcımla doğrarım. Peki, ya gözleri… Onlar neydi?
Böyle ikilemdeyken Şövalye, mağaradan yine ayine benzer sesler gelmeye başladı. Ürken Şövalye, yavaş yavaş mağaraya yaklaşmaya başladı. Ne yapıyorum ben! Bile bile tehlikeye atlıyorum!
Mağaranın ağzına yaklaştı usulca. Çaktırmadan içeriyi gözlemeye başladı. Yaşlı adam yumurtanın önünde diz çökmüş bir şeyler söylüyordu. Söyledikleri bu dünyaya ait olamayacak kadar garipti. Derken yumurtanın nabzı şiddetle atmaya başladı ve çatladı. İçinden bir bebek çıktı. Bir insan yavrusu… Olanlara inanamıyordu Şövalye. Bir yumurta ve insan… Aklımı koruyun tanrılar!..
Yaşlı adam bebeği kucağına aldı. Kısa bir süre elinde salladı ve iki parmağıyla bebeğin ağzını açtı. Ardından bebeğin ağzına kusmaya başladı. Kustuğu sanki-
Kan kusuyor bebeğin ağzına! Boğulur gibi olan bebek kanı yutmaya başladı ve sonra –puf yok oldu. Sanki bebek uçup gitmişti.
Artık titremeye başlamıştı Şövalye. Hava serin değildi oysaki. Artık duyduğu korku değildi. Ne hissettiğini bilmiyordu. Belki de bir şey hissetmiyordu. Ama hala biraz da olsa aklı yerindeydi. Yaşlı adam gerisin geri döndü ve mağaradan çıkmak için kendisine doğru gelirken, yine saklanacak bir ağaç dibi bulmak için hızlı ama elinden geldiğince sessiz bir şekilde fırladı. Lütfen beni görmesin lütfen, lütfen, lütfen! Bu sefer olmadı. Şansı yaver gitmişti.
Yaşlı adam tepe aşağı inip tekrar ormanın derinliklerine daldı. Şövalye de peşinden… Neden gidiyorum bu adamın peşinden! Ne oldu o bebeğe. O kustuğu kan…
Zaman hızlı akmıştı sanki. Yine suyun kıyısına gelmişlerdi. Şövalye derin düşüncelere daldığı için fark etmemişti. Bir an kendine gelir gibi oldu. Koca ormanda bir üçgen çizmişlerdi. Önce su, ardından mağara, sonra tekrar su… Ama bu, yaşlı adamın sudan çıktığı ilk nokta değildi, biraz daha ötesiydi. Çünkü Şövalye saklandığı ağacın daha ileride olduğunu görmüştü. Yaşlı adam boş gözlerini dikmiş ona bakıyordu kıyıda. Aralarında bir ya da iki metre vardı.
Ne olacağını hissetmişti sanki Şövalye; girdap tekrar başlamıştı, yaşlı adam suların üstüne basarak ilerliyordu ve Şövalye’nin kendisi de yürüyordu bu sulara doğru. Trans halindeydi, biliyordu artık. O ayini ilk duyduğundan beri böyleydi. Ama kurtulamıyordu. Yaşlı adamı bırakıp gitmeliydim. Onun etkisi altına girdim. Vücudum, ah… kontrol edemiyorum. Olamaz sürükleniyorum. Hayır, hayır, ben yüzme bilmem. Ne olur bırak beni. Hayııııııııııırrrr!
***
Uyan, benim yeni neferim. Uyan! Uyan benim Kutsal Savaşçı’m, uyan! Uyan artık, sana ihtiyacım var.
Şövalye kendine geldiğinde küçük bir basınç hissetti üstünde. Sanki etrafında su hafifliğinde bir baskı vardı. Su… Girdap… Yaşlı adam… Mağara… Aniden çırpınmaya başladı. Hatırlamaya başlamıştı her şeyi. Evet, gerçekten de suyun içindeydi. Yanındaki yosunlar bir o yana bir bu yana sularla birlikte ahenkle dalgalanıyordu.
Şövalye garip bir biçimde nefes alabildiğini fark etti. Etrafı incelemeye, yaşlı adamı görmeye çalıştı fakat onun yerine önünde yaklaşık beş metre boyunda iki metre genişliğinde dev bir solucan buldu. Önünde ise -ya da arkası, ikisi birbirine benziyordu- çeşit çeşit yumurtalar vardı. Gördüğü yumurtalar gibiydi hepsi. Hepsinin nabzı atıyordu. Demek ki bu yumurtaları-
Hepsi benim yavrum! Ses solucandan gelmişti. Şövalye, kulaklarının içini ve bütün vücudunu saran, iliklerine kadar işleyen sesin sahibine döndü.
Nasıl yani… Hepsi yavrum? O yaşlı adam nerde? Neredeyim ben? Ne yaptınız bana? Ne biçim bir yaratıksın sen? Lanet olsun nesiniz siz? Şövalye artık gücünün sonuna gelmişti. Sanki yaşam çekilip alınıyordu kendinden. Korku duymak istiyordu ama olmuyordu. Bütün korkuları tükenmiş gibiydi. Zaten böyle bir yaratığın karşısında hangi korku dayanacak kadar kalırdı ki?
Burası, Bermuda Şeytan Üçgeni’nin merkezi; her şeyin başı. Ben ise düzenim. Ben varlığım, aynı zamanda yokluk. Her yerdeyim ve hiçbir yerdeyim… İnsanlığın hak sahibi, Gerçeğin Efendisi’yim… Siz insanların beni daha çok bildiği isimle: İblis’im.
Tanrı, iblis, melek vesaire bunlar genelde pek aklında yer etmeyen şeylerdi Şövalye’nin. Artık ne olacağını ne yapacağını bilmiyordu. Deliliğin sınırında gibi hissediyordu kendini. Ne diyorsun sen, ne İblisi, ne istiyorsun benden? diye sordu ağlamaklı bir şekilde İblis’e.
Yeni neferim olmanı. Lucifer’i gördün. Yaşlı adamı. Binlerce yıldır hizmetimde. Artık yorulmuştu. Bıkmıştı benden. Anlaşmamız gereği bana yeni bir nefer bulmalıydı, ki onu cehenneme tekrar göndereyim. Ve sen, ne ilginç ki kendi ayağınla geldin bize. Lucifer’i takip ettin, onun büyüsü altına girdin. Eh, işte artık buradasın. O da artık rahat rahat işkence çekebilir cehennemde.
Ne Lucifer’i, ne cehennemi, ne İblis’i?.. Nasıl olur bu? Kendi isteğimle gelmedim Ben İblis’e boyun eğmem, yapmam, olmaz.
Artık eğeceksin. Benim yanıma kadar geldiğine göre bir çıkış yolun yok. Cehennem ateşiyle bağlısın artık bana. Koluna bak. O yanık izi cehennemin yedinci katında; yani benim, ilk İblis’in doğduğu yerde, yapılan ateşle dövülmüş demirin simgesi. Yeni çocuklarımı sen taşıyacaksın artık o mağaraya. Yeni iblisler doğacak ve dünya tekrar düzene girecek. Gerçek, yakında ortaya çıkacak.
Şövalye koluna baktı, iki iç içe geçmiş daire ve ortasından iki yöne doğru uzanan boynuzlar. Demek her şey gerçekti İnanamıyordu… Ama yumurtadan çıkanlar… Onlar insandı. İblis değil. Sen… Sen ise…
O kaybolan bebekler birileri tarafından bulunacak, büyütülecek ve salınacaklar… Yavrularım dünyaya tekrar, gerçeğin karşı konulmaz otoritesiyle hükmedecekler. Ne sandın, insanların farklı bir tür olduğunu mu? Siz de iblis soylusunuz. Mutlak iyi var mıdır genç neferim? Sence bütün ölümler, bütün cinayetler, bütün savaşlar neden? İnsan gerçeğinden. Ancak tüm insanlar gerçek özünü keşfeder ve kabul ederse bunlar durur. Aksi; iyilik yapma oyunu sonsuza kadar devam eder ve bu benim İblis olarak bile en korktuğum günahtır.
Hayır, olmaz olmaz. Yapamam. Yapmam. Sen İblis’sin. İnsanları hep kandırırısın!
Yapacaksın benim Kutsal Savaşçı’m, yapacaksın. Unuttun mu? Artık bana bağlısın. Ne istersem onu yapacaksın. Şimdi geçen zamanı telafi etmek lazım. Neredeyse bin yıl oldu bir yumurtadan yavru çıkmayalı.
Bin yıldır mı? Bin yıldır uyuyor muydum?
Evet, şimdi ilk görevini yap. Yavruyu götür ve Gerçeğin Mağarası’nda ona insan özünü kus. Kus ki, insanlığın gerçek doğasını öğrensin, olduğu gibi davransın. İşin bitince sonraki 94 yıl boyunca hürsün, istediğini yapabilirsin, istersen yanıma gelirin, ister bir insan gibi yaşayabilir, istediğin vakit genç, istediğin vakit yaşlı olabilirsin. Vücudun senin kontrolünde… Ama ben çağırdığımda, istesen de istemesen de geleceksin Şimdi git!
Şövalye daha bir şey diyemeden ve istemediği halde, sanki vücudu zorla sürükleniyormuş gibi yumurtaya yöneldi. Kucağına aldı ve tepesinde döne döne açılan suyun yüzeyine çıktı. İnsan olarak ağzından son çıkan cümle: İşte yine başlıyoruz, oldu.
***
Gözleri faltaşı gibi açılmıştı bizim keratanın. “Eee, dede ne oldu, ne oldu?! Adam artık İblis’in kölesi mi oldu yani?”
“Evet, ondan sonra İblis’in kölesi oldu ve 94 yılda bir karaya yumurta çıkardı. Belki de aramızda yaşıyorlardır o İblis yavruları, ha? Ne dersin?” dedim sesime korkutucu bir tını katarak.
Bizimki korktu tabii. “Çok zor bir şey olmalı,” dedi konuyu değiştirerek. “Yani hep aynı şeyleri yapmak falan. Hele ki İblis’in dediklerini…”
“Unutma, istese de bırakamaz,” dedim. “Kolundaki mühür onu bağladı. Yeni bir nefer arıyordur belki de. İblis’in kontrolünde olmaktansa cehenneme girmeyi tercih eder belki.”
“Mühür ne dede? Şu senin kolundaki yara izi gibi olan şey mi?”
Gömleğim kolu biraz yukarı doğru sıyrılmıştı. Hemencecik aşağı indirdim. Ürktüm bir an, acaba şekli gördü mü diye? Eee, yeni neferimi kendi ırkımdan seçtim, onu daha erkenden delirtip elimden kaçırmak istemem doğrusu.
“Evet, buna benzer bir şekil yavrum,” dedim kocaman gülümseyerek.
İlkin avcıydık, sonra yerleşik olduk. Anlamlandıramadıklarımızı bir “güç” e bağlandık. Ve ne olduğunu bilmedigimiz o güce tapmaya başladık… Çünkü biz aciz varlıklardık ve korkularımız bizi itaat etmeye zorlamaktaydı.
Yüzlerce, hatta binlerce tanrı icat oldu göğün “altında” ama hiçbiri Lidyalıların bulduğu kadar güçlü olamadı insanoğlu için. Ve bu tanrıya köle olmak, şövalyenin kölesi olduğu şeyden pek de farklı değildi. Sanırım iblisin insanlık konusundaki fikirlerine hak vermemek elde değil.
Öncelikle kaleminize sağlık, öykünüzü beğenerek okudum. Eminim hikayenin geçtiği evren tertiplenir, törpülenirse oldukça akıcı bir romanın içeriğini oluşturabilir 🙂 Yaşlı adamın kolundaki işaret ise öyküyü güzelleştiren başka bir detay olmuş; iç içe daireler ve boynuz…
Öyküye dair -bir okuyucunuz olarak- değinmek istedigim bir yer var. Şövalyenin gece vakti, atı olmadan şatonun dışıda gezmesinin bir nedenini aradım. Belki de iblisin enerjisi aklını bulandırdı talihsiz şövalyenin ve o da kestirmeden gitmek zorunda kaldı şatoya. Bir de şövalye olarak yetiştirilmiş birinin yaşlı adamın ne olduğuna dair o kadar düşünmesi yerine, onu direk şeytan ilan etmesini bekledim. 🙂 Tabi ki bunlar benim düşüncelerim, doğru olmak zorunda değiller 🙂
Kaleminize sağlık, başka seçkilerde görüşmek üzere.
Okuduğunuz ve yorumunuzu esirgemediğiniz için teşekkür ederim. 🙂
Aslında Şövalye’nin şatodan fazla uzaklaşmadığı belirmişti zihnimde; atı da bu yüzden yoktu. İlk öyle geldi aklıma…
Yaşlı adam konusunda ise zihni bulanmıştı, ki tuzağa düşmesi gerekiyordu o yüzden yapay bir merak dalgası içerisine girdi.
Beğenme sevindim… Yeni hikâyelerde görüşmek ümidiyle…
Selamlar Mustafa,
Tam bir hikaye olmuş eline sağlık. Giriş kısmında anlattıkların ve hiyakecinin aile durumu tam bir durum tespiti gibiydi. Devrik cümlelerin hikayeye kattığı melodik ahengi sevdim. Aslında giriş kısmında yazdıkların senin yazmayı sevdiğin tarzın biraz dışında sanırım, yine de durum hikayesi yazmayı denemelisin. Bence tahlil yapabilme özelliği analitik bir yapıdan gelir ve herkese de nasip olan birşey değildir. Gözlem yeteneğini ve olayları birbirine bağlama şeklini başarılı buluyorum.
Bununla beraber, hikaye dar alanda kısa paslaşmalarla güzel bir oyun izlemek istediğim yerdir. Bir süper stardansa (bu durumda hikayede göze çarpan bir aşırılık hali ), takım oyununun ahengini okumayı tercih etmişimdir hep. Hikayelerin okunduktan sonra bizde bıraktığı hissiyatın tam ve dengeli olmasını aradığımdan olabilir. Senin hikayende ise kurguya diyecek hiç bir şeyim yok. Bununla beraber kan kusma bana aşırı gibi geldi-yani rahatsız edici- çünkü hikayenin genelindeki ahenkten bir sapma gibi. Tabi ki bu benim okuyucu olarak okuma tercihlerimle ilgili. Metnin güzelliğini engelleyen bir durum değil. Eline ve düş gücüne sağlık. Başka seçkilerde görüşmek üzere.
🙂
Sevgiler
Dipsiz.