Ders bitmişti. Bir önceki beş dakikalık teneffüs zilinden önce olduğu gibi. Tam kırk dakika. O kadar sıkıcı ki…
Ve bir kırk dakika daha geçti. Her zaman olduğu gibi. Boş ve anlamsız… Edebiyat hocamızın anlattığı tümcenin öğeleri artık gına getirecek seviyeye gelmişti. Kendimi bildim bileli her yıl bu öğelerle boğuşurduk! Nedense hep “Yüklem”den başlanırdı. Ve bu tek kelimeyle, sıkıcıydı…
İnsanların bir şeyi algılama süresinin yirmi dakika olduğunu söylerler. Dersler kırk dakika. Peki o zaman geriye kalan yirmi dakikaya ne oluyor? Her öğretmenimiz farklı bir şey söylerdi. Birisi, o yirmi dakikanın başlarda ve sonlarda derslere uyum sağlamanız nedeniyle eklendiğini söylerken bir diğeri kalan yirmi dakikayı araya serpiştirip böylece derse olan konsantrasyonumuzun bozulmamasını sağladığını dile getiriyordu. Hepsi palavra! İsterse yirmi dakika ders, yirmi saat dinlenme süresi olsun. Yine de sıkıcı!
Ben bunları düşünürken aradan bir beş dakikalık zaman dilimi daha tarihe karıştı ve o melun kırk dakikalık dersin başlangıç zili çaldı. Bu zili adeta, dışarıda zaman geçiren hükümlülerin tekrar koğuşa dönmesi gerektiğini bildiren zil sesi gibi hissediyordum. Aslında ne hapse düştüm ne de böyle bir şeyin varlığından haberdardım. Sadece mantıklı geldiği için böyle düşünüyordum. Fakat sonuç hep sıkıcı bir yere varıyordu…
Sıradaki dersimiz tarihti. Hoca yine sessiz ve o tek kelime etmeyen ölü gibi yüzüyle masasına doğru ilerledi, elindeki çantasını olağanüstü bir titizlikle koltuğuna bıraktı. Cebinden çıkardığı kolonyalı mendille masasını yine aynı titizlikle sildi ve kuru bir peçete ile bu işlemi tekrarladı. O kadar sinir bozucuydu ki, arka sıralarda oturmama rağmen gaipten gelen bir güçle o an masamdan direk olarak kendisine doğru uçup yumruk atabileceğimi düşündüm. Bunları düşünürken sanki böyle bir şeyi gerçekten yapabilirmişim gibi ellerimle masamı kavramıştım. O an bu durum bana çok ilginç geldi, fakat daha güzeli sıkıcı değildi!
Bu arada hoca masasını kuruladıktan sonra, koltuğuna bırakmış olduğu çantasını tekrar alıp masasına koydu. Ve sonra o meşhur yılların yıpratamadığı ve birçok sınıf arkadaşımın artık sihirli olduğuna inandığı tarih kitabını çıkardı. Tek çevirişte arasında herhangi bir şey bulunmamasına rağmen istediği sayfayı açtı ve sanki bunu sadece alışkanlıktan yapıyormuş gibi kitaba göz atmadan yazı tahtasına doğru geçti.
Konu: Osmanlı Devletinin Parçalanış ve Yıkılış Dönemi.
Hah! İşte bunu anlamıyordum. Parçalanmış ve yıkılmış bir devlet. Olmuş bitmiş. Geçmiş geçmişte kalmış. Ben ne diye onun parçalanışını öğreneyim. Zaten sıkıcı olan bir ders, üstüne böyle stres yaratıcı konular oldu mu iyice çileden çıkıyordum. Sıramı daha sıkı tutmaya başladım. Neyse ki tek kişilik sıralarda oturuyorduk bu yüzden rahat hareket edebiliyordum. Yoksa bir de bu hareketlerimi sıkıcı olan sıra arkadaşıma anlatmak zorunda kalabilirdim. Hoş sıra arkadaşım kim olurdu bilmiyorum ama hepsinin sıkıcı olduğuna adım gibi emindim.
Hoca konuyu yazdıktan sonra yine o her zaman ki tekdüze sesiyle konuşmaya başladı. Bazen pencerelerin bu sese nasıl dayandığını anlayamıyordum. O kadar ince ve sıkıcı, bir o kadar da kulak tırmalayıcıydı ki…
Pencereler titremeye başladı. Kırılacak, diye geçirdim içimden. Ama yanlış alarm olduğunu biraz sonra anladım. Aralık sonunda olduğumuzdan hem soğuk hava hem de şiddetli fırtınalar yüzünden camlar ister istemez titriyordu. O kadar da sevinmiştim. Öff, keşke Edebiyat dersine geri dönseydik. Bu parçalanma ve yıkılış dönemi o kadar sıkıcıydı ki, tümcenin öğeleri bile o an gözüme daha az sıkıcı görünmeye başladı.
Sınıf arkadaşlarım çok aktifti. Ders arasında fısıldaşmalar, uçak yapıp birbirlerine hocaya çaktırmadan atmalar ve her sınıfta olan o bilumum yaramazlıklar. Uğultu zaten hiç eksik olmuyordu. Hoca da bu uğultuyu hiç duymuyormuş gibi davranıyor anlatımına devam ediyordu. Hoş, o tiz sesiyle kendi yellenmesini bile duyamayacak durumdaydı bana göre… Sadece ben sessiz ve kimseyle konuşmadan duruyordum ve kimse de benimle konuşmuyordu. İyi ki de konuşmuyordu, yoksa bu sıkıcı ortamda bir de onlara cevap vermek zorunda kalacaktım.
Kafamı sıramın üzerine koydum, önümde dobişko bir çocuk olduğu için hocanın beni görmesi imkânsızdı bu yüzden kafamı rahat rahat sıraya koyup uyuyabilirdim. Belki de bu sınıfta benim lehime olan tek şey bu dobişko çocuğun ön sırada oturmasıydı. Kafamı koydum ve içimden sıkıcı 1, sıkıcı 2, sıkıcı 3… diye saymaya başladım. Belki uyuyabilirdim. Ama bu tiz sesle asla…
***
Birden hem sınıftaki uğultunun hem de hocanın o tiz sesinin kesildiğini duydum. Hepsi bir anda oldu, sanki radyoyu kapatmışım gibi. Ne bir azalma ne de tekleme oldu. Bir anda hepsi sustu. Zil mi çalacak diye düşünüp saatime baktım. Hayır, zilin çalmasına daha yirmi dakika vardı. Neler oluyor diye düşünerek kafamı kaldırdım ve sınıfa baktım. Ve işte tüm gariplikler o andan sonra başlamış bulundu. Sanırım çok fazla sıkıcı demiş olmalıydım ki tanrı bana bunun bedelini ödetecekti…
Kafamı kaldırdığımda hocanın o anki elbiselerinin farklı olduğunu gördüm. Hiçbir zaman giysilerini değiştirmeyen hoca şimdi kolsuz bir sarı tişört, çingene pembesi renginde sadece dizlerine kadar gelen uçuk saçık bir pantolon giymişti. Gözlerime inanamadım ilk başta, acaba uyudum da rüya mı görüyordum diye kafamı iki yana sallayıp yüzümü çimdikledim. Ama rüya değil gibiydi; çünkü hoca aynı elbiselerle ve yüzünde ilk defa görülen bir sırıtışla sınıfa bakıyordu. Biraz daha dikkatli bakınca parmak arası terlik giydiğinde görüp iyice şaşkına döndüm.
Sonra ön sıradaki dobişko olan arkadaşımı gördüm. Daha doğrusu dobişko olmayan demeliydim. Çünkü önümde oturan kişi oldukça fit bir vücuda sahip yine hocaya benzer farklı giyim tarzı içindeydi. Bu kim, diye düşünürken kafasını sağa çevirdim ve yine beni şaşkına döndürecek bilgiyi kendi kendine vermiş oldu. Bu o dobişko çocuktu, yüz hatları tamamen aynıydı, sadece yanakları daha basık duruyordu. Sanırım sonunda sıkıcılıktan deliriyorum derken birden istenmeyen bir sıcaklık kapladı vücudumu. Bu okulda kaloriferler sadece bir ay yanardı, o da nisandı. Ama biz daha aralık ayındaydık ve kalorifer yansa bile bu kadar sıcak olamazdı. İşte o sıcaklıkta pencerelerden dışarıya bakmayı akıl edebildim.
Hava inanılmaz derecede güzeldi. İki dakika önce olan şiddetli fırtınadan ve buz gibi dondurucu havadan eser kalmamıştı. Güneş tüm ihtişamıyla parıldıyor ve ısıtıyor, ağaçlar sanki nispet yaparcasına yeşil ve taze yapraklarını gösteriyorlardı.
Galiba sonunda kafayı yedim, başka açıklaması olamaz, diye düşündüm. Sınıfa göz gezdiremeye başladım, herkes hoca ve o dobişko çocukla ahenk gösteren elbiseler giymişti. Herkes sırıtıyor ve sessizce hocaya bakıyorlardı. Kendi üstüme baktım, sıkı sıkı giyindiğim elbiselerin aynısı. Paltom bile üstümdeydi. Yine içimden düşünürken hoca bozuntusu tiz sesli kadının yüzü bana döndü ve konuşmaya başladı.
“İhsan, tatlım. Sana kaç kez dedim bu havada öyle elbiseler giyme diye. Hasta edeceksin kendini. Çıkar bakayım paltonu ve ceketini yavrum. Evet, kravatını da.”
Terlikleri pıt pıt ederek yanıma geldi. Ben daha itiraz bile edemeden bir çırpıda paltomu ve ceketimi üzerimden çıkardı ve kravatıma davrandı. Ben olabilecek en kibar şekilde kendi kendime çıkarabileceğimi söyledim ve dediğimi yaptım. O da sırıtışını daha da genişletip, “Afferin çocuğum,” diyerek biraz önce olduğu kısma geçti.
Bu sırada yan sıralarda kaç yıldır beraber okuduğum ama ismini hala daha bilmediğim ya da hatırlayamadığım hafif dolgun bir kız parmağını kaldırdı. Hoca hemen ona söz verdi.
“Evet Şule, söyle tatlım.”
“Hocam Osmanlı’nın Parçalanışı’na devam ediyor muyuz? Ay özellikle Sultan 2. Abdülhamid’i merak ediyordum! Yakışıklı mıydı?? İkinci Meşrutiyeti ilan ettiğine göre bayağı cesur birisidir değil mi???”
Şule denen kız kendi kendine bir şeyler saçmalıyorken bense bu saçma rüyadan nasıl uyanabilirim diye merak ediyordum. Zira bunun rüya olmadığı gerçeğiyle yüz yüze gelecektim. Bu sırada hoca Şule’ye şen bir kahkaha attı.
“Şekerim ne parçalanması yahu? Bu güzelim havada sizleri böyle sıkıcı bir konuyla uğraştıracak değilim herhalde! Mis gibi bahar havası var dışarıda, sen burada oturmuş Abdülhamid’i merak ediyorsun. Cık cık. Sıkma bizi böyle konularla balım.”
“O zaman ne yapacağız hocacığım,” diye sordu belli ki ona aşık olan ön sıralardan kıvırcık saçlı bir çocuk.
Hoca da çocuğun ona olan ilgisini biliyormuş gibi çaktırmadan göz kırptı ve cevap verdi.
“Ben kuaföre gideceğim tatlım, siz ise ne isterseniz onu yapın. İki gündür uğrayamıyorum Melikacığımın yanına. Az önce mesaj atmış. Gidip hem laflamam hem de saçlarıma bakım yaptırmam gerek.”
Yine başka bir öğrenci konuştu. “Ama hocam daha on yedi dakika var zilin çalmasına.”
“Olsun çocuğum ne fark eder? Ben bundan sonra dersleri yirmi dakika yapacağım. Aaa, hatta üç dakika fazla bile ders yapmışız, hadi şekerlerim daha sonra görüşürüz,” dedi ve hızla sınıftan çıktı. Çantasını unuttu diye düşünüyordum ama böyle bir gariplikte çantasının olmadığını görünce pek fazla şaşırmadım.
Herkes dışarı çıktı, ben de pek fazla çıkma eğilimi birisi olmamama rağmen bu halde sınıf böyleyse dışarısı nasıldır kim bilir merakıyla sıramdan kalktım ve kapıya doğru ilerledim. Artık rüyaysa bile tadının kaçtığını düşünüyordum ama bir yandan bu birkaç dakikada sıkıcılık ortadan kalkmıştı. Hocanın bu hali ne kadar garip olursa olsun hoşuma gitmişti. Her şey bir yana o tiz sesinin gitmiş olması bile başlı başına yeterliydi! Bunları düşünedururken sınıftan çıkmış koridora bakıyordum. İşte bir şaşırtıcı durumu daha gerçekleşiyordu.
Herkes dışarıdaydı! Tüm sınıfların kapısı açık tüm öğrenciler dışarıda, hatta öğretmenler bile koridorda oyun oynuyorlardı. Herkesin üzerindeki elbiseler cıvıl cıvıl renklerden oluşmuştu ve gariplerdi. İşte orada edebiyat öğretmenimizle matematik öğretmenimiz kafa kafaya vermiş fısır fısır konuşuyorlar, sonra kahkahalarla gülüyorlardı. Daha iki gün önce birbiriyle yumruk yumruğa kavga etmiş iki çocuk kol kola geziyordu. İlginç olan birinin gözünde hala sargı bezleri vardı. Demek ki kavga gerçekten olmuştu… E peki neydi tüm bu olanlar..?
Kantine doğru ilerledim. Kapısında koskocaman harflerle “BUGÜN HER ŞEY BEDAVA!” yazıyordu. Gözlerime inanamadım. O pinti kantinci miydi bunu yazan? Hadi böyle bir şey yazdı neden kantinde bir yığılma yoktu? Merak edip içeri girdim, sadece bir kişi orada hazır bulunan sandviçlerden birisini alıp dışarı çıktı. Adamın yanına gidip neden her şeyin bedava olduğunu sordum.
“Aaa bilmiyor musun İhsan, her cuma günleri kantinde ne istersen bedavadır. Ama tabii sen sınıftan dışarı çıkmaya gayret göstermediğinden fark etmemiş olabilirsin. Gel bakayım otur şuraya, bir şey yemek ister misin?”
Bu teklifine teşekkür edip olumsuz yanıt verdim. Şu anda bir şeyler yemek istemiyordum. Hatta bu ilginç olayı çözmeden hiç bir şey yemeyi istemiyordum. Delirmiş olsam bile, bu kadar uzun süremezdi. Herkes cıvıl cıvıl, herkes bir garip! Benim gibi kimse mi yoktu etrafta?
Sorumun cevabı koridorun karşı tarafından bana doğru geliyordu. Benim boylarımda ve yine benim yapılarımda bir çocuk gri kumaş pantolon ve beyaz gömlekle aynı bana benzer şekilde şaşkınlıkla etrafına bakarak yürüyordu. Derin bir oh çektim, bu şaşırtıcı yerde tek başıma değildim. Koşar adımlar ile çocuğun yanına gitmeye başladım.
O da beni fark etmiş olacak ki, yüzündeki şaşkınlık ifadesi bir nebze azalmıştı sanki. Bana doğru yürümeye başladı. Aynı benim yaptığım gibi, koşar adımlarla.
“Şey… Selam, ben Anıl. Burada bir gariplik var gibi değil mi? Yani sen ve ben haricinde herkes değişik giyinmiş ve şe-şey aralık ayında değil miydik?”
“Merhaba, ben de İhsan. Haklısın burada inanılmaz bir gariplik var, rüya görüyorum sandım fakat bir rüyanın bu kadar uzun süreceğini ve bu şekilde gerçekleşeceğini hiç düşünemiyorum.”
Çocuk biraz korkmuş bir şekilde dinliyordu beni. Biraz muhabbet ettik. O da benimle aynı sınıfta fakat farklı bir bloktaydı. Ben D’de okuyordum o ise E’de. Buna rağmen çocuğu hatırlayamadım. Belki daha önce görmüştüm ama şu anda anımsayamıyordum bir türlü.
Beraber yürümeye başladık. Anıl’la konuşmaya ve bu garipliğin nasıl olabileceğine karşı tahminler yürütmeye çalışıyorduk. Her tahminimiz daha da imkânsız bir hal alıyordu. Hatta bir büyücünün bizi oyuna getirdiğini bile düşündük.
Her taraf garipliklerle doluydu, kızlar çok fazla açık giyiniyor erkekler ise kızların yüzüne bile bakmıyorlardı. Daha çok ikili takılıyor gibiydiler. Bunu düşünürken yanımda bulunan Anıl’a baktım. Biz de ikiliydik. İlginçti…
Kimse bize bakmıyor, bizimle konuşmuyor ya da biz sormadıkça herhangi bir tepkide bulunmuyordu. Bu elbiseleri giydiğimiz için kimse dalga bile geçmiyordu. Bu daha da ilginçti…
İşte bu şekilde bayağı bir süre gezindik okulda. Bahçeye çıktık tekrar okula girdik. Anıl’la olan muhabbetimizi de iyice ilerlettik. Bu garip havada sıkıntı duymuyordum. İnanılmazdı! Fakat bunun sebebinin hava mı yoksa Anıl mı olduğunu düşünmeden edemedim. Çünkü okul hayatım boyunca konuşmadığım kadar laflamıştım birisiyle.
İçeride gezinirken bir anda ayağım kaydı ve acı verici bir şekilde düştüm. Tam düşerken arka tarafta, “Dur orası sabunlu!” diye bir ses duydum. Ama çok geçti. Yerde pantolonum ıslak bir şekilde bir daha kaymadan kalkmaya çalışıyordum. Anıl’ın da yardımıyla kalktım ve sinirli bir şekilde arkamda beni geç uyarmış olan kişiye baktım.
Okulun yaşlı hademesiydi. Üzgün ve mahcup şekilde ellerini birleştirmiş bana bakıyordu. Hemen yanıma geldi ve üzerime baktı. Pantolonumun büyük bir kısmı özellikle de arkası ıslanmış haldeydi.
“Çok özür dilerim genç delikanlı. Biraz geç uyardım…”
“Önemli değil,” diyerek sinirimi belli etmeden Anıl’a uzaklaşmak için işaret ettim. O da yanıma geldi ve tekrar yürümeye başladık. Ama hademe tekrar seslendi.
“Siz iki genç delikanlı bu güzel havada niye bu şekilde giyindiniz?”
İşte sonunda beklediğim soru gelmişti. Belli ki Anıl’da bu soruyu bekliyordu çünkü hemen arkasını döndü ve beni beklemeden hademeye doğru yürümeye başladı. Ben de hemen arkasındaydım. Aklımdaki soruyu da yine Anıl sordu.
“Ne demek neden böyle giyiniyoruz? Normal olan bizim giyinmemiz değil mi? Yani okul kıyafetleri işte, daha nasıl giyinelim!”
“Okul kıyafeti mi,” diye gülmeye başladı hademe, “Başınıza güneş mi vurmuş sizin gençler? Ne kıyafeti? Herkes istediği gibi giyinip geliyor bu okula.”
“İstediği gibi geliyor mu?” dedik aynı anda Anıl ve ben.
“Evet, herkes istediği gibi giyiniyor. Sizlerin başına gerçekten güneş vurmuş olmalı. Yoksa nisan ayına kadar bu ilkbahar mevsiminde, okulun bitimine az bir süre kala böyle saçma bir şey söyleyemezsiniz,” dedi. Kafasını iki yana salladı, tekrar güldü sessiz bir şekilde “Okul kıyafetiymiş,” diye söylendi ve arkasını dönüp gitti.
Kafamız karışmış bir şekilde Anıl’la birbirimize baktık. Zaten her şey garip, bir de okul kıyafeti olmasa ne olur, düşüncesiyle omuz silktim. Yürümeye ve Anıl’la konuşmaya devam ettik.
Bir yandan bu garipliği anlamaya bir yandan da Anıl’la birbirimiz hakkında konuşmaya devam ediyorduk. Geçen süreç içerisinde onunla benim aramda aslında ne kadar çok benzerlik olduğunu anladım. Onun da dersleri sıkıcı bulduğunu, hiç arkadaşı olmadığını hatta enteresan bir şekilde ilk defa bu kadar çok konuştuğunu dile getirdi. İnanılmazdı ama o zamana kadar okulda kimseye duymadığım bir sempati oluştu Anıl’a karşı. Neden bu kadar sıkıcı olan okulda bu kişiyle tanışmamışım diye geçirdim içimden.
Biz konuşurken önümde oturan o dobişko çocuk ya da artık o fit çocuk; derse niye gelmediğimi, hocanın beni çağırdığını sordu. Evet haklıydı, ders! Dersi tamamen unutmuştum! Anıl’da unutmuş gözüküyordu. Birbirimize, “Sonra görüşürüz,” diyerek sınıflarımıza doğru koşmaya başladık.
Sınıfa girdiğimde gözlüklü olan matematik hocamın artık gözlüksüz bir şekilde olduğunu ve bana baktığını gördüm. Biraz korkuyordum çünkü derse geç kalmıştım ve büyük ihtimalle azar işitecektim. En azından düşüncem böyleydi. Fakat öğretmenin yüzünde güller açıyordu sanki.
“İhsan’cığım, geç bakayım otur yerine. Bu güzel havada dersi unutman gayet doğal, ben bile unutmuştum son anda fark ettim.” Gülmeye başladı. Teşekkür edip yerime geçtim, hoca da herkes yerine geçtiğinde derse başladı.
Her şeyin değiştiğini düşünürken bu değişimden sonra ilk defa sıkılmaya başladım. Çünkü hoca yine ders anlatıyor ve sınıf pür dikkat kendisini dinliyordu. Hocanın kızmayacağını düşünerek kafamı yine sıranın üzerine koydum. Dersi dinleyeceğime şu ana kadar olan gariplikleri ve Anıl’la tanışmamızı düşünürdüm daha iyi.
İşte bu düşüncelerin eşliğinde gözüm kapalıyken kafamda bir acı hissettim. Neler oluyor diye daha anlamadan tarih hocasının o tiz sesi kulaklarımı çınlattı. Önümdeki dobişko çocuk şaşkın ve korkmuş bir şekilde, yine dobişko haliyle ve okul kıyafetleriyle bana bakıyordu. Tarih hocası sinirli bir şekilde konuşmaya başladı.
“Demek dersimde uyursun ha! Osmanlı’nın Parçalanış Dönemi ilgini çekmiyorsa söylemen yeterli, hemen sınıftan çıkarırdım seni! Ama dersimde uyunmasına asla müsaade etmem. Etmem!”
İnanamadım, her şey rüyaydı. Beş dakikalık teneffüs zili çalıyordu. Tüm ders boyunca uyumuştum. Gördüğüm her şey rüyaydı, o kadar rüya olduğunu düşündüğüm ve içten içe bildiğim halde inanılmaz bir hayal kırıklığına uğradım. Garip dünya gitmiş sıkıcı dünya geri dönmüştü. Üstelik acı verici bir baş ağrısıyla. Hoca son bir delici bakışla suratıma baktı ve gitti. Bense hayal kırıklığıyla masamda oturmaya devam ettim.
Her şey bir yana, Anıl adlı o çocuğun rüya olması kötüydü. Kırk yılda bir kendime benzer bir arkadaş bulmuştum, o da rüyaydı. Öff, dedim kendi kendime. Sıkıcı 1, sıkıcı 2, sıkıcı 3…
Sandalyemde düzelirken, alt tarafımda hafif bir ıslaklık hissettim. İlk başta utandım, acaba uyurken istemediğim bir şey mi oldu diye. Fakat ıslaklık arka tarafımdaydı, elimle kontrol ettim. İşte yaşadığım en büyük şaşkınlık o anda gerçekleşti. O rüyamda kayıp düştüğüm sabunlu sudan kalmaydı bu ıslaklık. Sandalyeden fırladığım gibi kendi sınıfımın farklı bloğu olan E’yi aramaya koyuldum.
Biraz sonra farklı bir koridorda E sınıfını buldum. Kapısı açıktı. Çaktırmadan içeriye bakmaya çalıştım. Sadece bir kısmı görünüyordu sınıfın ve gördüğüm kadarıyla da Anıl yoktu. Belki göremediğim bir yerdedir diye cesaretimi toplayıp sınıfa girdim. Ama yine yoktu. Birkaç farklı yüz bana şaşkın ve onaysız bir şekilde bakıyordu. Ama maalesef Anıl ortalarda gözükmüyordu. Yine bir hayal kırıklığı…
Daha sonra sırtımda bir el hissettim. Arkamdaki kişinin, “İhsan!” dediğini duyup hızla döndüm. Anıl’dı. Karşımda duruyor ve şaşkın bir yüzle bana bakıyordu. Sevinçten ne yapacağımı bilmez bir halde Anıl’a sarıldım ve daha sonra ne yaptığımın farkına varıp biraz utanarak bıraktım. “Hadi gel, dışarı çıkalım,” dedim.
Dışarı çıktıktan sonra aynı rüyayı gördüğümüzü anladık. Fakat ikimizin de tamamen aynı rüyayı görmesi neredeyse imkânsız bir şeydi! Ne birbirimizi daha önceden tanıyor ne de birbirimiz hakkında bir şeyler biliyorduk. Üstelik daha sonra anlattığımız şeyleri karşılaştırınca hepsinin doğru olduğunu da öğrenmiş olduk. Artık nasıl bir rüyaysa sanki ikimizin buluşması için birilerinin planlı işiydi.
Doğaüstü olaylara inanmasam da, o günden sonra böyle şeylerin var olduğuna kanaat getirdim. Bu olayın en güzel tarafı nihayet gerçek anlamda bir arkadaşımın olmasıydı. Dersler olmasa bile teneffüsler sıkıcı geçmiyordu artık. Sonunda hayatta önemli olan bir şeyi anlamıştım, o da; arkadaşlık…
***
Yine teneffüs zamanında Anıl’la birlikte laflarken o yaşlı hademeyi gördük. Rüyamızdaki aynı elbiseyi giyiyor ve yerde bulunan sabunlu bir su birikintisini siliyordu. Anıl’la o anı görünce gülümsedik ve sessiz bir şekilde hademenin yanından geçtik.
O an artık hayal mi gördüm yoksa kulaklarım bana oyun mu oynadı bilmiyorum ama, hademenin kendi kendisine sanki “okul kıyafeti” dediğini işittim. Geriye baktığımda silmeye devam ettiğini ve hiçbir tepki göstermediğini görmüştüm. Omuz silktim, eğer oysa bile içten içe teşekkür etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Sayesinde bir arkadaş kazanmıştım.
İşte o an bilmediğim şey ise, biz yürürken arkada yerleri silen hademenin belli belirsiz gülümsemesiyle bize baktığıydı…
Selamlar,
Yine kısıtlı zamanda ortaya çıkarılmış, keyifli bir eser bizlerle. Önceki konuşmalarımızda bahsetmiştin, altında imzam olmasa tanıyamazsın, diye… Bence artık kendi tarzını yaratmaya başladın ve asıl şimdi, altında imzan olmasa dâhi tanınabilir yazdıkların. : )
Öykü genel hatlarıyla gayet başarılı, okurken okuyucu ile karakter özdeşleşebiliyor. Başarılı bir atmosfer yaratmış, sonunda da tokat gibi dersi kondurarak bir amaca ulaştırmışsın hikâyeni. Yine bir deus ex machina durumu bizlerle oluyor, ama her defasında iyi kotarmasını biliyorsun. Zira hademe işi bana son derece fantastik geldi, aklımda pek çok çağırışım uyandırdı.
Ayrıca tarih hocasında Profesör Binss havası yok mu sence de? Harry Potter’dan… Bu da hoşuma giden bir detaydı.
Kalemine sağlık! : )
Hayır, altında imzan olmasa tanıyamazdım muhtemelen 🙂 Sana da söylediğim gibi, fazla aceleye gelmiş gibi görünen bir hikayeydi. O yüzden ayrıntılara pek dikkat etmedim. Yalnızca hademe karakteri umut vaat ediyordu, sonunda da gördük 🙂
İhsan mı? 🙂 İşte bu süpriz oldu. O cümleye gelinceye kadar her şey normaldi ama oraya geldiğimde bir an donup kaldım. Gözlerimi kırpıştırarak ekrana baktığımı hatırlıyorum sadece 🙂
Keyifle okuduğum, ilginç bir hikayeydi. Sonu ise tam beklediğim gibiydi, hademe konusu hariç… Ama bu kötü bir şey değil, yanlış anlama. Aksine olayların bu şekilde bitmesi hikayeden aldığım tadı daha da arttırdı. Hademe ise apayrı bir güzellik katıyor işin içine… Hikayeye aynı şekilde, bir ders sırasında başlamamız da ilginç geldi doğrusu.
Sanırım isminizi gördüğünüzde yaşadığınız hisleri bana birebir yaşattın bu öykü ile. Çok teşekkürler ve ellerinize sağlık efendim 😉
İtiraf ediyorum, baş kahramanın adının İhsan olması, senin yazdığın öyküyü okuduktan sonra oldu. :)) Öyküne itafen bir jestte benden gelsin dedim. 🙂
Kısıtlı, ama çok kısıtlı bir sürede ancak bu kadar kurgulayabildim. Aslında daha iyisi olabilirdi, hani ayrıntılara daha da önem verip ilk başta yapmaya çalıştığım kelime oyunlarını hem ortalara hemde sonlara serpiştirebilirdim de işte olmadı. Fakat sonucunda kahramanın bir arkadaşa sahip olması güzel oldu. 🙂
Amacım arkadaşlık hakkında güzel bir öğüt vermekti. “Farklı yerde ararken yanına bakmayı bilmelisin.” cümlesinden yola çıkarak fakat daha sonra farklı yerlere kayarak oluşturulan bu öykü, sonucunda aynı amacı güttüğünden sanırım pek fazla sorun olmadı.
Teşekkürler hepinize, nazik yorumlarınız için…