Taşlaşmış pulları burnundan, kafasındaki ejder dikenlerine doğru tabaka halinde ilerliyordu. Biz ejderhaların yaşını anlayabilmek için, pullarının ne kadar sertleşmiş olduğuna dikkat etmelisiniz.
Devasa meşe ağaçlarının gölgesinde, zümrüt yeşili kamış otluğunun üzerinde duruyorduk. Mor, kırmızı, mavi ve sarı renkli çiçeklerin etrafında bir metre boyuyla minicik yusufçuklar uçuşmaktaydı. Bizim geldiğimizi hissedip çoktan kaçmış olan gergedan sürüsünün kokusunu hala alabiliyordum. Aşçıdan akşam yemeğinden önce atıştırmalık gergedan kızartması isteyeceğimi aklımın bir köşesine yazdım.
Şu an bakmakta olduğum ejderha tahminen birkaç fasır yaşında. Fasır ise bin yıl demek. Ejderhaca dersinde oldukça başarılı olduğumdan fasır kelimesinin, farelerin asır kelimesinden türetilmiş olduğunu biliyorum. Fareler ise çok geniş bir kavram, gezegenimiz Ulson’da yaşayan sayısız minik ırkı kapsıyor. Bunların içinde ejderanlar, ogreler, troller, orclar, elfler, insanlar ve cüceleri sayabilirsiniz. Okutmanım, Ulson’un ırklar tarafından kirletildiğini söylediğinde anlam verememiştim ama bunun iyi bir şey olduğunu da öğrendim. Evrim için gerekli çeşitliliğin olmasını sağlıyormuş. Kıtamız olan Hada’dan dışarı çıkmayışımızın bir sebebi de buymuş mesela. Gerçi çıkmak isteyenler ejderha tanrı tarafından engellenip öldürülüyor, bunu beş yüz yaşındaki mankafa ejderler bile bilir. Ejderler, biz ejderhaların evcil hayvanı gibidirler. Onların yanında bu kıtada ejdiriler de fazladır fakat onlar minik olmalarına rağmen akıllı yaratıklardır. Aynı zamanda ülkemiz sayılan bu kıtada, daha birçok çeşit türdeşlerimiz var. Ateş, zehir, buz, yıldırım, hastalık veya gölge nefesli ejderha türlerinin hemen hepsi konuşabilmekte, büyü yapabilmekte. Bir bakışıyla karşısındaki zihni ele geçirebilen veyahut bakışıyla zehirleyebilen nadir zehrejder türleri var. Çok garip türdeşlerimiz de var, şekil değiştirebilen casus ejderhalardan tutun da, yaşlandığı zaman vücudu kendisini tekrar yaratan, yavrularının zihnine kendi bilincini zerk eden, başka canlıların ruhlarıyla beslenen sahte tanrı ejderhalara kadar. Oldukça güçlüler, ona sözüm yok lakin ölümsüzlüğe o kadar saplanmışlar ki, akıl sağlıkları genelde yerinde olmuyor bunların. Değerli antikalara, altına ve gösterişe düşkünlüğümüz zaten bilinmekte. Evrenler arasında veya zamanlar arası yolculuk yapan çok uzak akrabalarımızın yanında, paralel evrenimiz olan medin aleminde bir ejderha aklının bile idrak edemeyeceği seviyede özelliklere sahip türdeşlerimiz de mevcut. Aklı olan her ejder türü, ejdiriler de dahil olmak üzere, tanrının bizleri kudretin maddeye bürünmüş hali olmamız için yarattığına inanır. Bizler de bunu, evrene ispatlamak istermişçesine elimizden geleni yaparız. İblisler gibi yıkım taraftarı bir doğamız yoktur aslında, sadece tarihimize baktığımda, ülkemizin yozlaştığını görmekteyim.
Bu kadar ejder kültür dersini hatırlarken yaşlı ejderhayı ve yanındaki komutanı izlemeye devam ettim. Yaşından anlayacağınız kadarıyla aynı zamanda bilge olan bu ejderha, hayıflanırcasına yanındaki pürüzsüz tenli genç ejderhaya döndü; “Gerçeğe döktüğünüz gaiblikten emin misiniz ey Hu evladı Fa?” dedi. Sesi ejder üstü bir diyaframdan geliyordu. Bu ses öylesine sarsıcıydı ki, hiçbir insansı yaratık böylesini duymamıştır. Yerdeki toprağın titremesiyle topuklarım huylandı. Komutan olan genç ejderha başını yere eğerek “mümkün mertebe her türlü imkan ve durum değerlendirmeleri hudutlara yayıldı, farklı bir patika idrak edilemedi saygıdeğer Onnukarata, sulhte gasp mevcuttur, velev cenk elzemdir” dedi. Onnukarata, bu yaşlı ejderhanın adı. Onnukarata başını yavaşça çevirdi ve ileriye baktı. Bu hareketi, kulak deliklerimize ses getirecek kadar bir rüzgar oluşturdu. Sanırsam böylece onay vermiş de oldu. Bu sırada üzerine konmuş birkaç yusufçuk, bu rüzgardan dengelerini yitirip, aptalca oradan oraya çarptılar. Yere düşmemek için yaşlı ejderhanın pullarına tutunan bu minik böcekleri izlerken komutan Fa, elini alnına sürdü. Birkaç aydır uyumuyordu bildiğim kadarıyla. Yavruağzı renkli kanatlarını gerdi ve yaşlının yarısı kadar olan kirli kor renkli cüssesiyle uçmaya hazırlandı. “Hürmetlerimle” diyerek havaya zıpladı ve ağaçların seviyesine geldiğinde kanatlarını çırparak dev kütlesini ilerideki kararmış bulutlara doğrulttu. O çok uzaklardaki karanlık ufukta yıldırımlar çakıyor, lav püskürten dağların kırmızılıkları minik kor ateşi gibi belli belirsiz seçiliyordu. Uçarken yolunu değiştiren zavallı melek kanatlı insanlar ona korkuyla bakıp başlarıyla selam veriyorlardı. Onları tanıyordum. Gök dünyasından sürülmüş bu birkaç grup da bize hizmet için çalışıyorlardı. Bu düşüncelere dalmışken ensemde bir yanma hissettim, Onnukarata, uçan komutana bir efsun bağlıyordu anladığım kadarıyla. Savaşta onun için bir koruma büyüsü olmalıydı. Uçar ayak efsunlanmış genç komutan ejderha, ilerdeki dağı geçince savaş için toplanmış arkadaşlarını görecekti. O kalabalığın yaydığı enerjiyi ta buradan hissedebiliyordum. Az önceki uçan insanlar görüşümden çıktığında, birkaç perinin onları takip ettiğini fark ettim. İlgilenmedim, zaten bu topraklarda ejderhalardan habersiz yapılan hareketlerin ömrü de pek kısadır. Ve Fa uzaklaştı, uzaktan ne kadar minik görünüyorduk, bir omurtağ (kartal) kadar. Artık düşüncelerimin ulaşamayacağı yerlerdeydi.
Onnukarata uzun uzun kıpırdattığı dudaklarını yalayarak ıslattı. Aklından geçenleri size aktaramam çünkü benim gücüm böylelerinin aklını okumaya yetmiyor. Lakin babacan bir edayla serzenişte olduğu fark edilebilir. Arkasını dönüp usul usul ilerlemeye başladı. Yöneldiği taraftaki manzaraya başkalarının da şahit olmasını çok isterdim. Lakin ben bir ejderhayım, bu topraklardan ayrılamam ve başkalarını buraya davet edemem. Ah, tüm varlığımda bir yanma hissediyorum. Bu sefer Onnukarata ile ilgili değildi bu his. Böyle şeyleri her düşündüğümde, Tanrı Hada’nın etrafa saçılmış devasa efsunu beni cezalandırıyor sanki. Koskoca bir kıtayı saran akıl almaz büyüklükte bir efsundu bu. Bir farenin, kendisini bir kilometre yüksekliğinde bir dağa dönüştürmesi gibi bir şeydi bu. Velhasıl kelam düşüncelerimde bile özgür değilim. Dış dünyayı görmeyi çok isterdim, bu devasa kıtada hapsedilmiş hissetmek, en az arkamdaki ufuğun kararmış bulutları gibi beni siyah renkli bir toz kütlesi gibi hissettiriyor, üzerime sinen kontrollü büyü de kor kızıllıklara benzeyen bir göz sanki, beni izleyen. “Minvalini hiç beğenmedim velet” diyerek bana baktı Onnukarata yürüdüğü yerde ağırca arkasına dönerek. Bu tarz bir cümleyi kurmanın, beni öldürme isteğiyle beraber geldiğini bilecek kadar ejderha içgüdüsü öğrenmiştim. Onnukarata’ya hep saygılı duygular besledim, yumurtama genetiğini aktardığı söylenir, sonuçta kimse onun ilkel bir çiftleşme ritüeli gerçekleştireceğine inanamaz. Yine de bu beni gerekli gördüğü zaman öldürmeyeceği anlamına gelmiyor. Görünüş ve tavır olarak pek benzediğimiz söylenemez. Benim burnumdaki ejderdikenleri daha uzunken, onun ensesindekiler belirgin, onun rengi boz iken, benimki kor, onun kemikleri daha kalınken, ben daha narinim. Beni filizleyen anaç dişinin kim olduğunu bilmiyorum, açıkçası pek de merak etmiyorum. Mercankaya ejderhalarına benzerliğim olduğu söylenebilir. Çünkü mor renkli çizgilerim sayesinde oldukça gösterişli olduğumu düşünmekteyim. Bünyeme yeni yeni bir dişiyi dölleme iç güdüsü geldiği için bu farkındalığım benim için önemli. Toyluğumu atlatınca, zekama irfan katarak yükseleceğim ve daha değerli embriyolar üreteceğim. Nadiren kullanılan bir sıfat olan “baba” olayı, Onnukarata için pek de önemli bir durum değildi. Yine de başka ejderhaların tavrına bakarak onu oldukça yavaş ve sıkıcı buluyordum. Konuşması bile o kadar kadimdi ki ejderhaca dersi sayesinde anlayabiliyordum çoğunu. Bunu düşünürken yılların verdiği temkinle kendimi yadırgadım, saldırganlığımın savurgan olmamasına dikkat etmeliydim, düşüncelerimde bile. Bir ejderha hakkında olumsuz düşünceler onun canına kast etmek kadar ciddi bir meseleydi. Neyse ki Onnukarata benim aklımı okuyamıyordu. Kendinden bir parça yetiştirmenin bedeli de bu olsa gerek. Beni yaratmayı hiç istememişti ama kontrolsüz patlak veren savaşlar, Onnukarata’nın halkını zayıflatmıştı. Bu niyetle beni yaratmıştı, yine de onun ruhundan yaratıldığımı düşünmüyorum. Veyahut savaşta ölen başka biri ruhunu bana verdiyse de o varlığı da düşünmek istemiyorum. Tek derdim ilgi çekici şeyleri izleyip, kendimi geliştirmek. Kim bilir belki Onnukarata’ya bağımlı yaşamaktan kurtulurum bir gün. “Savaşı izlemek isterdim saygıdeğer efendi” dedim. Bunun yerine şunu demek isterdim, “Beni kontrol altında tutmak seni güçlü mü hissettiriyor fazla evrimleşmiş dinozor?” ve ardından canımı kurtarmak için, dişlerimi onun boynuna geçirmem gerekecekti, ki bu şu an imkansız. Saygısız olmak istemesem de inanılmaz canım sıkılıyordu, yaratıldığım için de hiç de memnun değildim aslında. Beni Onnukarata ile bir tutan bazı ejderhalara saygısızlık yapabilme özgürlüğünden memnunum sadece. Onnukarata’nın yüceliği, beni bir kalkan gibi koruyordu.
Onnukarata kafasını tekrar önüne çevirmiş, ağır ağır yürümeye devam ediyordu. Yaşlı kanatlarının gelgitlerini izlemeye koyulurken, istemsiz hareket ettirdiği kuyruğu bir o tarafa bir bu tarafa sallanıyordu. Belli bir çevreye kadar etrafı dolaşma özgürlüğüm vardı, genelde onun yanında ve sağ arkasında durmayı seçiyordum sahibimin. Sahip, ne kadar farklı bir kelime. Evet, güçlüydü Onnukarata, fakat Hada kadar güçlü bir ejderha olsaydı keşke diye geçirdim içimden. Böylece mayamda yarı tanrılık da olurdu. Zaten öyle bir ejderha herkesin isteyeceği bir sahip bence. Mübarek demirtanrıyı yenmiş, ne yazık ki bunun olacağını bilen demirtanrı tekrar dirilip onu bu adaya mühürlemiş. Bildiğiniz gökyüzünün ötesindeki esirde olmuş bu yaşananlar. İç geçirmekten başka bir şey yapamam şu an. Siz buna baba nefreti de diyebilirsiniz.
Savaşı görme isteğim hala Onnukarata’da bir tepki uyandırmamışken size bahsettiğim manzaraya iyice yaklaştık. Bir ejdersaray. Neden ejder”ha”saray olmadığını sorduğumda, ejderhaların saray yapmak gibi gereksiz şeylerle uğraşmadığını söylemişti okutmanım. Bizlerin akılsız ve kanatsız, az gelişmiş akrabalarımızdan olan ejder ırklarına yaptırdıklarını öğrendim. Tabi çoğu ejderhadan daha kaliteli ejderler de var ama onlar kendi ırkları için cengaverlik yapmayı seçmiyorlar. Sırtını yasladığı dağ kadar boyu olan bir ejdersarayın değil kapısı, kolonları bile büyük. Diğer küçük boyutlu ırkların anlaması için nasıl konuşmam gerektiğini düşündüm. “Bir kolonu geçmek bile can sıkıcı bir yürüme mesafesine denk geliyor” demeliyim. Sarayı, girişten çıkışına kadar en iyi ihtimal kırk sekiz saatte kat edebilecek küçük ırkların yüz ifadesini görmek isterdim. Sonuçta kubbesi bulutları deliyordu. Sanatsal bir estetikle işlenmiş dış yüzeyi, kaba görünüşlü Onnukarata ile tezat düşmekteydi. Her biri altın ejderha oranına sahip, mühim matematiksel denklemlere tekabül eden şekillerin dansıyla kıvrılıyorlardı. Bu ince işlemeleri de ancak zarif ve ince akıllı ejdiriler yapar. Bilinçli ve minik olan bu yaratıkların çok azı, ejderha imparatorluğunun kölesi değildir. En azından ejderlere göre daha şanslılar çünkü isyan çıkartabilecek zekaya ve aptallığa sahipler. Geçen yıl bir düzine kadar ejdirinin ufak biblo iskeletlere dönüşmesi, iç acıtan bir manzaraydı. Ne kadar kritik ve ince zeka ürünü büyüler üretmiş olursa olsunlar, Ulson’a çarpacak bir gezegeni engellemek gibidir onların bizimle çarpışmayı seçmesi. Şu an ibret olsun diye bu biblolar sarayın belli bir yerinde sergilenmekteler ve onların olduğu mıntıka özellikle ejdirilere temizletilmekte. Güneydeki dağ sarayı sakini sarı pullu ejderhaların hepsinin kör olmasının sebebi, ejdirilerin sivri ve yakıcı büyüleridir. Temkinli olmamız bundandır.
Kapıda bize karşı saygı durmuş bekleyen iki ejderhanın yanına geldik. Onka ve Onra adında bu iki cüsseli ejderha, Onnukarata’nın emriyle her şeyi yapabilecek bir köle gibidirler. Onnukarata durup ikisini de süzdü. Onların titrediklerini fark edebiliyordum. Sonra bana dönüp “Zatımca ham, velakin naif bir fikre hamil mevcut usunun, miskin cesedinde heba olmaması için, içkurda mevcut olmanda bir buyrat zuhur etmiyor, Hada’nın ruğiyeti kanatlarına basık olsun” dedi. Heyecanlandım, kalbimin kor pullu omuzlarımın arasındaki fildişi renkli göğsümden fırlayacağını sandım. Kısaca bana “sıkıntı yok, gidebilirsin” diyordu ve tabi bir sürü hakaretle beraber. İki ejderhaya dönüp, “Veledi semalarda ihya edip, içkurun kanatlarında cenk etmeye süzülün, çerimize destek olun” dedi. Onka ve Onra gönülsüzce kafalarını tamam anlamında salladılar “Emredersiniz Yüce efendimiz” diyerek bana yaklaştılar. Savaşa gitmeye meyilli değildiler. Onnukarata hiçbir şey olmamış gibi sarayın içine doğru yürümeye devam etti. Kısık ve hiddetli gözlerle bakan iki ejderha, bana hızlıca savaş hakkında birkaç sert öğüt verdi, hakaretleri yine duymazdan geldim ve uçmaya başladık. Bu arada Onka ve Onra’nın da Onnukarata’nın döllediği yumurtalardan çıktıklarını hatırladım. İşte burası böyle bir dünya. Dış dünya hakkında okuduğum kitaplarda, burada olup bitenler oraya göre oldukça vahşi ve acımasızca. Uçarken bu iki ejderhanın bana karşı homurdandığını hissedebiliyordum. Siz buna kardeş fesatlığı da diyebilirsiniz.
İçkura vardık.
Pıhtılaşmış kanlar yanardağdan, eteklerindeki ejder tepelerine doğru tabaka halinde ilerliyordu. Biz ejderhaların savaşını anlayabilmek için, pıhtıların ne kadar sertleşmiş olduğuna dikkat etmelisiniz.
Devasa dağların gölgesinde, yakut kızılı yaban otluğuyla kaplı savlağın üzerinde duruyorduk. Mor, kırmızı, mavi ve sarı renkli ejderhaların etrafında bir veya bir kaç metre boyuyla minicik ejdiriler uçuşmaktaydı. Bizim geldiğimizi hissedip çoktan kaçmış olan bir ejdiri sürüsünün kokusunu hala alabiliyordum. Lakin bu kokuyu şiddetle bastıran başka bir hava vardı.
Şu an bakmakta olduğum kan gölü tahminen en fazla bir saat yaşında. Ejderhaca dersinde saat kelimesinin tekabül ettiği yaklaşık süreyi biliyordum. Ejderhaca çok geniş bir kavram, her birimiz için ortak bir lisan bulmak oldukça zordur. Çok fazla çeşidimiz var, ejderhalar, ejderler, ejdiriler ve bunların başka alt türleri gibi. Okutmanım, Hada’nın ejder kanı tarafından kirletildiğini söylediğinde anlam verememiştim ama şu an bunun iyi bir şey olmadığını öğrendim.
Geç kalmıştık. Önümüzde devasa kütleleri ile birbirini parçalayan, uzuvları koptuğu halde sürünüp yaşama tutunmaya çalışan savaşçı ejderhalar seriliydi. Etlerinin kemiklerinden soyulmuş hareket edemeyeceğini anlayıp, inleyen bir tanesi yaralanmış yılan gibi bir kendi içine, bir dışına kıvrılıyordu. Tendonları koparılmış, fışkıran kanları öylesine yükselen, sanki bulutları boyamaya hevesli başka birisi vücudunu solucan gibi amaçsız bir yerlere itiyordu. Gırtlağından gelen hırlama sesleriyle son kez dev ciğerlerini oksijenle doldurmaya çalışıyordu. Bir diğerinin kırılmış kanatları öyle bir hale gelmiş ki; rahatsız edici görüntüsü, onun önceden bir ejderha olduğunu kesin bir dille yalanlıyordu. Ejderhalıktan çıkmış bir diğeri, yüz metre ilerdeki kızıllaşmış kayanın yanında yatıyor, alt çenesi üst çenesinden azat edilmiş damağı görünüyor, dili kendi yerini ararmışçasına kıvranıyordu. Kan gölünün kıyısında olan diğer bir ejderha, işkembelerini bacaklarının arasında toplamaya çalışıyordu. Onun ölmesini bekleyen ejdiriler leş yiyici çakallar misali etrafını sarmışlardı. Yalvarır bakışlarıyla bir yandan onlara bakarken hala yaşayacağı düşüncesiyle aldanan bir başkasıydı bu. Bir yandan dağılan iç organlarını nasıl yerine yerleştireceğini çözmeye çalışıyordu. Acısıyla her titrediğinde, etrafındaki ejdiriler zıplıyor ve heyecanla yer değiştirip ses çıkarıyordu. Irkının son örneği bir çift ejderha da, tepenin yamacında yan yana, boylu boyunca uzanıyorlardı. Onların çok güzel kanatları vardı, kuyruklarındaki şekilli yelpaze çıkıntı ve göğüslerindeki uzun yassı kemik bir daha başka bir ejderhada görülmeyecekti. İnceledikçe hep bir birinden farklı vaziyette yere uzanmış onlarcasını seçiyordum. Gözbebekleri kafasının üstünü görmek istermişçesine kaymışları, bir kolu parçalanmış olduğu halde topallayarak kopmuş kuyruğunu arayanları, “Ne olursunuzu öldürün beni” diye yalvarıp acısından ıhlayıp poflayanları ve niceleri. Onların üstüne basan bizim savaşçılarımızı da görüyordum. Dişlerinde öğle yemeği artığı kalmış gibi sallanan kanat derileri vardı. Yarı yanmış, yarı kesilmiş ve ısırılmış ama yerde yatmayan, zafer kazanmış olanlardı bunlar. Köpek eniği gibi ezilmiş ejderler de vardı. Onlardan daha şanslı kaçışmakta olan ejderler ürkerek arkalarına bakıyordu. Fırsattan istifade büyülü ejderha uzuvları toplayan ıslak lağım farelerini andıran, savaşın ortasındaki kan gölünü yüzerek geçmeye çalışan ejdiriler o kadar etkilenmiş görünmüyorlardı. Ejderha kanıyla boyanmış vücutları, ay ve ray ışığında parlıyordu. Bu halleriyle parlak renkli kertenkeleleri de andırıyorlardı. Kan, kemik, kanla yoğrulmuş çamur, yanmış et, az önce yapılmış büyülerin sülfür kokusu, ilk bakışta seçilemeyen taş veya çamur sanılacak vücut parçaları ve ateş nefeslerin yanık kokusu… Yanan, eriyen, çürüyen ağaçlar; can havliyle kaçışan diğer savaş mağduru şaşkın hayvanlar…
Bu seviyede vahşet karşısında gözlerim yuvalarından fırlayacak gibiydi, gözlerimin arkasında atan damarlarımın nabzını kulaklarımla işitebiliyordum. Gök gürlüyor ve yanar dağ şimşekler çakıyordu. Bakır yüklüymüşçesine ağır görünen bulutlar bizi ezip boğacak gibi nefesimi zorluyordu. Gördüğüm vahşete dahil olamadığım için üzüleceğime hafiften sevindim. Buna tezat olarak kan gölünden gelen demir kokusunu hissettiğim için içgüdüsel olarak hırlamaya da başladım. Kardeşlerimin zafer dolu bakışlarını görünce, aynı kandan geldiğimize iğrendim. Hissettiğim duygular o kadar yeniydi ki, çok sonradan anlayacaktım bunun sebebini. İçimdeki vicdan duygusu değildi asıl olan, adalet hiç değildi. Duygularımdaki karmaşanın sebebi aslında oldukça netti. Sırf evrime hizmet etmek için, bizim yüce kudretimizin bir fare kadar önemsiz bir araç olması. Üstüne üstlük bundan bihabermiş gibi yaşayan türdaşım olan kudretlilerin tavırları, peh. Birkaç yıla kadar bu topraklardan kaçacaktım. Farelerle yaşamak, tanrıların gölgesinde çürümekten iyidir. İşte bu düşünce o an başladı. Arkamı dönüp kardeşlerime bir şey demeden uçmaya ve oradan uzaklaşmaya başladım. Kardeşlerimin omuz silktiğini hissedebiliyordum. Siz buna maymun gözünü açtı, kuş yuvadan uçtu, bundan sonra köprünün altından çok sular akacak da diyebilirsiniz.
Bir çok güzel söylem barındıran, gülümseten buluşlar ve oyunlarla dolu okuması çok keyifli bir öykü.
Ah bir de kadim dilimiz gibi sunulmaya çalışılan yabancı sözcüklerin sahte gülüşle cezbedip satırlar arasında yazarı gömen girdabına kapılmasaydınız.
Bu farklı dünyayı etkileyici buldum. Anlatım tarzı, betimlemeler, kurgu her açıdan özenerek yazıldığı belli öykünün. Ejderhanın bakış açısını, fikirlerini ve tarafsızlığını güzel aktarmışsınız. Ellerinize sağlık.