Yolculukların insanlar üzerindeki etkisini pek severim: Bir süre sonra hayat pencerenin dışından ibaret olur. Hızla geçen ağaçlar ayırt edilemez. Çocuk yüzleri birbirine karışır. Bir tepenin ardından diğerinin gelmesi, insanları daima aynı yolda gittiklerine ikna eder. Ne kadar reddedici olurlarsa olsunlar, insanlar hep aynı zaman yaşanıyormuş gibi hissederler. Yolculuğun bir süresi, bir sonu yoktur. Koltuğa otururlar, iyice yerleşirler ve beklerler. Gidecekleri yere kadar beklerler, gerisi ağaçlardır, insanlardır ve tepelerdir. Denizler için aynı şeyi söylemek mümkün değil, denizler aynılaştırılamaz. Deniz, denizdir.
Güneş oradan oraya hareket eder, yolcuları dalgınlıklardan kurtarır. Bir iki kıpırdanma, belki perde çekilecek. Memleketine dönen yaşlılar, işlerinin peşinde koşan ve yarının kaygılarıyla alınları zamanından önce kırışıklıklarla dolmuş genç insanlar, herkes güneşten kaçınmaya bakar. Perdelerin burada bir yeniliğe yol açmaları, yolculuğun kendini sürekli yenileyen doğasından kaynaklanmaz. Yolculuğun kendini sürekli yenilediği büyük bir yalandır. Aynı yolda gittiklerini sananların aksine, gördüklerini bir daha aynı şekilde göremeyeceğini düşünen ve her yolculukta farklı şekilde davranan, farklı kitaplar okuyan ve farklı rüyalara dalanlar, bilinmeyen zamanlar boyunca öylece serilmiş yollara dikkatle bakmayanlardır. Bakmayışlarının ardında perdelerin taşıdığı sırların ağırlığı olduğu söylenir, insan elini uzatıp da perdeleri aralayamazmış çünkü. Hangi tarafın haklı olduğunu perdeler açığa çıkarabilirdi, en baştan açık olsalardı. Trenlerin o kendine has kokusuyla uykulara işleyen perdelerinin taşıdıkları başın, emdikleri terin haddi hesabı yoktur. Deniz öyle değil, dediğim gibi. Adalar, dalgalar, kuşlar, durmadan bir şeyler geçse de suyun aslında geçmeyen zamanla bir olduğu, uykulu gözleri farkındalıktan yoksun bırakan tek yer, tren camından görülen denizdir.
Yolculuğun yarısından daha azı deniz manzarasıyla bezendiği için yolculuğa çıkan birçok insandan biri benim. Kompartımanım, koltuğum, hatta başımı camın hangi noktasına dayayacağım bellidir. Tünellerden geçerken yok olmam dışımda hep oradayım. Nereden geldiğimi bir zamana kadar hatırlıyordum. Bir sokak vardı, iki katlı evlerin arasında çocuklar koşuyordu ve bayramlarda patlatılan torpiller, sokağın sırtını yasladığı tepeden ve dikkatle dinlenirse uzaklardaki dağlardan, hatta gökyüzünden yankılanıyordu. Şeftali ve zeytin ağaçlarının arasından esip gelen rüzgârın taşıdığı kokularla büyüyen insanların aynı kokuları saçtığını fark ettiğim zaman asla çocuk olarak kalmayacağımı, asla boyası dökük ahşap kapıların artlarındaki hayatlardan başka bir şey öğrenmeyeceğimi ve asla dışarı, tren istasyonuna doğru adım atmayacağımı düşünür, yanlarına uzandığım ağaçların arasından gökyüzünü görürdüm.
Yanılmışım.
Planlanmış, sonu belli olan yolculukların zaman hırsızından başka bir şey olmadığını anladığımdan beri evimi özler olmuştum. Büyük bir şehirdeydim, binalar ağaçlar gibi fışkırmıştı yerden. Hiçbir zaman “ev” demediğim bir yerde yıllarca yaşadım. Birçok yüz gelip geçti gözlerimin önünden. Bazısı bir kürsünün arkasından, en ufak bir değişim geçirmeden, tek bir duygu barındırmadan bir şeyler anlatıp durdu. Kendilerine dönük yüzler kadar solgunlardı, anlattığı şeylere inanmadıkları, zerrece değer vermedikleri renklerinden belli oluyordu. Benzerlerinin yaşadığı gri koridorların arasında uzunca bir zaman yürüdüm, ardından ince panellerle ayrılmış kutucukların koridorları geldi. Hayatlarını bu kutucuklara sığdırmaya çalışan insanların masalara koydukları fotoğrafları, eşyaları ve yaşadıklarını zaman zaman hatırlatan, bazen de kimsenin farkında olmadığı kayıp saatlerin arasında kaybolan anı kırıntılarını görünce başlarda sallantıdan ayakta durmanın zor olduğu, sonradan beşikte sallanıyormuş gibi hissettirip çocuklukta belli belirsiz farkına varılan ekşi ve mutlu edici yaşama duygusunu uyandıran dar, kısa koridorlara geçtim. Ne zamandı, farkına varmadan nasıl öyle büyük bir değişim geçirdim, bilmiyorum. Bilmek, bir insanın bazı şeyleri neden yaptığını anlamak, geçmişi düşünmekten geçer ve tekrar tekrar yaşanan onca anı, insanın geçmişi anlamasına yol açmaz, sadece zamanla yumuşayıp tatlı birer sızı haline gelen acıların, onca zaman sonra hatırlandığında hâlâ tebessüm ettiren mutlulukların dünyasına çıkılan yeni bir yolculuk anlamına gelir. Yolculuk içinde yolculuktur bu; bilinmeyenin yolunda insanın tutunabileceği şeylerden ibarettir. Öyle olmasaydı büyüdüğüm yerin önünden sayısız kez geçtiğim halde bir kez bile meyve kokan istasyonda inmezlik etmezdim.
Özgürlüğün acı verdiğini koridorlar söylermiş. Bana da söylediler. Gelip geçici bir yolcu olmadığım, geceler ve gündüzler boyunca camlarda yüzümün aksinin görüleceği anlaşılınca benimle ilk defa konuştular. Benden önce orada bulunanları, vagonlara karışıp kaybolan diğerlerinin hikâyelerini onlardan duydum. Bir zaman sonra camlarda kendi yüzümden başka yüzler de görmeye başladım. Söyleyecek bir şeyleri varmış gibi ağızları aralanıyor, sonra gözlerle birlikte kapanıyordu. Karanlıklara doğru gerileyen dudakların bir ucu yukarı doğru kıvrılırdı. Durmadan çağlayan bir şelaleye bakar bulurdum kendimi o zaman. Yüzler hiç durmazdı; bildiklerim, bilmediklerim, hepsi camın ardında görünen ağaçlara, tepelere akardı. Dünya kulaklara, ağızlara ve gözlere çalardı. Bunca insana katlanamayanların devinimsiz, durgun koridorlara neden geldiklerini de böyle anladım; yüzlerini dünyadan silmek istiyorlardı. Bir daha asla görülmemek isteğiyle giderek silindikleri an isimleri de hafızalardan silinirdi, hiç yaşamamış olurlardı. Hiç yaşamamış ve hiç kimsenin anılarında yer etmemiş. Bir zamanlar okuduğum bir kitapta, yokmuş, hiç var olmamış gibi davranılan insanların nasıl yaşadıklarını, neler yaptıklarını ve özellikle özgürlükle nasıl başa çıktıklarını merak eder, aradığım cevapları bulamaz ve kitabı bir daha okurdum. Bir kez daha. Üçüncü okuyuşumda yanlış soruları sorduğumu, beşinci okuyuşumda soru sormanın anlamsızlığını gördüm ve adı da dahil olmak üzere kitapta ne varsa hepsini bir daha hatırlamamak üzere unuttum. İşte o zaman aradığım cevap kendiliğinden geldi: Kayboluşun getirdiği acıyla birlikte özgürlük de belirirdi. Koltuklara ve perdelere sinmiş koku, yolcuların şöyle bir bakıp gözlerini kaçırdığı bizlerin ellerinden yayılan özgürlüğün ekşi, tuhaf kokusundan başka bir şey değildi. Bir zaman sonra bu kokunun unuttuğum kitabın sayfalarının kokusuyla aynı olduğunu fark ettim. O sırada güneş yine alçalmıştı, gölgelerin arasına gizlenmeye çalışanların içinde elimi yavaşça burnuma götürdüm. Hiçbir şey çağrışmadı. Tek bir kelimeyi bile hatırlayamadım.
Düşünmekle geçen zamanların ardından gelen tozlanmışlık duygusunun dışında iyi hissettirecek her şey yanımdaydı. Ayaklarımın altındaki titreşim, camdan giren güneş ışığı, sadece bunların varlığı bile devam etmemi sağlayabilirdi. Bir de kimi yakın, kimi uzak insanların uykuları. Her insan bir başkasını uyuyordu, sadece yolculuğa özgüdür bu ve izlemesi oldukça keyif vericidir.
Yüzleri incelemeye başladım. Kitap okuyan bir adam, elinde alışveriş torbalarıyla uyuklayan bir kadın, müzik dinleyen bi… Bana dikkatle bakan bir çocuk.
Çocuklardan korkmam gerektiğini uzun zaman önce anlamıştım, çünkü onlar her şeyi bilirler. Çocukların dünyanın en zeki insanları olduklarını benim gibi yolculuk eden biri söylemişti. Düşünmezlermiş, nedeni bu. Düşünmezler ve sadece bilirler.
Ellerim karıncalanmaya başladı. Dikkatli bakışlar önce gözlerime kilitlendi. Bir dipsiz kuyuya baktığımı sandım. Derinliklerde oynaşan ışıltılar vardı, karanlıkların içinde bir sağa, bir sola hareket eden meşaleler. Vagonu aydınlatan ışıkların yanında sönük kalsalar da duvarlarda oynadıkları oyunları görmek mümkündü. Bakışlar kıyafetlerime indi, sonra tekrar gözlerimle buluştu. Çocuğun gözlerine çöken geceyi hissedip ürperdim, en son ne zaman ürperdiğimi hatırlamaya çalışarak.
Dört yaşından büyük olamazdı. Bazı şeyleri çoktan unutmuştu belki. Geceleri yatağının yanında nöbet bekleyen ışıkları, boş dükkanlara, boş evlere baktığında duvarlarda yürüyen gölgeleri, hepsi ağır ağır kaybolmuştu ama merak dolu o gözler, bazı şeylerin unutulmaya daha dirençli olduğunu gösteriyordu. Bazı şeyler unutulmamak için bütün güçleriyle direnirler, böylece zincirsiz bir geleceğin umudunu silmeye çalışırlar.
Denizle güneşin buluştuğu anda tünellere yaklaşmıştık, belki koridorlardan birinde izimi kaybettirebilirdim. Ayağa kalktım, yan koltukta uyuyan adamın omzuna dokundum. Bir şeyler mırıldanarak başını öbür yana çevirdi, bacaklarını topladı. Yankılar artıyordu, bir dakikalık karanlık çökmek üzereydi. Çocuğa bakmadan yavaş yavaş yürüdüm. Adımlarımın emin olmasına özellikle dikkat ediyordum, böylece çocuğa kendimi unutturabilirdim. O zaman benden geriye hiçbir şey kalmazdı. Ayak seslerim ardımda iz bıraksa da yeterince yürüyebilirsem bir süre sonra kaybolacaktı, karanlık üzerimi örttüğünde tamamen kurtulacaktım.
Aydınlık kayboldu, koca bir hiçliğin içinde buldum kendimi ama o varlıktan arınmışlık bile hiçlikten çok uzaktı. Hiçbir şey göremiyordum ve hâlâ düşünebiliyor olmak, o karanlıkta bile delirtici bir biçimde rahatsız ediciydi. Yokluk kavranamaz, bilinemez bir şeydir. Bilincin olmadığı yerdir yokluk, öbür türlü sonsuz bir hapishanede bulur insan kendini. Durumum tam olarak buydu; sonsuz bir hapishanenin koridorlarında yürüdüm bir süre. Rayların takırtıları, aldığım nefeslerin belli belirsiz sesi, yavaş yavaş yükselen ayın gökyüzünü okşarken çıkardığı mırıltı… Bir süre sonra yalvardığımı fark ettim. Gözlerimden bir şeyler dökülüyordu. Neye, ne için yalvardığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yürümem gerektiğini biliyordum. Benden kalan en küçük bir anı kırıntısı… Düşünmesi bile korkunçtu. Neden korkunç olduğunu da hatırlamıyordum. O zaman ağladığımın farkına vardım, dökülen gözyaşlarımın sesini de duyunca delirmemek için bir şeylere tutunma gereği hissettim. Parmaklarımın ucunda bir eşyanın soğukluğunu duymalıydım. Eşyaların huzursuzluklarıyla birlikte varlıklarını da haykırmaları gerekiyordu. Bu yüzden aklımdan onlarcasını geçirdim. Dokundukları zaman uyandırdıklarını anımsamaktan çok uzaktım artık, sadece dokunsunlar istiyordum. Dokunsunlar ve yaklaşmakta olan ışığa sarılmadan önce bir adım daha atacak gücü bulabileyim. Tek istediğim buydu.
Elim hiçbir şeye temas etmedi, tünelin sonu geldi ve çocuğu tam karşımda buldum. Trenlerden başka trenlere, hatta başka zamanlara açılan koridorları duymuştum ama küçük bir çocuğun bilgeliğiyle o koridorlara ulaşılamazdı. Şaşkınlıktan ellerimi indirememiştim, bakışları gözlerimi delip arkamdaki bir noktaya kilitlenmişti. Kıvırcık saçları açık unutulmuş bir pencereden gelen rüzgarla dalgalanıyordu. Dudaklarında kelimelerin kıpırtıları geziniyor olsa da kulağıma rüzgarın uğultusundan başka bir şey gelmiyordu. Yürümeye başladı. Adımlarını benimkiyle kıyaslayınca aslında ne kadar korkmuş olduğumu anladım; dünyada nereye yürüdüğünü onun kadar iyi bilen biri daha olamazdı.
Elini uzattı ve parmağıma dokundu. Ne yaptığını çok iyi biliyordu, çocukların gözlerinde iz bırakmadan kaybolan delilik parıltılarından birini gördüğümü sandım. Delilik, diğer bir deyişle bilinmeyen, anlaşılamayan tepkileri tanımlamak için kolay bir çıkış yolu. Benim için delilikti, çünkü ben çocuğun ardındakileri göremiyordum. Bir çocukla bir gölgenin arasındaki farktır bu: Gölge kaybolmak ister, çocuksa görür, unutacak olsa bile. Unutacaktı, dokunuşuyla birlikte unutmuş olduklarını gördüğüm zaman bundan hiç şüphe duymadım. Bir varlığa son kez dokunma ihtiyacımın farkındaydı, onun da unutmak için ihtiyacı vardı belki. Son bir unutuş ve sonsuz bilgeliğin mutlu bir çocukluk için terk edilişi. Gülümsedi, nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde önüme geçtiği koridordan gerisin geri yürüdü. Yüzünün yansıması vuruyordu her yandan, dışarıda artık iyice koyuya boyanmış bulutların ve ağaçların bile onun biçimini aldıklarını, onun adını fısıldadıklarını duysam şaşırmazdım. Kompartıman kapısını kapamadan önce başıyla dışarıyı işaret etmesiyle kıpırdanmayı bile reddeden bacaklarımın kontrolünü yeniden ele geçirdim ve doğanın bir çocuğun önünde dize gelmesini izlemek üzere pencerelere yanaştım. En azından beklediğim buydu.
Durmadan çağlayan şelalelerin içinde, onca yüzün arasında kendi yüzümü gördüm.