Semih, tıp fakültesini bitirdikten sonra hayalinin ülkesiyle sınırlı olmadığının farkındaydı. Birkaç ayını Bursa Devlet Hastanesi’nde geçirmişti. Ama buradaki insanlara yardımcı olmak onun mesleki doyumuna yeterli olmuyordu. İnsanların burada hizmete ihtiyacı çok fazla değildi. Zorlu vakalar, ilginç ameliyatlar, ilginç olaylarla karşılaşma hevesi kursağında kalıyordu. Pek çok arkadaşı, onun hayallerinin hep daha yüksek olduğunun farkında olduğundan onu cesaretlendiriyorlardı. Zorunlu görevini yapıp, o zamanda alacağı yola karar veririm düşüncesiyle devlete başvuru yaptı. Birkaç hafta sonrasında sonuçlar açıklandı. Doğu görevini yapacağı yer Ağrı, Doğubayazıt’tı. Kararın açıklandığı gün haberi hemen ailesiyle paylaştı. Annesi Melda Hanım bu işe en çok canı sıkılan oldu. Oğlunun Ağrı’ya gitmesini istemiyordu. Bölge karışıktı. Terör olayları yüzünden herkes oradan geri gelirken biricik oğlunu savaşın ortasına göndermeye ana yüreği dayanmıyordu elbette. Babası Muzaffer Bey ise nitekim daha soğukkanlı karşıladı haberi.
Artık Semih için günler geçmek bilmiyordu. Görevinin başlaması için daha bir ay vardı. Semih evde durmak istemiyordu. Annesi Melda Hanım’ın onu her gördüğünde döktüğü göz yaşları yüreğini dağlamaktan başka bir işe yaramıyordu. Ancak bu da görevdi sonuçta. Eninde sonunda yapılacaksa eğer; ya şimdi ya sonra ne fark ederdi ki, kaçarı yoktu elbet. Ancak Semih görev aşkıyla yanıp tutuşurken, o bölgeyi bilmesine rağmen, gitmeye bir hayli istekliydi.
Ertesi gün erken kalkacaktı. Ağrı ya gitmek için bir hafta kalmıştı artık. Arkadaşlarıyla görüşmesi, o sürecek hasretliği atması gerekiyordu. Ertesi sabah erkenden kalktı. Duşunu aldı ve yola koyuldu. Yolculuk İstanbul’a idi. Arkadaşlarının pek çoğu İstanbul’da yaşıyorlardı. Hepsi çalışıyordu. O yüzden Semih İstanbul’a gidip onları yerinde görme kararı aldı. Esenlerde indi otobüsten. Arkadaşı Musa onu otogarda karşıladı. Günü onunla birlikte geçirdiler. Grup iş çıkışında Beşiktaş’ta buluşma kararı almıştı. Bazıları gelemeyecekti ama işleri yüzünden Semih İstanbul’da birkaç gün kalıp hepsini gördükten sonra Bursa’ya dönmeyi planlıyordu. Zaman hızlı geçti. Akşama kadar vakti önce Murat’ın evinde biraz dinlendikten sonra, iyi bir İstanbul turu atıp değerlendirme kararı aldılar. En son boğazda çay içtikten sonra Beşiktaş tarafına vardılar. Grup toplandı, öpüşmeler, iyi dilekler, birkaç konuşma, selamlaşmalar derken iyi bir akşam yemeği için bir mekana girdiler. Semih’in arkadaşlarından o gün orda Murat dışında 5 kişi daha vardı. Murat hariç diğer arkadaşları doktordu. Murat eczacılık okuyordu. Onunla kongrede tanışmışlardı, en sevdiği arkadaşı, dostu oydu. Konuşma devam ederken gülüşmeler, kahkahalar hava da uçuyor, fıkraların biri diğerini takip ediyordu. Derken konu Semih’in gitme meselesine geldi. Hale Semih’e gerçekten hayalinin bu olup olmadığını sordu. Semih hayallerinin tam bu olmadığını ama bir şekilde doğu görevi yapması gerektiğini bildiği için bu işi en erkeninden yapıp mesleki kariyerini bundan sonra sürdürmek istiyordu.
Gazi bir anda Semih’in aklına hiç olmayacak bir haberi soktuğundan habersiz, bir arkadaşının ona bahsettiği ‘Afrika’ya uzanan el’ projesini açmış bulundu. Semih bir anda o kadar büyük bir ilgiyle dinlemeye başlamıştı ki zaman, mekan, kişi kavramları tamamen aklından çıkmıştı. Gazi projeden bahsetmeye devam etti. Bu fikir Semih’in aklına epeyce yatmıştı. Hem zor bir görevdi, hem insani açıdan onu doyurabilecekti hem de macera dolu koca bir yıl demekti. Semih o anda kararını verdi. Arkadaşlarına bu kararını açıkladı. Hiçbiri tam olarak Semih’e destek vermemişti ama hepsi biliyordu ki Semih kafasına bir şeyi koydu mu yapardı. Okulda bu özelliği ile ün yapmıştı. Nitekim okulunu birinci olarak bitirmiş olması da ayrıca bir avantajıydı. Hem sosyal hem çalışkan bir fakülte döneminden sonra birincilik onun için bir ödüldü. Ertesi gün çok geçmeden başvuruyu yaptı. Başvuruyu yaptığında arkadaşı Murat da, ona bu fikri veren Gazi de onun yanındaydılar. Semih ailesine bu işten bahsetmeye zaman bulamamıştı ama bu karar onun için dönüm noktası olabilirdi. Başvuru yapıldıktan sonra, Semih formu da alıp sağlık bakanlığına yapmış olduğu zorunlu hizmet başvurusunu gerekçesinden dolayı geri çekti.
“Afrika’ya uzanan el” projesi üç yıldır devam eden bir projeydi. Alanında nitelikli uzmanlar ve genç nesilden bilgisi taze doktorlar ve pek çok sağlık çalışanı bu projeye katılmıştı bundan önceki iki sene. Semih proje kapsamına alınmıştı. Kendisinden başka on üç doktor, otuz hemşire, üç sağlık koordinatörü, iki sekreter de Afrika’ya gidecekti. Bundan önceki senelerde Nijerya’ya ve Kenya’ya yardım eli uzanmıştı. Proje yıl boyunca binlerce insana yardım etmiş, birçok başarı elde etmişti. Geri dönenler bu görevin haklı gururunun farkındaydılar, hepsi mesleğinde ayrı saygınlık kazanmışlardı. Projeden pek çok medya kuruluşu bahsetmişti. Devlet tarafından proje kapsamındakiler onurlandırılmışlardı. Özellikle Afrika’da sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan bölgeler seçiliyordu proje için. Nijerya ve Kenya’da istenilen amaca ulaşılmıştı. Gerek yerel yönetim gerekse yerel halk hizmetten memnun kalmışlardı. Hatta projeye katılan bazı doktorlar bu sene de aynı yerlerinde çalışacaklardı proje kapsamında.
İstanbul’da geçen üç gün sonrasında Semih Bursa’ya döndü. Ailesiyle konuyu paylaştı. Annesi bu sefer daha fazla yaygara kopardı. Haklıydı gene elbet ama Semih kararını vermişti. Hem devlet bu proje kapsamında Afrika’ya giden sağlık çalışanlarına ayrı kontenjan ayırıyordu. Ve doğu görevi gibi zorlu bir ortam yoktu Afrika’da. Tamam Afrika yeni yepyeni bir dünya idi Semih için ama sonuçta Semih orda daha mutlu olacağını biliyordu ve amaçlarına ulaşabilmesi için bu macera ne kadar zor olsa da onun için biçilmiş kaftandı. Afrika yolculuğu için gerekli pasaport, vize, belge işleri devlet tarafından bizzat hızlandırılmış olarak yapılıyordu. Bu yüzden süreç çok zorlu geçmedi. Gerekli olan aşılar ve hazırlıklar yapıldı. Semih in yolculuk için önce İstanbul’a gitmesi gerekiyordu. Seyahat günü 1 Ekim olarak belirlenmişti. Semih İstanbul’a gitti. Orda Afrika’ya gidecek olan gruptaki herkes özel bir binada toplanmıştı. Ertesi gün Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan uçuş yapılacaktı. Önce Mısır’a inilecekti. Oradan bu seneki proje kapsamında olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile Kongo sınırındaki Kongo nehrine kıyısı olan Kinshasa şehri seçilmişti. Oradaki bölge görevlileri ile gerekli irtibat sağlanmıştı. Bölge yetkilileri dört gözle onları bekliyorlardı. Ekibe bölgenin dilini bilen birkaç çevirmen de eklenmişti.
Uçak yolculuğu başladı. Yolculuk sakin geçmişti. Mısır’da gerekli kontroller yapıldıktan sonra, üç saatlik bir Kahire turu da buna eklenmişti, uçak tekrar Kahire’den havalandı. Şimdiki durak şehirdeki küçük bir havalimanı olan Aeroport de Ndolo idi. Şehre ilk ayak basıldığında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden yetkililer karşıladı grubu. Türkiye’den gönderilen üç tır daha dün varmışlardı. Hazırlıklara hemen başlamışlardı. Önce grup otele yerleşti. Kimi hazırlıklara hemen katıldı. Kimi biraz dinlenmeyi seçti. Semih hemen görevlilerle iletişime geçmişti. Yetkililerin birkaçı İngilizceyi iyi şekilde konuşuyordu. Planlara göre hastane bünyesine birkaç kişi verilecekti. Diğer büyük grup ise birkaç kişilik gruplar halinde ihtiyaca bağlı olarak çevredeki yerleşim yerlerine dağılacaktı. Kasangulu’ya bir grup, Mato’ya bir grup, İnkisi’ye bir grup, Mbanza-Ngungu’ya bir grup, Gombe-Matadi’ye bir grup gönderildi. Bu bölgeler ana kamp alanlarıydı. Her ekibe acil müdahale aracı verilmişti. Gerekli olduğu takdirde diğer uzak bölgelerdeki yerleşim yerlerine ekipler ulaştırılacaktı. Tırlarla gelen ekipman uzun süre için yeterliydi. Ama belli aralıklarla bölgeye takviye gerekiyordu.
Semih Gombe-Matadi’deki kamp alanında görev yapıyordu. Geleli bir ay kadar olmuştu. Hem bölge halkı onlara alışmış hem de onlar bu toprakları ve halkını sevmişlerdi. Tüm çalışanlar gece gündüz demeden hizmete hazır bir şekilde çalışıyorlardı. Bölgenin havası nemliydi. Neredeyse her gün düşen yağmurlara bile alışmışlardı. Günler yardıma koşuşturmayla geçiyordu.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti 2006’da kurulmuştu. Önemli iç savaşlar, çatışmalar, olaylar atlatılmıştı. Halen sürmekte olan bir iç savaş vardı ama devletin askeri gücü önemli ölçüde artırılmış devlete sorun çıkaran gruplara önemli ölçüde başa çıkılmıştı. Semih burada geçirdiği günlerden mutluydu. Bölge halkı onlara yardım ediyordu. Halk yardıma muhtaçtı. Semih pek çok tecrübe edinmişti bu projeden. Kampta iş olmadığında çocuklarla top bile oynuyorlardı. Semihler ise bölgede kurulan barakalarda kalıyorlardı. Temel ihtiyaçları karşılanıyordu. Hatta Semih bölgenin yemeklerine bile alışmıştı. Semih orda bulunduğu üçüncü ayında olmamasına rağmen birkaç tatsız kavga olayı dışında herhangi bir şey olmamıştı. Onları köyün girişinde aralıksız nöbet tutan bir grup asker koruyordu. Semih’in de aralarında bulunduğu ekibin bulunduğu yer bir kasaba büyüklüğündeydi. Kasabanın çoğunluğu Hıristiyan halktan oluşuyordu. Kasaba’da bir kilise, bir okul dışında başka bir yapı yoktu. Köyün yetkilisi olan Streywa Dfronai adında kırklı yaşlarında bir yerliydi. Gruba gerekli yardımın ulaşmasını, haberleşmeyi, ihtiyaçları o yönlendiriyordu.
Bu topraklarda geçen 123. günde güzel bir sabaha uyandığını düşünen Semih, bunu yanıltmayan sakin bir günün sonunda yağan yağmurun bu günü mahvedeceğini bilmiyordu. Bölgeye birkaç gündür yağan yağmur bugün en şiddetli zamanını yaşıyordu. Kinshasa’dan gelen bilgiler hiç iyi değildi. Kongo nehri taşmış, şehir sular altında kalmıştı. Hastaneye sığınan şehirdeki ekip bölgeye yardım talep ediyordu. Şehirde çok fazla yaralı vardı. Semihler kasabadan birkaç araç ile yola çıkma kararı almıştı, ama yağmurun biraz olsun dinmesini beklemekten başka şansları yoktu. Akşam saat sekiz civarında yağmur dindi. Kongo nehrinin debisi o kadar artmıştı ki kasaba nehre bir hayli uzak olmasına rağmen nehrin taşan suları bölgenin tepelerinden görülüyordu. Çevrelerindeki birkaç köyünde sular altında kaldığı haberi geliyordu. Ekip acil müdahale arabası ve köyden aldıkları iki taşıtla yola çıktı. Plana göre tehlikeye atılmayacaktı.
Gece olmak üzereydi, her tarafta sis vardı. Önce batı tarafına gidip bölgede can kaybı ve yaralıların olduğu köylere uğrayacaklardı, gerekli müdahaleleri yaptıktan sonra uygun zamanda şehre döneceklerdi. Yolda onlara eşlik eden iki de asker vardı. Sonra üç araba da nehrin sularının yerde 5-10 cm yükseldiği bir bölgeye geldi. Anlaşılan burası bir hayli küçük bir köydü. Ova ile vadinin kesişiminde gözlerden uzak bir yere kurulmuştu. Herkes arabalardan indi her taraf çamur içindeydi. Askerlerden biri seslendi etrafa ama cevap veren olmadı. Köyde bir gariplik vardı. Sanki terk edilmiş bir köy gibiydi. Evlerin yapısını da sırf orman ağaçları oluşturuyordu. Etrafı aramaya bir asker gitti ama gideli beş dakikayı geçmişti. Asker bu köyü daha önce görmemişti.
Haritalarda köyün adını bulmaya çalışıyordu ekip, belki şehre gittiğimizde buraya birilerini gönderebilmek için. Ama ne var ki köyü bulamadılar. İşin doğrusu yağmurdan dolayı yollarını kaybetmişlerdi. İkinci asker de aramaya gitti. Ama onunla irtibatı kaybetmeyelim derken etrafta garip sesler duydular. Herhalde bunlar bölge halkı olmalıydı. Bir anda bir yerde bir ev yanmaya başladı. Giden iki asker de dönmedi. Aniden ikinci bir ev de yanıyordu. Ortalık ateşin aydınlığıyla görünür hale geldi. Aniden Semih’in aralarında bulunduğu grubun ortalarına yanmış bir insan kafası attılar. Bu askerlerden birine aitti. Herkes dehşete kapılmıştı. Sonra kafayı yanmış eller, ayaklar takip etti. Cesetlerin kopan parçalarından hala kan gelmeye devam ediyordu. Gruptan bazıları sersemleşmiş durdukları yerde hareketsiz donmuş bir yüz ifadesiyle bekliyorlardı. Bazıları kusmaya başladı, içlerinden ağlayanlar oldu.
Grup köyün ormanla birleştiği yeren tersi istikametinde hareketlenmeye başladı ama önlerinde garip kılıklı, yarı çıplak denebilecek, ağzı kan içinde kalmış bir yerli çıktı. Ateşin aydınlattığı vücudunda kanın yansıması görünebiliyordu. Belli ki cesetleri parçalayanların içindeydi. O tarafa gitmenin tehlike olduğunu anladıklarından diğer yönlere gitmeye çalıştılar ama; herkes korkudan farklı yöne gitmeye çalıştığı için bağrışmalar içinde belli bir yön bulunamadı. Bir de etrafta yavaş belirmeye başlayan yirmi civarında yerli vardı, hepsi de kan içindeydi. Burada nasıl bir vahşet döndüğüne kimsenin inanabileceğini sanmıyorlardı. Bazıları kabusta olduklarını düşünüyorlardı. Böyle olaylar ya kabuslarda olurdu ya da filmlerde. Etraflarını çeviren yerli grup bağırıp duruyordu. Sağlık grubunun yanında bölgeden halk da vardı ama; onlar da böyle bir toplumdan haberdar değillerdi. Herhangi bir iletişim yöntemi işe yaramıyordu. Onlara zarar vermek için bekleyen bir grup vahşi insan topluluğu belli ki onların etleri için bu yaygarayı koparıyorlardı. Aradan geçen beş on dakika ölüm gibi, tıpkı onlara bir adım uzaktaki ölüm gibi, kısacık geçti. Yanan evlerdeki yangınlar sönmüştü. Etrafı şu an tek aydınlatan kor halindeki birkaç odun parçasıydı. Yerden hala su akmaya devam ediyordu. Etraftan suda hareket eden yamyamların sesleri duyuluyordu. Ama bu hareketleri ne tahmin etmek ne de önlemek olanaksızdı.
Semih’in aklına bir an bölge ile ilgili efsaneler gelmişti. Hatırladığına göre insan eti yiyen lanetlenmiş bir kabilenin varlığına dair bir rivayet vardı. Ama bu anlatılanlar destan tarzındaydı. Ne bir olaya şahit olan ne de başına bir olay gelen yoktu. Hala etrafta uğultular, garip konuşma sesleri, bağırmalar, inlemeler geliyordu. Semih’in de aralarında bulunduğu grup yamyamların ortalarında bekliyordu çaresizce. Sonra birkaç saniye içinde uğultular arttı. Ve ardından yamyam grubu birkaç kişiye saldırmışlardı. Aniden bütün grup saldırıya geçti. Ne göz gözü görüyordu, ne de bir ses işitiliyordu. Bağrışmalar, haykırmalar, ağlamalar, şapırtılar, inlemeler arasında Semih’in grubu dağılmıştı. Kurtulabilenler etrafa koşabilecekleri en büyük hızda koşmaya başladılar. Semih de hiçbir şey görmese de kaçmaya çalıştı. Ormandan tarafa koştuğunu zannediyordu. Ağaçların arasında hiç durmadan koştu. Her tarafı arkadaşlarının kanıyla kirlenmişti. Aralıksız yağan yağmurun arasında ormanda ilerlerken ağaçların seyrekleşmesiyle gördüğü ateşe doğru koşmaya devam etti. Ateşin etrafında hareket eden nesneler vardı. Köye aceleyle girdi. Ateşin etrafındaki insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştı. Ama derdini bir türlü anlamıyorlardı. Tehlikenin farkında değillerdi. Birden kafasını etrafa çevirip göz gezdirdi. Yanan ateşin içinde pişen elleri fark etti. Bir anlık şokla hareketsiz kaldı. Sonra kendisine dikilen gözlerden uzağa kaçmaya çalıştı. Aniden arkasında bir sıcaklık hissetti. Tam sırtının ortasındaydı sıcaklık. Sonra bedenine yayılan acı dalgası geldi. O anda yere düştü .Sonra acılar birbirini takip etti. Omzundan, bileğinden her yerinden acı fışkırıyordu sanki. Sonra kendi kanını fark etti. Koparttıkları parçaları sırasıyla ateşe atıyorlardı. Bir an sonra gördüğü manzara silikleşti. Bu sefer tüm vücudu acıdan bağımsız sanki üşüyordu. Anlamıştı. Ölüyordu. Ve sonra hiçbir şey hissetmediğini anladı. Uyumak gibiydi. Uykuya dalmak gibiydi…
Aradan birkaç gün geçti. Gombe-Matadi’deki gruptan haber alınamamıştı. Kimse grubun akıbetini bilmiyordu. Yapılan aramalarda, hiçbirinin cesedine ulaşılamadı. Yamyam köyü artık yoktu. Bölge halkı hiçbir şey bilmiyordu. Aramalar durmuştu. Ekibe ait arabalar bulunduğunda izlerin hiçbir anlamı kalmamıştı. Arabalar ordaydı ama etraf bomboştu. Yağmur hala devam ediyordu ve araçların bulunduğu yerde su hala yüksekti. Bu düşünce grubun Kongo nehrinin sularına kapıldığını düşündürüyordu. Nitekim araçlar nehre çok yakın bir yerde bırakılmışlardı.
Semih’in de aralarında bulunduğu grubun yok oluşu hala gizemini koruyor. Ailelere verilen haberlere, yapılan onca araştırmalara, iki devletin de onca çabasına rağmen olay hala gizemini koruyor. Bu gizemli olay ise bir sel vakası olarak kayıtlara geçti.
Gerçekten çok iyi bir öyküydü. Sevdiğim bir tempoda ilerledi. Anlatım iyiydi ve çok göze çarpan bir kusur bulamadım. Özellikle son sahne gözümün önünde net bir şekilde canlandı ve doğrusu epey ürpertti. 🙂 Yani güzel bu öyküydü. Elinize sağlık.
teşekkürler , okumanız beni çok mutlu etti
Çok sevdim bu öyküyü. Son kısımlar tüyler ürperticiydi. En sonu ise bence iyi bir son olmuş. Yalın bir dil kullanmışsınız ki bu da çok iyi olmuş.
Son kısmı konu gibi gizemli olsun istedim, okuduğunuz için teşekkür ederim
Öykü güzeldi, yalın dil okumayı zevkli hale getiriyor. Lakin giriş kısmı daha kısa sonuç kısmı daha uzun olsaymış daha iyi olurdu bence.
haklısın bitmek bilmedi ben de kısa bıraktım sonunu bundan sonra daha dikkatli olmaya çalışıcam Yorumların için teşekkürler