Grinin sayısız tonuyla resmedilmiş gibi duran, ruhsuz beton yapıların arasında, gerçekliğin çarpık bir yansıması olan, var olmaması gereken bir dünyaya bakıyordu. Önünde kilometrelerce uzanan şehri hem tanıyor hem de anımsayamıyordu. Gökyüzünün karanlığının üzerine sisli parmaklar gibi geçen, bu binaların arasında, çığlıklar yitip kayboluyorlardı. Bir şeyler geziniyordu bu kımıl kımıl koyu karanlık sisin içinde. Bir şeyler, varlıklarının yaratılışı gereği şehvani bir arzu ile dişlerini geçiriyor, etleri kemiklerden ayırıyor, bedenleri yakıp kül ediyor ve dehşetli kahkahaları ile bu işkencenin getirisi çığlıkları bastırıyorlardı. Oradaydı. Karanlığın kımıl kımıl toplandığı yükselerek oluşturduğu yerin tepesindeydi. Bedeni sayılabilecek bu karanlık ondan yayılıp şekilleniyor, fokurduyor, inliyor, hırlıyor, hayatı emmeye ve tüketmeye devam ediyordu.
Sessizce açtı gözlerini gerçek olan dünyaya, yağmur damlaları kalbinin ritmine uyum sağlayarak cama vuruyor, son baharın geç gelen sabahının aydınlığı, duvarlarda dans eden gölgeleri dağıtıyordu. Artık çığlıklar atmıyor ya da yataktan sıçramıyor, gördüğü delice kâbusun parçalarının suya düşen kan damlası gibi dağılıp zihnini pembe bir uyuşukluğa sürüklemesine izin veriyordu.
Eda yine yoktu yatakta.
İkisinin sessizce buluşup paylaşabildikleri tek birliktelikleri de bozulmuştu. Aynı yatakta bile yalnız kalmışlardı. Ne zamandır sorgulamıyordu doğruyu yanlışı? Karısının geceleri evde dolaşıp var olmayan birileri ile konuştuğu gerçeğinin, bulanık zihninin bir oyunu olup olmadığını. Herkesin acıyı yaşama şekli de farklı, başa çıkma şekli de farklı. Peki ama neydi doğrusu? Kaçmak mı, uzaklaşmak mı, yoksa sımsıkı kenetlenmek mi?
Buraya geleli ne kadar olmuştu? Köy ile yazlıkçıların bölgeleri arasında kalan tepedeki evlerinin penceresinden, azalan yağmur damlalarının döverek çarpıklaştırdığı denizi gören bulanık manzarasına baktı bir süre.
Bu köyün tarihinin Cenevizlere kadar dayandığını iddia ederdi babaannesi. Çocukluğunda, ormanın yukarılarına çıkarken ziyaret ettikleri yıkılmış evlerin olduğu bölge eski Narlı Köyüymüş. Buradaki ruhların saygıyla selamlanması gerektiğini de söylerdi babaannesi. Onlara hürmet edersen onlar da seni ödüllendirirlermiş. O yüzden en güzel ve sulu meyveler de o nedenle bu çevrede olurmuş derdi. Oysa yeşil dokunun çiğneyerek yutmaya başladığı kararmış taşlar, ona, yerin altından çıkmaya çalışan çürük dişli korkunç bir canavarı andırdığı için çok korkardı bu eski köyden. Kurtuluş savaşında Gemlik Yunanlılar tarafından işgal edilince, Rum işbirlikçiler tarafından tüm köy ahalisinin cami ve köy hamamına toplanarak canlı canlı yakılıp köyün ateşe verildiğini ise yıllar sonra öğrenmişti. Belki de çocuk ruhu o acıyı ve korkuyu hissetmişti orada. Sonra köy sahil tarafına taşınmış, yıllar içinde dönem dönem önce ipek böcekçiliği, sonrasında zeytincilik ve balıkçılık geçim kaynağı olmuş. Yıllar sonra ise yazlıkçılar gelerek köyün bitişiğine küçük iki katlı evler ardından da siteler inşa etmişlerdi.
Babası balık tutmaktan çok hoşlanırdı ve bu köyün iskelesi o zamanlar bunun için biçilmiş kaftandı. Geceden hazırlanır lahana gibi kat kat giyinir, av malzemelerini kuşanır ve suyun derinliklerinde, akşam ahalinin midesinde yerini alacak çeşitli balıkları avlamaya giderdi. Çocukluğunun geçtiği bu sevimli küçük köye ve köydeki evlerine dönmenin, burada toprak ile uğraşıp, doğada dolaşmanın, samimi ve iyi insanlar olarak hatırladığı köylülerin sohbetlerinin, yaşadıkları acıyı ve kayıplarının üzüntüsünü hafifleteceğini düşünmüştü.
Ahşap parkeler ayağının altında gıcırtılı fısıltılarla konuşuyorlardı. Evin sessiz sesinde hep vardı sanki bu fısıltılar. Küçüklüğünde bu kadar sıcak ve aydınlık hatırladığı bu evin bu kadar soğuk ve kasvetli hale gelmiş olması onu unutup terk etmiş olmalarının etkisi miydi?
On iki yıldır yaşadıkları şehirdeki evden ayrılma fikrini ilk o atmıştı ortaya. Aslında o evcimen değildi, daha çok Eda öyleydi. “Sen ev ne demek anlamıyorsun” derdi hep. Bu yaşadığımız duvarlar sadece beton değil şekerim. Bizim köklerimizi, neşemizi, kahkahalarımızı, saklayan ve bizi koruyan canlı duvarlar bunlar. Bizimle birlikte değişiyor ve büyüyor ev de. Bak ruhumuzda yaşanan değişimler renklerle dokularla nasıl da eve de yansıyor. Şimdi bambaşka bir hayata da kapı açıyor. Küçük kahkahaları depolayacak odacıklarından birinde.
Eda’ya göre ev buydu işte. Yaşadığı süre boyunca ona eşlik eden onunla değişen şekillenen mutluluğu simgeliyordu. Peki ya korkular? O da bunu düşünürdü Eda böyle söyledikçe. Kurtulmak için kaçmaya çalıştığımız korkular endişeler ve acılar da evin yapı taşlarına işlemiyor muydu o zaman. Kaybetmiş olsalar da, hayatlarının anlamı olan çok sevdikleri oğulları Can da, o evin bir parçası değil miydi? O yüzden uzaklaşmanın iyi geleceğini düşünmüştü. Eda da sessizce kabul etmişti bu isteğini. Nereye gittiklerinin bir önemi yoktu. Ruhunun bir parçası o evde kalacaktı her zaman.
Uzun zamandır Can’ı her düşündüğünde göğsüne doğru tırmanan o soğuk dokunuşlu parmaklar, yine kalbini sıkıştırdı. Karanlık evin içinde eşinin nerede olduğunu merak ederek mutfağın olduğu alana doğru ilerlerken sofa bölümü ayakları altında dalgalanarak sendelemesine neden oldu. Büyüdü mü? Genişledi mi? Durup nefes almaya çalışırken babaannesinin buraya yaşam dediğini hatırladı. O an bu kelimeye ve anlamına sarılmasa donup kaldığı karanlık zemin onu yutacak gibi hissetmişti. Karısının sesini duyana kadar dehşet damar damar tırmanmış ve sanki bir şeyler onu esir almıştı. Eda biriyle konuşuyordu. Sesinin tonu ne kadar yumuşacıktı. Şeyden beri duymamıştı bir zamanlar kalbini fetheden o tatlı tınıyı. Oğlu…
Bir anda kurtuldu onu esir eden karanlıktan ve mutfak girişinde karısıyla karşılaştı. Çok kısa bir an sanki Eda onun bir şeyi görmesini istemiyormuş da bu yüzden duruşunu değiştirmiş gibi geldi. Ona ne yaptığını sordu. Onu yapmaması gereken bir şey yaparken yakalamış bir ses tonuyla. Susamıştım dedi Eda o yeni ama solmuş ses tonuyla. Biriyle konuştuğunu duyduğumu sandım diye gevelerken karısı saçmalama dercesine bir omuz hareketi ile yanından geçti ve yatak odasının yolunu tuttu.
O gece ilk defa Eda’ya inanmıştı. İlk defa evlerinde yaşayan varlıklar olabileceğini düşünmüştü. Çünkü ne kadar tuhaf olsa da karısının mutfakta birisiyle konuştuğunu ve evin bunu görmesini istemediği için onu alıkoyduğunu düşünmüştü.
On beş yıl kadar önce, babaannesi öldükten sonra bir daha dönmemek üzere ayrılmışlardı Narlı’dan. Sanki kocakadın ölünce köy ve toprak ile ilişkileri de ortadan kalkmıştı. Ara ara uğrar köyün sahilinde yürür, iskelede dolaşır, köy kahvesinde çay kahve içerler ve yola devam ederlerdi. Artık onlar da geçip giden yabancılardı.
Yıllar sonra yeniden burada yaşamak için döndüklerinde karşılaşacakları durumu az çok tahmin ettiğinden, evin ne halde olduğunu görmek için Eda’dan önce gelmişti köye Çocukluğunun geçtiği yerlerde dolaşırken zaman her şey gibi boyutları da değiştirebildiğini göstermişti ona. Her şey hatırladığından ne kadar da küçük ve sıkışıktı. Sahilde yürümüş, köy kahvesinde kahveci Nizam’ın oğlundan babasının vefat ettiğini öğrenmiş, Nizam’ın meşhur taze öğütülen kahvesinin hatırasını yaşatmalarına sevinmişti.
Bir süre sohbetten sonra evi sormuştu. Babası anlatmıştı. Dağlardan getirilen sert kaya parçaları kullanılmıştı evin temelinde, sonra ahşap kirişler ve dikmelerle iskeleti oluşturulmuş, iskeleti kerpiç tuğla ile doldurulmuş, saman ve topraktan sıva ile sıvanmış, beyaza boyanmıştı duvarları. Zaman zaman kırılan dökülen parçalarını onarmış ve ev iki nesli büyüten ev ortalama yüz yaşına kadar gelmişti. Köydeki benzer yaşıtlarıyla yıllardır var olmayı sürdürmüştü.
Merak ettiği evin şimdiki durumuydu. Çok para harcayacağı uzun bir tadilat süreci olsun istemiyordu. Ancak eski evden bahsetmeye başladığında kahvede sohbet ettikleri insanların hallerindeki o samimi havanın tarif edilemez bir gerginliğe ve sessizliğe dönüşümüne şaşırmıştı. Konuşmak istemediler ve sonra köyün eskilerinden balıkçı Hasan gelene kadar da sanki bu konu hiç açılmamış gibi yaptılar.
Yaşlı balıkçıyı hatırlamıştı. Babası balık tutmak için tavsiyeleri ondan aldığını söylerdi. Bu bölgede Balıkçı Yusuf Baba diye tanınırmış. Şimdi çok daha yaşlanmıştı ama güneşin kararttığı yıpranmış cildi yaşının getirisi kırışıklarla dolu olmasına rağmen gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Onun gelişi ile hemen herkes oturuşuna bir çeki düzen verdi.
Nasırlaşmış ellerinde bir sürü figürün ve sembolün artık soluk maviye dönmüş dövmeleri vardı. Boynunda ve sol kulağının arkasında da yıldıza benzeyen birçok figürün iç içe geçtiği aynı renk dövmeleri vardı. Dişleri oldukça temiz gülümsemesi samimiydi. Oturup kahve içmiş ve denizden sohbet etmişlerdi. Sonra babasını hatırlayınca da biraz da ondan bahsetmişlerdi. Öldüğünü öğrendiğinde elini onun omzuna koyup öylece bekledi. İyi hissettirmişti. Sözlerden daha anlamlıydı bu.
Nizam’ın oğlu evin sözünü açtı ve diğer köylüler kulak kesildiler. Belli ki onlar da merak ediyorlardı evin durumunu. Neden merak ettiklerine önce şaşırsa da sonra durumu öğrenince şaşkınlığı geçti. Yine tekinsiz terk edilmiş lanetli ev hikayesi. Aslında bunu köylülerden duysa gülüp geçerdi de yaşlı balıkçı anlatınca onun da ilgisini çekti.
Evin uzun zamandır kayıp ruhların meskeni olduğunu söyledi. Bu yüzden eski Narlının ruhlarına yaptıkları gibi hürmette bulunup tütsüler yakıp hediyeler bıraktığını ve ara ara bakıp onardığını söylemişti. Balıkçı evden korkmazken diğerleri köyün bitiminde ormanın yamacındaki bu eski eve yanaşmak istememiş, çocukları da evin çevresinde oynamamaları için tembihlemişlerdi.
Korkması gerekir miydi?
Eda olsa nasıl da ilgisini çekerdi. Nasıl da sorular sorar ve merakla dinlerdi anlatılanları. O ise çocukluk korkuları ile çoktan yüzleşmişti. Yaşlı balıkçıya teşekkür ederken çok şanslı olduğunu düşünmüştü. Batıl inançları olmasa bu ev harabeye dönerdi. Balıkçı evi bakımlı tutmayı başarmıştı. Evet oldukça çok iş vardı ama aklında bunları Eda ile yapmak fikri vardı.
Balıkçı neden dönmek istediklerini sormuştu ama elbette ona sebebini anlatmamıştı Adamın griye çalan yeşil renk gözlerine çok uzun süre bakamamış bakışlarını kaçırmıştı. Biraz daha baksa adamın düşüncelerini okuyacağına dair bir hisse kapılmıştı. Balıkçı elini yine onun omzuna koymuştu. Belli ki böyle selamlıyordu insanları.
Balıkçı gerçekten ona bir iyilik mi yapmıştı? Yoksa bu ev çöküp yıkılsa daha iyi miydi?
Sözde susamış olduğu için mutfakta olan ve odasına dönen eşinin merdivenleri çıktığına işaret gıcırtıları dinlerken dönüp mutfağa doğru bile bakamıyor oluşu normal miydi? Albastılardan umacılardan mı korkuyordu? Daha ilk gün evin gerişindeki onlarca demir muskayı toparlayıp kaldıran ve bunlara gülüp geçen o değil miydi?
Mutfakta kimse yoktu.
Peki neden yalnız olmadığını hissediyordu?
Seslenmek istedi yine. Adını fısıldamak. Ona da cevap verir miydi? Onunla da konuşur muydu? Zihni reddetti yine bu zayıf ve hastalıklı düşünceyi. Eda için duyduğu endişe, yaşadıkları kaybın acısının karısının ruhunu paramparça ettiği gerçeği ve şu an karanlık evin içinde bir tarafının eşinin ruhunu parçalayan şeye kucak açmak istemesi, soğuk parmakların yine kalbini sıkıştırmasına neden oldu ve ağlamaya başladı.
O gecenin, hayatları dipsiz karanlık bir deliliğe, insan aklının alamayacağı bir dehşete dönüşmeden önce kaçmak için son şansları olduğunu bilseydi yine de kaçabilir miydi? Bilmiyordu.
Denediler.
Tekrar yaşamayı ve hayata tutunmayı denediler. Bu bir başlangıçtı. Eda’nın evin duvarlarına, ahşap kapılarına, merdivenlerin korkuluklarına dokunuşunu izlemek ona iyi gelmişti. “Duvarlar konuşur biliyor musun? Onları dinlersen sana hikayeler anlatırlar, paylaşırlar misafir ettikleri ruhların hayatlarını” demişti. Eda sevmişti evi. Alt katta dört oda ve ortasında sofa. Üst katta iki oda ve küçük bir cumba. Eşyalar tozlu ve eski ama tam da onun istediği şeydi. Eda’nın gözlerindeki ışıltı onun da kalbine yansımıştı. Bahçede, evin taş temelinin çevresindeki biriken yaban otları temizlemiş, çok kullanılmayacak eşyaları bir odada toparlamış, soba borularını değiştirmiş, köylülerden odun ve kömür temin etmiş, temizlik yapmışlar, biraz yenileme işlerine girişmişler, tadilat tamirat ilk birkaç gün tüm her şeyi unutup yorgunluktan yığılıp kalana kadar bu eski evi canlandırmaya çalışmışlardı.
Oluyordu.
Bu evi tekrar hayata döndürmek kendileri için de bir iyileşme süreci oluyordu. Peki ne zaman değişmişti bu süreç? Balık tutmaya karar verdiği o gün. Evin çatı katında, aslında tavanındaki ahşap kirişlerin arasına tahtalar çakarak oluşturdukları asma katın kilitli kapısının zorlayarak açtığında değişmişti her şey.
Babasının eşyalarından bazılarını bulmuştu o küçücük tepesi basık odada. Balık oltası en değerli keşfiydi onlarca eski ilginç eşya buldukları bu evde. Kahveye gidip şu balıkçıyı bulmak için evden çıkmıştı ve ilk defa uzun zaman sonra Eda uzun uzun öpmüştü onu. Kalbi hızlı çarpmış karısının özlediği o bel kıvrımından onu kendine çekmiş o da öpücüğüne karşılık vermişti. Vicdanı sızlamadan ilk defa mutlu hissetmişti o an.
O kilidi kırmamalı, o kapıyı açmamalıydı.
Eda değişti. Öyle aniden değil. Tıpkı zihninde kımıl kımıl yayılan ve dağılıp pembeleşen kan damlaları gibi yavaşça. Gözlerinde bir ışık vardı hala ve başlarda onu öptüğü o sabahki ışıkla karıştırdı bunu. Çok bambaşka hastalıklı bir umudun ışığı olduğunu asla tahmin edemedi.
Olanları kendine itiraf da edemedi.
Bunu tarif etmeye çalışsa çok yavaş bir şekilde yoğunluğu gittikçe artan bir sıvıda dibe doğru çökme hissi diyebilirdi. Tüm duyularının gittikçe köreldiği ve karardığı soğuk yapış yapış bir bataklığın zihnini ele geçirdiğini söyleyebilirdi. Ev büyüyor değişiyordu. Bu değişim o kadar sinsice olmaya başlamıştı ki başlarda algılamak çok zordu. Bir şeylerin yeri, odaların şekli, merdivenlerin sayısı gibi şeyler. İnsan aklı anılarını düşünürken hatırlayamadığı detayları kendi tamamlar bu nedenle de en çok hatırlamaya çalıştığımız anılar en çok bozulmuş anılarımızdı. Tuhaf olan da buydu. Evin değiştiğini hissediyor ama önceki halini hatırlamakta zorlanıyordu. Yorgunluk muydu? Aklını yiyip bitiren acının getirisi algı bozukluğu muydu? Son ana kadar en bariz cevabı görmekten kaçtı.
Evin kendisiydi.
Eda evden çıkmaz olmuştu. Artık onunla çok az konuşuyor, onu bazen görmezden geliyor, bazen de çok endişeli oluyor telaşla evde dolanıyor ancak genelde mutlu görünüyordu. Gözleri ışıl ışıldı. Buraya geldikleri için minnettardı. İşte bu kendisini kandırmasına yetmiş, o sabah onu öpen karısının istekle bakan bakışlarını görmesinin ardından bir daha ona dokunmadığı gerçeğini görmezden gelmiş ondan uzaklaşmasına göz yummuştu.
Boş mutfağa baktı bir süre daha. Orada olmasını dilediği ve bunun sonucunda delirmeyi göze alacağı o güzel çocuk burada değildi. Kulağını sağır edecek bir güm sesi ile çığlık atmanın eşiğinden döndü. Rüzgârın uğultusu ve gecenin sesleri doluştu evin içine. Mutfağın kapısı ardına kadar açılıp duvara çarpmıştı. Hızlı adımlarla tekrar çarpmasın diye hamle yaptığı sıra eline kıymık battı. Acıyı önemsemedi ve kapıyı kapatıp sürgüledi. Sürgü niye açıktı ki zaten? İçeriye doluşan yaprak ve toprağa bakakaldı. Rüzgâr tüm evin pencerelerini zangırdatmaya başladığında ağlamaya başladı. Sanki birisi göğsünde var olan metanet kemerinin kilit taşını çekmiş ve biriken tüm acı ve keder ruhunun üzerine çökmüştü.
Yatağa döndüğünde Eda uyumuştu. Eşinin saçlarını okşadı ve alnına bir öpücük kondurdu. Onu asla bırakmayacağım diye düşündü ama neden böyle düşündüğüne de şaşırdı. Neden onu bıraksındı ki? Sarılmak istedi, sımsıkı sarılmak, bedenlerindeki sıcaklığı paylaşmak. Bir anda elindeki zonklama kalbine de nüfus etti. Parmağına kıymığın girdiği yere baktı ve kıymığı çıkarmayı bile istemediğini fark etti. Gözlerini kapadı sadece bitsin istiyorum diye düşündü.
Yine aynı başlamıştı kâbus. Ait olmadığı gri ölü bir dünyada. Daha yukarılardaydı bu sefer farklı olarak. Aşağıda sürüp giden ölü şehrin dehşet manzarasına çok daha yukarıdan bakıyordu. Lanetli karanlık sisin içinde hapsolmuş ruhları da onlara işkenceler yapan zebanilerin çığlıklarını da, duymuyor ama çok daha ürkütücü bir şeyi fark ediyordu. Damarlar gibi kıvrılan karanlık sisin şekillenerek toplandığı ve kımıl kımıl birbirine dolandığı tanıdık gelmesi bile ürkütücü o şekli görüyordu. Bir köktü bu daha doğrusu binlerce kök birleşerek gövdeyi tamamlıyorlardı. Onun olduğu yere fırtınalar ve yağmurların arasından çatırdayarak inleyerek ağlayarak uzanıyordu. Uzaklaşması gerektiğini biliyordu. Kaçmaz ise o karanlık onu da kendine katacak ve bu cehennem ağacının besini olacaktı.
Tırmanmaya devam etmeliyim diye düşündüğünde bir patikada olduğunu fark ediyor ya da o an ayakları altında bir patika şekilleniyordu. Yukarısı tek kurtuluştu. Aşağıda dallar çıtırdıyor ve ruhuna aç bir şey tüm gücüyle karanlık parmaklarını onun ruhuna doğru uzatıyordu. Bağırmaya sonrasında haykırmaya başlıyordu ama tırmanmaya devam ediyordu.
Sonunda başardığında yaşlı bir el uzandı.
O ele dokunduğunda tüm dehşet silinip gitti zihninden
Aşağıya baktığında artık sadece karanlık bir sis görünüyordu. Onu yukarı çeken kimdi peki? Tepedeydi ve hiç kimse yoktu. Sonra gördü. Bir ağaç. O kadar büyüktü ki ilk başta onu algılayamamıştı. Etrafına yeniden bakındığında tırmandığı yürüdüğü kaçtığı ulaştığı her şeyin bu ağaç olduğunu anladı. Kökleri karanlığın kalbinde doğup, dalları göğe ve ışığa uzanan bir ağaç.
Ağlamaya başladı.
Ağacın dallarında binlerce insan asılmıştı. Dallarına konan kargalar bu insanların etlerini çiğniyorlardı. Neden? Bu sefer korku değil öfkeyle haykırmaya başladı. NEDEN? NEDEN BEN ÖLMEDİM? NEDEN ONU ALDIN? O KÜÇÜCÜK MASUM OĞLUMU NEDEN BENDEN ALDIN? NEDEN?
Ağaç da tüneyen yüzlerce karga hep bir ağızdan onun çığlıklarını bastırarak bağırmaya başladılar. Birçoğu gök gürültüsü gibi bir ses ile havalandılar. Ağacın dallarında asılı parçalanmış bedenler sarsıldı. Kemiklerine kadar sıyrılmış bazıları yere, ağacın dibine düştüler. Kemikler. Her yerde kemikler vardı. Sayılar önemi diye düşündü. Kemiklerin sayıları. Neden önemli peki?
Gözlerini açtığında sabahın ışıkları odayı çoktan aydınlatmıştı. Tavana boş boş bakarken haykırmak istedi. Ama elindeki zonklama ve acı onu yerinden sıçrattı. Başparmağında kıymığın battığı yer kapkara olmuştu. Siyah damarlar ilerlemişti bileğine ve avucuna. Çarşafta da siyah kan lekeleri vardı. Dokunduğunda çok canı yandı.
Eda yine yoktu.
Boş ver Eda’yı. Eda Eda Eda Eda… Onun için yaptıklarına bak. Onun için. Suçlu kim söylesene? Kim oğlunu yalnız bıraktı? Onun elini kim bıraktı? Daha iyi bir anne olmalıydı. Daha dikkatli olmalıydı. Onun suçu senin değil. Nerede şimdi? Seni istemiyor. Ona dokunamıyorsun. Seni artık sevmiyor. Neden biliyor musun? Çünkü ona Can’ı hatırlatıyorsun. İkinizin ne kadar benzediğini biliyorsun. Sende onu görüyor ve buna dayanamıyor. Peki sen? Tek iyileşmesi gereken o mu? Sen tüm birikimini satmadın mı? Sırf burada bu köyde geçireceğin zamanı satın almak için. Sana güvenen kaç kişiyi bıraktın arkanda? Kardeşin? Üstelik daha yeni boşanmadı mı? Desteğe ihtiyacı varken onu terk ettin. Ne bağın kaldı bu kadınla? Tek ortak şey evladınız değil miydi? Evliliğin kötü gitmiyor muydu? Unuttun mu? İdeallerinden Eda için vaz geçmedin mi? Yurt dışına çıkmak istemedi sırf kökenleri burada saçmalığından. Hastalandı. Onun yanında olmadın mı? Her şeyi bu uğurda harcamadın mı? Kimseyi dinlemedin. Ayrıl, yeniden birisini bulursun demediler mi? Vicdan yaptın peki neden? Sen onu terk etme diye hamile kalmadı mı? Oğlunu sevdi mi gerçekten? Onu sevse elini bırakır mıydı? Düşer miydi Can?
“Dur” dedi birisi
Ona değil. İçinde damarlanan şeye seslenmişti.
O zaman fark etti nerede olduğunu. Evden çıkmıştı ve evin bahçesindeydi. Gidiyordu. Dehşetle farkına vardığı gerçek buydu. Kaçıyordu. Eline baktı kararan ve kımıl kımıl dalgalanan parmaklarına. Bir şey orada hayat bulmuş ve kalp gibi atmaya başlamıştı. Bakışlarını onu durdurana çevirdiğinde aklının derinliklerinde kendisine ait olmayan habis bir düşünce koş diye haykırdı. Tüm gücünle koş Murat. Bu tek kurtuluşun. Her şeyi geride bırak ve koş. Hak ettiğin hayatı yaşamak için bu sakat kalmış olandan kurtulman gerek.
“Ağaç şöyle seslendi” dedi karşısında duran kişi. “Dalım kırıldı kırılacak, tut ve hayatın boyunca sana hizmet edecek bir davul yap.”
Kimdi bu? Anlamını bilmediği desenlerden dövmeleri olan parmaklarıyla ritim tuttuğu bir davulu vardı. Siyahlı beyazlı giysisinin üzerinde demir ok başları, kemik parçaları asılıydı. Yüzü cüppesinin altında görünmüyordu.
“Kadir Tanrı vermeyince er bayımaz, ezelden yazılmazsa kul başına kaza gelmez, ecel vade ermeyince kimse ölmez, ölen adam dirilmez, çıkan can geri gelmez”
Davul sesinin ritminde tekrarladı bu sözleri. Sonra yaklaştı. O yaklaşınca elindeki acı arttı Murat’ın. Elinde şekillenen şey davulun her vuruşunda zonkladı ve çığlıklar attı. Davul sesi aniden kesildi. Bir el uzandı ve eline dokundu. Gözlerini alamadı bu elin parmaklarındaki dövmelerden sanki canlıydı bu çizimler ve hareket halindeydiler. Neden tanıdık gelmişti bu işaretler?
“O senin içinde” dedi şaman. Bir şamandı o. Bunu biliyordu artık. Parmağındaki kıymıktan eline yayılmış karanlığı kastediyordu. Şaman bir bıçak uzattı. Kemikten oyulma bir bıçaktı bu. Bir seçim yapması gerektiğini söyledi. Anlayacağını ve gerçeği göreceğini ama acele etmesi annesini kurtarması için cesur ve güçlü olması çünkü annesinin kurtulması ve onun yeniden doğması için önce ölmesi gerekiyordu. Bıçağı aldı. Artık düşünceleri onun mu yoksa şamanınkiler mi olduğunu bilmiyordu. Neden ölmesi gerekiyordu? Neden annem demişti? Yapması gerekeni biliyordu sadece. Kalbini yiyen, ruhunu çürüten bu habis şeyi kesip atması gerekiyordu.
Ölen adam dirilmez. Çıkan can geri gelmez. Temizlenmek için kaçarsa bu habis şeyi kaçtığı her neresiyse oraya taşıyacağını anlamıştı. Parmağına batan şey sadece bir kıymık parçası değildi bu varlığın özünden bir parçaydı. Kemikten bıçağın sivri kısmı lanetli karanlığa yaklaştığında bu şeyin böyle çoğaldığını anlamıştı. Onun bedeninde ektiği tohum yayılacak ve köklenecekti. Kanser gibi bedenini kaplayacak ve onu başka bir eve yuvaya sığınağa taşıyacak orada filizlenecek ve varlığı yeniden doğacak. Yeni yuvasında karanlık köklerini salacak ve yeniden ve yeniden beslenecekti.
Kaybı için Eda’yı suçlayacağı aklının ucundan geçmezdi. Ancak bilinç altında öyle mi düşünmüş? Eda’ya bunu böyle mi hissettirmişti? Karısı o habis hastalığı ile mücadele ederken onu terk edip gitmeyi mi istemişti? Asla. Kemikten bıçak bedenindeki karanlığı kesip atarken öfkesi ve acısı yok olmuştu. Ağladığını hatırlıyordu. Edaya sarılıp geceler boyunca hastanede yanında kalışını, gözlerinin içine o uykuya dalana kadar bakışını, oğullarının güzel kahkahalarını, üçünün her şeye rağmen ne kadar sevgiyle bağlı olduklarını. Her güzel hissi ve paylaşımı. O karanlık parçayı vücudundan atarken artık ne yapması gerektiğini biliyordu.
O koskocaman ağacı ve ağaçtan sarkan ölüleri. Onlar ölmeden dirilemezdi. Orada dirilmek için burada ölmeliydiler çünkü zaten orada doğmuşlardı. Ağaçtan gelenin ağaca dönmesi gerekirdi. Şamandan aldığı davulunu boynuna astı ve parmakları ile ondan öğrendiği ritmi çalmaya başladı. Murat feda ettiği elinin acısını dindiren bu ezgiyle artık ev olmayan, değişen, fokurdayan, tıslayan ve dalgalanan, varlığının kaynağı olan kökleri ile çatırdayan o aleme girdi.
Eda’yı ev olan ama aynı zamanda da olmayan şeyin ortasında buldu. Artık asla elini bırakmayacağı oğlunun elinden tutmuş ve oğluna zarar vermek isteyen kocası ile arasında duruyordu. Murat ise gerçeği görüyordu artık. Eda’nın elini tuttuğu şey ahşap, çamur ve samanlardan vücut bulmuş olan evin bir uzantısı, bu mekânı habis varlığı ile işgal etmiş karanlığın şekillendirdiği bir kuklaydı. Eda izin vermişti onun yaratılmasına. Oğlunu görmek istemiş ve o şey de oğlunun suretine bürünmüştü.
Davulu daha hızlı çalmaya ve şamanın eve girmeden önce söylediği ninniyi söylemeye başladı. Annesinin Can için uydurduğu o ninni. Ormandan ve ağaçlardan korkmaması için, cama vuran dalların bir canavar değil yaşayan nefis bir canlının kolları olduğunu anlatmak için söylediği bir ninniydi. Eda duyunca, ister istemez o da mırıldanmaya başlamıştı. Ağladığının farkında değildi tıpkı Murat’ında farkında olmadığı gibi. Artık oğlu gibi kokmayan onun eli gibi yumuşak ve sıcak olmayan eli tutan parmakları gevşedi.
Murattı karşısındaki. Oğlunun gözlerini aldığı Murat’ı. Oradaydı işte Can. Murattaydı. Kendi kalbindeydi. Canındaydı Can. Neden kaçmıştı sevdiği adamdan? Neden ondan nefret etmeye başlamıştı? Onun kadar üzülmediği için hala her nasılsa güçlü olup hayatına devam edebildiği için ona öfkeli değil miydi? Oğullarının ölümünün sorumluluğunun Eda olduğunu düşündüğüne inanmıyor muydu? Tüm bu acının kaynağı o olduğu için Eda’yı terk edeceğine.
Oğlunun hep yanında olacaktı. Murat gidecek onları terk edecekti. Öyle düşünmüştü. Burada sevgisini ona sonsuza kadar vermeye Can olmayan oğluna söz vermişti. Babası gibi o da Can’ı terk etmeyecekti. Asla elini bırakmayacaktı.
Gevşeyen parmaklarını çekti ve onun elini bıraktı. Dönüp yanında duran varlığa bakmaktan korktuğundan kocasına doğru koştu. Ev çığlıklar attı. Ahşaplar çatırdadı. Camlar kırılıp tuzla buz oldu. Yer ayakları altında gümbür gümbür sallanmaya başladı.
Murat ritmi daha da arttırdıkça ev daha da fazla sarsıldı.
Can onların canıydı. Sevgilerinin meyvesi. Murat’a olan aşkının en güzel hediyesi. Nasıl olur da bu varlık Eda’nın kalbine bu nefreti ekerdi. Biliyordu artık. Var olmak için başkalarının hayallerine, acılarına ihtiyaç duyan o. Eda haykırdı evin haykırışlarına karşı. Oğlunun hatırasına saldırdığı için bu var olmaya ve çoğalmaya muhtaç zavallı varlığa doğru bağırdı. Ona hem acıdı hem de nefret etti. O ise orada öylece dikilmeye devam etti. İki eli ile annesine doğru uzanmış lanetli bir pinokyoydu.
Murat elini Eda’nın omzuna koydu. Davul kısa süreliğine sustu o sırada. Şamanın dokunuşu gibi Murat’ın dokunuşu da Eda’yı sakinleştirdi. Eda ona uzanan cismi aldı. Kemikten yapılma bir hançer. Davul tekrar çalmaya başladı ve ev bu sefer korkuyla inledi.
Eda gözyaşları akarken ilerledi.
Karşısında gördüğü dehşetli manzara ve orada şekillenmiş o varlığa karşı nefreti ve tiksintisi, hüzne dönüşmüştü. O şey oğlunun suretinde ve onunla olan anılarıyla şekillenmiş ve bunu Eda var etmişti. İnleyen ve acı çektiğini fark ettiği bu varlık arkasındaki korkunç cehennemin tohumu da olsa son bir merhameti hak ediyordu. Yaklaştı Eda bir süreliğine de olsa Can’ı var eden o çarpık varlığa ve oğlundan kalan son iyi hatıraları korumak için o şeyin habis kalbine hançeri sapladı.
Davul çalmaya devam etti.
- Paralel Evren Postacısı - 23 Mayıs 2024
- Ağaç - 1 Şubat 2024
Öykünün dilini beğendim. İyi bir şey olsun inadı gerilimi üzerinden aksedilmiş bir hikaye. Öyküleştirme biçimi de oldukça sade ve içli. Bunları takdir ettim.
Anadolu kültür motifinde ölüye saygı varken, ruhlara saygı bildiğim kadarıyla hakim bir tema değil. Ayrıca Babaannenin Cenevizlilerden kalmış köyü bilmesi hikayenin gerçekçiliğini azaltmış.
Genel olarak hikayenin şaman ve çözüm bölümlerini ise bir kaç kez okumama rağmen yeterince idrak edemedim. Buraların daha düşük tempolu ve sade olması şahsen daha mantıklı olurdu.
Son olarak ufak bir öneri. Hikayenizi daha kompakt hale getirirseniz daha vurucu olacaktır. Uzun öyküleri seviyorum ama nedense pc ortamında okuması zorlaşıyor.
Yorumunuz için çok çok teşekkür ederim. İlk kısa öykü denenmem ve haklısınız biraz daha kısa olabilirdi. O an ilham gelince kaleme döktüğüm bir hikaye oldu. O neden ile bazı kısımlarda tempoyu tutturamamış olabilirim. Eleştiriler için de çok teşekkürler.