Toprağın bereketsizleşip ağaçsızlaştığı, insanların sevimsizlik ve hasımlıkla harman olduğu sıradan çağın birinin tam ortasıydı. Yüzlerce devlet kurulmuş birbirinden farklı ırk türemişti. Ancak hiçbiri de bir diğerinden farklı veya iyi değildi. Vahim haldeki o devletlerden birinin köyünde tozun ve kumun havalanıp insanları kör ettiği bir akşamüstü yaşanıyordu. Yaşlıları sıcaktan ve kuruluktan pul pul olmuş derileriyle çocuklara homurdanıyor, şimdiden yaşlanan o çocuklarsa onların peşinden ayrılmıyordu. Etekleri kahverengi ama gerisi bütünüyle beyaz kandurasıyla meydanın tam ortasına çöküvermişti yaşlıca bir adam. Etrafta oynaşan çocuklar aniden duraksamış kumlara aldırmadan yere oturan adamı izlemeye koyulmuşlardı. Yanık teni, kır saçları ve sedir ağacından yapılma bastonuyla tam bir çöl insanı denilebilirdi ta ki masmavi bir camdan yapılma gözünü görene kadar. Kusurundan dolayı hayatı kendine zehreden insanların aksine oldukça şen şakrak olan adam üzerleri kumla kaplı çocuklara dönerek “Hey, siz fırlamalar. Gelin de bir hikâye dinleyin bu dişsiz adamdan.” diye bağırdı. Ansızın gelen bu cömert tekliften kimisi tedirgin olmuşsa da çoğu çocukluğun verdiği kaygısızlıkla adamın yanında bitivermişti. Tıpkı ihtiyar gibi her birinin yüzü gülüyor, belki de ondan daha büyük bir heyecanla hikâyeyi bekliyorlardı. Sertçe bir öksürükle boğazındaki tüm balgamı midesini indirip konuşmaya başlamıştı. “Yıllar yılı önce, ağaçların dünyası hükümranlık sürerken yaşamış bu hikâyenin kahramanları. Kahraman dediğime bakmayın hee onlar birer tanrıymış aslında. Lakin bundan ne onların haberi varmış ne de ailelerinin. Kalpleri çölleştikten sonra anlamışlar tanrı olup bu dünyada hapsolduklarını. Henüz insan olduklarını sandıkları zamanların başlangıcında üç kardeşmiş bunlar. İsimleri unutulmuş, değişmiş ya da hiç söylenmemiş olmalı ki benim gibi bunaklar onlara Al, İl, Ol demiş. Bu üç kardeşten ikisi cengâver birer avcı savaşçıymış. Diğer kardeş ise bunların tam tersi naifliğin ve zarafetin elçisi gibiymiş. Öyle ki devrin kralının yanında ona hizmet eder, diller döküp onu pof poflarmış.” Yaşlı adamın keyifli anlatımını haylaz bir çocuk bölmüştü. “Dalkavuk yani. Öyle desene amca. Bizler çok da küçük değiliz.”diye kıkırdayıp arkadaşını dürttü. Çocuklar arasında kısa süreli bir kahkaha çığırtkanı yaratmıştı bu ani çıkış. Pek oralı olmayan ama gülmekten de geri durmayan ihtiyar bastonuyla çocuğu itip, “Hadi oradan fırlama. Dalkavuk demeyi bilmeyecek kadar yaşlı mıyım ben? Öyle söylemedim çünkü üçüncü kardeş bir dalkavuk değilmiş. Aslında diğer kardeşlerinden daha önemli daha ciddi bir iş yapıyormuş. Dönemin kralı zalimlerin zalimi, gaddarların gaddarıymış. İşgal ettiği her yerde en ufak canlıyı bile yakıp yıkar geride asla kimseyi bırakmazmış. Üçüncü kardeşin görevi işte tam da bu gibi zamanlarda başlarmış. O bülbül sesiyle ve ustaca kullandığı lisanıyla onu kandırıp kötülüğünün azametini hafifletmeye çalışırmış. Lakin bundan kralın bile haberi yokmuş. O ancak onu sıradan bir dalkavuk olarak görürmüş. Her şeyin yarım yamalak, ne yanlış ne de tam doğru olarak gittiği o günlerin birinde komşu ülkenin kralı bizim zalim kralın elçisini öldürmüş. Anlatılır ki elçinin tek bir günahı bile yokmuş ancak kekemenin biriymiş. Derseniz ki neden elçi olmuş? Bunun cevabı da yine zalim kralın kendisiymiş. Kendince tüm dünyanın kralı olduğunu sanan zalimimiz, diğer kralların sabırlarını sınamak hatta en ufak yanlışlarında onları da topraklarına katma bahanesi yaratma peşindeymiş. Kaderin oynak cilvesi ya yılların planı komşu zavallı ülkemize patlamış. Kıtlığın kapıda olduğu halkının da her an isyan etme alışkanlığında olması genç kralı çözülmez sandığı bir buhrana sürüklemiş. Ne bir anlayış ne de sabır taşıyormuş tam da o sıralar ceplerinde. Kekeme elçi sıradan ama öyle bir sıradan haber yokmuş ki onu iletmek için genç kralın huzuruna çıkmış. Her kelimesini yaklaşık beş dakikada tamamlayan elçinin sudan haberini dinleyebilmek için tam altı saat oturmuş bizim sözde sabırsız gerçekçe yufka yürekli kralımız. Ancak mesajın sonunda sabrı taşıvermiş. Öfkeyle tek hamlede elçinin kellesini uçurmuşmuş. Kılıcındaki kan henüz yere düşmeden pişman olmuş lakin ne ölen geri gelirmiş bu saatten sonra ne de zalim kralın zulmünden geri durabilirmiş. Bizim yufka yüreklimiz gelecek düşmandan geri durulmaz diye savaşı başlatan kral olma hevesine kapılıp, gençlik ya hata üstüne hata yapar, elçinin kellesini krala göndermiş. Güzelce hazırlanmış kutu günler sonra krallığa ulaşınca büyüklüğünden pek memnun olmayan zalim kral elinin tersiyle itip üçüncü kardeşe vermiş. Bir yandan onu sakin masallarla avutan bir yandan da kutuyu açmaya çalışan Ol gördüğü manzara karşısında kalakalmış. Yukarı dese kellesi gidecek aşağı dese savaş çıkacakmış. Zaten gelen kutunun amacı da savaşmış lakin bunu krala söyleme cesareti onda var mıymış işte bundan emin değilmiş Ol. Sesine daha da sakinlik katıp önündeki kutu gibi bir olay katıvermiş hikâyesine. Adeta ninni gibi geliyormuş kulağa anlattığı her şey ancak uyanık ve zalim kral hemen fark edivermiş. Mora boyanmış kutuyu kaptığı gibi düşürdüğü bir olmuş kralın. Bugüne kadar ne kardeşine ne de karısına ağlayan kral elçisi için gözyaşı dökmüş. Nedendir bilinmez ama tüm krallıkta yarım gün de yas ilan etmiş. Ne pazarlar kurulmasına izin vermiş ne de şenliklerin yapılmasına. Güneşin tam tepede olduğu yas saatlerinin de bittiği vakitte mihrabına çıkıp halkına seslenmiş kral. El pençe korkuyla onu dinleyen halkı savaş çağrısı ve emriyle oldukları yerde donup kalmışlar. Savaştan korktukları için değilmiş elbette bu. Kralın istekleri daha doğrusu emirlerindenmiş. Karşılarındaki ülkenin hiçbir insanına merhamet etmeyecekler, hiçbir canlısını sağ koymayacaklarmış. Tüm bunların yanında geçtikleri her yerde öyle bir ateş yakacaklarmış ki emsali görülmemiş bir ateş olup diğer ülkelere de ders vereceklermiş. En yüreklilerinin bile itiraz etmeye cesaretlenemeyeceği fenalıktaki kralın buyruğundan sonra şehre bir hüzün çökmüşmüş. Kellelerinin karşısında bir katliam varmış ve yapmazlarsa acımasız kral onlara da tıpkı düşmanıymış gibi davranırmış. Günler geçmiş odunlar toplanmış, askerler hazırlanmış. On bin askerli ordusunun hemen ardında çoluk çocuk sırtlandıkları odunlarla yola çıkmışlar. Kral, hizmetkarı Ol’dan diğer iki kardeşini çağırmasını emretmiş buyruk verdiği gün. Yürüyüş günü kralın huzuruna çıkan Al ve İl, aldıkları özel emirler karşısında ürpermeleri gerekirken vahşi bir sevinç narası atmışlar adeta. Al’dan kralın kalbini ağzıyla söküp almasını, İl’den de kralın çocuğunun kafasını koparmasını istemiş. Zamanın her şeyi hezeyana uğratması bu iki kardeşte daha etkili olmuş ki eski yüreklilikleri şimdiki canavarlıkları olup çıkıvermiş. Heyecanla odadan çıkıp savaş çığlıkları atan ordunun en başına geçmişler. Günler süren yolculukları boyunca kardeşleri Ol’ un dökmediği dil, yalvarmadığı yakarış kalmamış. Öyle ki fenalıkları dinecekse onlardan kellesini ve kalbini almalarını istemiş. Lakin ne Al ne de İl oralı olup onu dinlemişler. Halk yorgun argın Sahra’nın büyük çölünde yarı aç yarı tok yol tepmiş. Ölenlerin arkasından dökecekleri gözyaşı bile kalmamış o sıcaklıkta. Haftalar sonra komşu krallığın kapısına dayandıklarında yola çıkan yüz binden fazla halkının yarısı kumlarda yitip gitmişmiş. Fakat gözü dönen kralın bu da pek umurunda değilmiş. Her biri kurt kafalı binlerce askerini arkasına katıp atını dörtnala sürmüş. Yolda olduklarından günler önce haber alan genç kral, çoğunluğu yaşlı ve kadın olan halkını Sahra’nın büyük çölüne göndermiş. Zulümden öleceklerine susuzluktan ölmelerini tercih eden kral, onu bekleyen felaketten bihaber tahtında yakılıp yıkılan şehrini izlemeye başlamış. Koca şehirde belki on kişi kalmışmış. Öyle ki ne olduğunu anlamayan zalim ve askerleri büyük bir hayal kırıklığı içinde kumlara çöküvermişler. Ancak gaddar kral ve iki kardeş diğerlerinin aksine daha da kinlenmişler. Hışımla kumdan saraya yönelmiş kralın odasına kadar tüm hizmetkarları kılıçtan geçirmişler. Taht odasında sakince bekleyen kral onları güler yüzle karşılamış. Derler ki ölüm kimi insana ona katılmasını davet eder kimisine de cezasını katlanmasını emreder. Belli ki yufka yürekli genç kralımız da davet alanlardanmış. Öyle ki kellesi koparılıp kalbi vahşice sökülürken bile o sıcacık tebessümü asla kaybolmamış. Kanlar içinde kalan bedeninin başında dikilen kral ve iki kardeş alevlerin gölgelendirdiği yüzleriyle tam bir canavara benziyorlarmış o an. Zalim kral, haksız yere ödettiği bedelin huzurunu yaşarken Al ve İl’de alacakları ganimetlerin hayalini kuruyorlarmış. Ancak Al’ın aklına tam da o sırada bir hinlik gelmiş. Hemen lafa atılıp, “İl kardeşimsin lakin görevini yerine getiremedin. Kralın çocuğunun kafasını alacaktın oysaki kralın çocuğu burada yok. Tüm ganimet benim. Uza bakalım.” diyerek onu adeta itelemiş. Ne olduğunu anlamayan İl yardım beklercesine krala bakmışmış. Fakat vahşetin pençesinde deli kahkahaları atan zalim kral, iki kardeşin varlığından da bihaber cansız bedene dikmiş gözlerini. İşin başa düştüğünü anlayan İl, itiraz etse de işe yaramayacağını bildiğinden kılıcına sarılıp kardeşinin sırtına saplamak üzereymiş ki tam o anda zaman akmayı bırakmış. Güneş batmayı kesmiş, rüzgâr oynamaz olmuş. Her şey durağanlaşıp var olmamışçasına hareketsizleşmiş. Al, İl ve Kral hariç tüm dünya için sesler susmuşmuş tam o sırada. Nereden geldiği belli olmayan, derler ki göklerin yaratıcısı Ra’mış onlara seslenen, bir ses onların dünyadaki cehennemini başlatmış. Onlara ateşin ve vahşetin asıl sahibinin kim olduğunu hatırlatmaya, aldıkları canların bedellerinin ağırlığını tattırmaya yemin etmiş. Bu yüzden de kardeşlerden birine yeraltının ve ölülerin bekçiliğini yapmasını ve asla gün ışığı görmemesini emretmiş. Bir diğerine kötü olan her şeyden onun suçlanmasını ve ismine lanetler okunması buyurmuş. Ve son olarak hala ne olduğunu çözemeyen kibirli krala, tüm kötülüklerin başı olmayı ve iyiliğin soyundan geleceklerle sonucu kaybetme olan bütün savaşlarda acıyla ölmeyi emretmiş. Dilleri çatallaşan derileri pullaşıp kıllarla kaplanan üçlü, kanın üzerlerine sarmasıyla ateş kırmızısı bir kötülüğe boyanmışlar. Kralın, mazlumlar harici, tüm ordusu ve şehirleri çölün kumlarına karışıp yitip gitmiş. Oluşan bu yeni düzlüğün ortasında biri varmış ki lanetlenen üçlü harici o da kutsal bir görevle işaretlenmiş. Yüreği saf iyilikle dolu olana, dünyanın ve üstündeki her güzelliğin babası olup kötülüğün yegâne galibi olmayı müjdelemiş o yüce ses. Zamanın akmaya başlamasıyla silinip giden kötülük, bu dördünün sonsuz yaşamları boyunca sürdürecekleri savaş haline gelmiş. Yüce ses iyilikle görevli olana güçlü bir oğul verip atasının izinden yürütmüş onu. Şahin gibi kanatları cam gibi gözleri varmış yaratılanın. Lakin diğerlerine lanetli çocuklar bahşedip onlardan daha başarısız hale getirmiş. Ancak savaşları da asla durmamış. Yıllar geçmiş, kanlar akmış, çeşitli hinlikler planlanmış lakin kötülük bir kez bile kazanamamış. Gel zaman git zaman isimleri unutulmuş hepsinin. Farklı topraklarda farklı bayrakların altında bambaşka isimler almışlar. Kimisi iblis ve çocukları demiş kimisi de Gök Tanrı ve adamları. Çölün aynen devam ettiği bu Sahra’da ise Anubis, Apep, Seth ve Osiris olarak anlatılmışlar.”
Derince bir solukla noktalamıştı sözlerini. Ağızları birer karış açık olan çocukları keyifle süzüp bol kepçe bir kahkaha patlatıverdi. Ağzına attığı kırmızı bir yaprağı zevkle çiğnerken bir yandan da çocukları dürtüklüyordu. Onun aksine hala hikâyenin etkisinde kalan çocuklar kendilerini toplayamamışken geviş getirerek hızla ayağa fırladı. Sedirden yapılma bastonuna dayanarak kumlu yola atılan ihtiyarın arkasından bakakalmışlardı hep birlikte. Çok geçmeden bağrışlarla onu takip etmeye başlayan grup, anlaşılmayan onlarca soru soruyordu bir yandan da. Yüzüne yayılan koca tebessümüyle hiçbirine de cevap vermeyen adam, yaşça diğerlerinden daha küçük olan bir çocuğun sorusuyla olduğu yerde kalmıştı. “Senin adın ne?”demişti ufaklık. Ansızın gelen ama bilgece olan sorudan dolayı irkilen ihtiyar, yaşları on beş ile on yedi arasında değişen üç arkadaşın ona dik dik baktığını fark etti. İçlerinden biri, “Doğru söylüyor bu bücür. Sen nereden çıktın babalık? Söyle bakalım adın ne? Buralı değilsin. Neredensin bunu anlat şimdi de bize.” dedi tehditvari bir sesle. Tozlu yüzleriyle ona bakan bir düzine çocuğa hasret kaldığı bir özleme bakarcasına bakan ihtiyar, neşeli gülümsemesini bırakmıştı artık. Buruk bir tebessümle başını sallayıp bastonunu yere sertçe vurdu. Camdan gözüne çarparak yayılan ışıkla gözlerini kamaştırdığı ekip, ablukaya aldıkları ihtiyarın yerine koca bir boşluk görmüştü o anda. Sıradan çöl köyündeki anlamsız sessizlikle çevrelerine bakınan grup, korku ve endişeyle dakikalar boyu sürecek bir arayışa başlamıştı. Ayakları yorulup dilleri yapışıncaya kadar etrafta gezinen çocuklar kolayca vazgeçmiş ve köy meydanına yönelmişti. Her biri bir diğerinden daha dalgın görünen çöl ufaklıkları, kulakları tırmalayan bir sesle oldukları yerde korkuyla zıplamışlardı. İri kanatları ve kabarık tüyleriyle görkemli bir şahin, rüzgârı parçalayarak hızla aralarından geçip maviliğe karışmıştı…
Mitolojiden notlar:
Horus: Şahin kanatlı, camdan gözleri olduğu anlatıla gelen Set’in baş düşmanıdır. Aynı zamanda kralların kralı Osiris’in oğludur.
- Al, İl, Ol ve Kral - 1 Ağustos 2021
- Bile’lerin Masalı - 1 Nisan 2021
- Gölgelerin Leydisi - 1 Kasım 2020
- Ne Siyah Ne Beyaz - 1 Ağustos 2020
Merhaba…
Çok güzel bir mitoloji aktarımı olmuş. Çöl temasıyla mısır mitolojisinin birleşimi nereye bağlanacak derken anlatıcının da dahil edilerek bir nevi Deus Ex yapılması güzel bir son. Özellikle atmosferin kasvetli ve sıkıntılı çizilerek başlanması ileride çözülecek bir düğümün gerilimini iyi tırmandırıyor. Adım adım hızlanarak kilit noktada yaratıcı tanrının müdahalesi beklenmedik bir durak noktası olmuş. Diyaloglar akıcı ve olması gerektiği gibi. Kalemine sağlık…
Güzel yorumun için teşekkürler. Emeğine sağlık