Cinayet büro başkomiseri Dörtcihar Yılmaz, arkadaşı kriminal laboratuvarı teknisyeni Hülya Baştaş’ın da içinde bulunduğu kadın cinayetlerini çözemedi. Bu cinayetleri kendilerine kamuflaj yapan uluslararası bir suç şebekesi, ülkesinden 128 milyar dolarlık fizikî altını da çaldı. Tüm emniyet birimleri yas içindeydi. İçlerinden bir genç kadın, şerefsiz bir suçluyla evlenmek gafletinde bulunmuştu ve henüz balayındayken gelinliği bu kadına kefen olmuştu. Dörtcihar’ın bu kahredici olaydan sonra artık iki yaratıkla daha evini paylaşması gerekiyordu. Arkadaşına o balayındayken bakacağına söz verdiği şişko bir kangal yavrusu iriliğindeki siyah-beyaz erkek kedi Popdı Fransis ve krem rengi kıvırcık tüylü dişi Kaniş köpeği Martin Lüter artık Dörtcihar’a emanetti:
“Hülya anneniz öldü güzellerim. Siz bana ondan yadigârsınız. Kendimi hiç affetmeyeceğim. Neden öldürülen her kadının katili ona bir söz vermiş bir erkektir? Bunu başka bir yerde de sormuştum. Burada da sordum. Sonra da soracağım. Biliyorum cevap alamayacağım ama erkek egemenliği denen bu örgütlü kötülükle yel değirmenleriyle savaşan bir Don Kişot gibi hiç yılmadan savaşacağım.”
* * *
Tombul kedicik Popdı Francis evi kendi istediği gibi yönetmek istiyordu. Her şeyi sahipleniyor, bütün alanlar onun olsun istiyor, bütün kuralları kendisi koysun, canı istediğindeyse o kuralların yerine yenisini koysun istiyordu. Martin Lüter isimli çılgın köpekse, kedi hangi kuralları koyuyorsa, neyin temiz kalmasını istiyorsa, onun tam tersine hareket ediyordu. Salyalarını kedinin kalorifer peteğinin önündeki yatağına bulaştırıyor, kedinin yemeğine kediden önce koşuyordu. Kedinin koyduğu bütün kurallara karşı gelip protesto ediyordu. Kedi ne kadar ciddi ve otoriter bir yaratıksa, köpek de bir o kadar yaramaz ve sevimliydi. Dörtcihar iki hayvan arasındaki görünmez otorite ve dik kafalılık yarışında mesleği gereği otoriteye saygı duyuyor ama kendini direnişçiye daha yakın hissediyordu. Tabii ki bu direnişçi, Dörtcihar’ın geceden ütülediği pantolonunun üzerinde yatmadığı veya tuvalet eğitimi varken gidip YDS botlarının üzerine işemediği sürece.
* * *
Cinayet büro başkomiseri Dörtcihar Yılmaz ve yardımcısı Alp Aslansever, bir soruşturma için Kapalıçarşı’yı arşınlıyorlardı. Kalabalık çarşıda başka başka dükkânlara gidebilmek için birbirlerinden ayrıldılar. Dörtcihar nedense izlendiği hissine kapıldı. Birkaç sokak boyunca bir kaplan gibi sağını solunu kontrol etti. Son köşeyi döndüğünde birden sıçradı. Başına kırmızı ipekli bir kumaş dolamış, elleri ve yüzü Hint kınası ile çiçekli sarmaşıklarla donatılmış bir kadın, üzeri siyah ipek iplikle bindallı şeklinde işlenmiş kan kırmızısı kadife elbisesinin sırtına giydiği yerlere kadar aynı renkli kadife pelerini savurarak tam önünde durdu:
“Seni takip eden bendim. Bu maskeyi senin için gönderdi.”
Kırmızı kadifeli kadın elindekileri cinayet büro başkomiserinin eline tutuşturduktan sonra bir anda kalabalıklara karıştı. Meslektaşı Alp Aslansever hızlı adımlarla Dörtcihar’ın yanına geldiğinde elindekileri ne yapacağını bilemez bir halde parkasının kocaman ceplerine alelacele tıkıştırdı.
“Alışveriş mi yaptın Kapalıçarşı’da?”
“Evet canım. İki kilo altın aldım. Yastık altında saklayacağım.”
“Ha ha ha! Bu ülkenin bir komiseri bu ülkenin ekonomisine güvenmezse kim güvenecek acaba?”
“Sanki sen güveniyorsun da! Hadi yürü yürü işimize bakalım.”
* * *
Dörtcihar yorucu bir mesainin sonunda eve geldi. Son günlerde ülkesinde özellikle de İstanbul şehrinde yaşanan olaylardan sonra tek tesellisi evdeki hayvanlarıydı. Kedisi ve köpeği ile dertleşerek kanepesine oturdu. Biri bir dizine diğeri öteki dizine dayanmış oturan kedi ve köpekle beraber kırmızı kadifeli kadının eline tutuşturduğu kadın yüzü şeklindeki maskeyi incelemeye başladı. Kapalıçarşı’da alelacele maskenin bir fotoğrafını çekmiş ve oradaki bir kuyumcu esnafına bu fotoğrafı göstermişti.
“Fotoğraftan bakarak tam yüzdelerini söyleyemem ama bu maske altın, gümüş ve bronz karışımı Başkomiserim. Para etmez. Ancak üzerindeki değerli taşlar para eder edebilir. Yakut bir arı, zümrüt bir kurt, topaz bir leylek, kuvars bir ayı ve safir bir at, opal bir geyik, ametist bir koyun figürü var bildiğiniz gibi. Ama onları da bu eski alaşımdan bozmadan çıkarmak zor olur zannımca.”
“Bu küçücük fotoğraftan hepsini nasıl gördünüz ki?”
“Şaka yapmıyorsunuz değil mi başkomiserim?”
“Neden şaka yapayım durup dururken?”
“Etnoğrafya müzesi filan soyulmuş olmasa bu maskeyi bana sormazdınız da. Biliyorsunuz bu maske yıllardır müzenin 8. yüzyıl Mezopotamya Uygarlıkları bölümünde sergilenir. Mesleğim gereği tüm bu eski eserlerle ve değerli taşlarla ilgiliyim.”
“Yok canım müze falan soyulmadı. Tabii ki biliyorum müzedeki maskeyi. Fotoğrafı da orada çektim zaten. Benimki kişisel merak. Tarihteki takılar ve maskelerle ilgili araştırma yapıyorum da. Ondan sorduydum. Teşekkürler.”
Dörtcihar bu diyaloğu düşünüp gülümseyerek maskeyi elinde evirip çevirdi. Az kalsın Kapalıçarşı esnafına madara oluyordu. Bir yandan da kedisi ve köpeğiyle konuşuyordu:
“Meğer bu maske yıllardır müzedeymiş de benim haberim yokmuş çocuklar. Gizemli bir kadın verdi bana bu maskeyi. Nereden buldu? Nasıl buldu? Neden bana verdi bilinmez. Hem bizden birine benziyordu kılık kıyafeti hem de sanki bu dünyadan, bu yüzyıldan hatta bu evrenden değil gibiydi. Şaşakaldım karşımda onu birdenbire karşımda görünce. Halbuki bilirsiniz soğukkanlıyımdır.”
Maskeyi yakından incelerken birden bir dürtü ile maskeyi yüzüne geçirdi. İşte ne olduysa o anda oldu. Maske Dörtcihar’ın yüzüne değdiği gibi suratına yapıştı. İki eliyle birden maskeyi yüzünden çıkarmaya çalıştı ama nafileydi. Küçücük evinin salonunda fırtına gibi bir rüzgâr Dörtcihar’ı da kediyi de köpeği de savurdu. Sonra bir girdabın içindeymiş gibi savrulmaya başladılar. Neden sonra üçü de nefessiz, ışıksız, hareketsiz kaldılar ve kendilerinden geçtiler.
* * *
Uyandığı zaman hava yeni aydınlanmaya başlamıştı. Sırtından başlayarak tüm vücudunda bir ıslaklık hissetti. Köpeğe kızdı. Muhtemelen bu sefer de yatağına işemişti. Yavaş yavaş gözlerini açıp kendine gelince suratına doğru doğrultulmuş yayına çekilmiş oklarla beraber dört kadının tam başucunda dikilmekte olduklarını gördü.
“Hadi kalk! Şu acayip hayvanlarını al da kalk! Bizimle geliyorsun!”
Karlı bir kayın ormanındalardı. Sırtında hissettiği ıslaklık erimiş karların suyuydu. Kendini acayip bir maceraya sürüklemişti ama o günahsız kedi ve köpeğin bu bilmediği zaman ve mekânda ne işi vardı?
Dörtcihar, neredeyim sorusuna cevap arıyordu ama sormaktan korktuğu başka bir soru daha vardı. O da hangi zamanda olduklarıydı. Kollarında ve bacaklarında kırmızı deriden dikilmiş bileklik ve tozlukları, sırtlarında ok ve yaylar ile bellerinde hançerlerle mücehhez kadınlar, iki yandan örülmüş bellerine kadar uzun saçları, koyun postundan dikilmiş yelekleri ve eteklikleriyle, Dörtcihar ve hayvanlarını kocaman kırmızılı siyahlı işlenmiş bir kıl çadıra götürdüler.
Kıl çadırdaki oymalı cilalı ceviz tahtta oturan yaşı diğerlerinden oldukça büyük olan kadın burnundan soluyordu. Üzerindeki giysiler diğerlerinin aynıydı yalnız onun giydiği her şey süt beyazıydı. Beyazlar giymiş sinirli kadının sağ ve sol yanında altışar olmak üzere değişik renklerde benzer kıyafetler giymiş on iki kadın vardı. Ve bu kadınların arkalarında Dörtcihar’ı ormandan uyandırıp getiren asker kadınlarla aynı şekilde giyinmiş onlarca enine boyuna yapılı kadın dikiliyordu. Dörtcihar “Sanırım kediyi de köpeği de beni de idam edecekler burada. Yirmi birinci yüzyılda onca hırsızın, uğursuzun, katilin, itin-kopuğun elinden kurtuldum. Ölümüm hangi devirdeysek bu devirde ve bu kadınların elinden olacak…” diye düşünürken çadırın karanlık bir bölümünden yüzü ve elleri Hint kınasından çiçekli sarmaşıklarla donatılmış o kadın çıktı, Dörtcihar’ın yanına geldi. Üzerinde yine kırmızı kadifeden ama bu sefer diğer savaşçı kadınların giydiklerine benzeyen kısa eteklikli ve yelekli bir kıyafet ve bilekleri ve kollarında aynı deriden korumalar vardı.
“Demek sonunda gelebildin…”
“Sen de kimsin? Bunlar kim? Neden buradayım? Bu beyazlı kadın kim? Beni öldürecek misiniz? En azından şu masum kedi ve köpeğe acıyın… Neredeyim? Hangi zamandayım? Konuşsana be kadın!”
“Sakin ol Dörtcihar. Her şeyi sırayla öğreneceksin.”
Kınalı kadın bunları dedikten sonra Dörtcihar’ı kendi geldiği karanlığın içine çekti. Dörtcihar’a Kapalıçarşı’da maskeyi verdiği anda üzerinde bulunan elbise ve pelerini giydirdi. Kedi Popdı Fransis’e kadifeden kırmızı bir boyunbağı taktı. Köpek Martin Lüter’in boynuna da aynı kumaştan kırmızı bir tasma bağladı.
“Şimdi artık tüm sorularını cevaplayabilirim. Mezopotamya’da, Harran’dasın. İsa’nın doğumundan sonraki 750. yıldasın. O çadırda gördüğün Ak Ana. Artık çok yaşlandı. Bunu herkes görüyor ama bir tek kendisi görmüyor. Kimi zaman aklı öyle gidiyor ki sokağa çırılçıplak çıkıyor. Bunu gören çocuklarımızdan birisi bir seferinde ‘Ana çıplak! Ana çıplak!’ diye bağırdı. Fakat o yine de hatanın kendisinde değil, çocuğun ona bakmasına izin veren annesinde olduğunu söyledi ve kadını da çocuğu da zindana attırdı.”
“Bana ne bütün bunlardan? Ben kendi yüzyılımdaki lanet olası sorunlarımı bile çözememişken sizin bin iki yüz etmiş beş yıl önceki sorunlarınız için mi çağırdınız beni buraya? Ne hakla? Hangi cüretle?”
“…erkek egemenliği denen bu örgütlü kötülükle yel değirmenleriyle savaşan bir Don Kişot gibi hiç yılmadan savaşacağım.”
“E n’olmuş böyle dedimse?”
“Dünyaya ve evrene bir mesaj gönderirken kelimelerini daha dikkatli seçmelisin. Üstelik bu bir mesaj da değil. Bu bir yemin.”
“Benim yeminimin sizinle ne alakası var? Gördüğüm kadar erkek egemenliği altında yaşamıyorsunuz.”
“Evet. Erkekler henüz kadınlara hükmedecek dinî argümanlarla tanışmadılar. O yüzden onları hâlâ toprak işleme, hayvan yetiştirme, orman ürünlerini işleme gibi ağır işlerde ve gerektiği zaman neslimizi devam ettirmek için üreme amaçlı kullanıyoruz. Sizin kadar şanssız değiliz. Ama bizim de kendimize ait sorunlarımız var elbet.”
“Hem sen de kimsin?”
“Ben bu toprakların Yer Tengri’siyim.”
“Ha ha ha ha! Madem tanrısın neden beni çağırdın ki? Thanos gibi şıklatıver parmağını, olsun bitsin!”
“Eğlenceli bir kadın olduğunu biliyordum ama şimdi eğlencenin sırası değil. Hem Thanos dediğin gerçek değil. Hayal gücünden doğma bir karakter. Üstelik seni ben çağırmadım. Ben sadece elçiyim. Elçiye zeval olmaz bilirsin.”
“Öyleyse kim çağırdı beni?”
“Sabretmeyi öğrenirsen bunu da öğreneceksin.”
* * *
Dörtcihar sekizinci yüzyılda Ak Ana isimli bir kadın tarafından yönetilen bir ülkeye intikal etmişti. Kınalı kadın nam-ı diğer Yer Tengri Dörtcihar ve hayvanlarını alıp bir yeraltı zindanına götürdü. Orada Ak Ana tarafından hapsedilmiş bir başka kadın hükümranı ziyaret ettiler. Dörtcihar bir kadının bir başka kadın lider tarafından zindana atılmasına hayret etti. Zulmün ve bile isteye yapılan kötülüğün sadece elinde güç bulunduran erkeklere mahsus imtiyazlar olduğunu düşünüyordu. Ama güç öyle bir zehirdi ki her kim onu elinde tutuyorsa, yani her kim kutsal kadehten onu içiyorsa güç zehirlenmesine uğruyordu. Böylece karşısında kendisinden daha güçlü birisini gördüğü zaman onu yok etmek için mutlaka sudan bir bahane buluyordu.
Sekizinci yüzyılda, bu ülkeyi herkesten en iyi şekilde yönettiğini iddia eden Ak Ana, aslında yaşlandığını ve artık topraklarını yönetemediğini kabul etmiyordu. Topraklarını ve burada yaşayan genç nüfusu, kendisinden sonra yönetmeye, başka bir kadının, hem de kendisinden çok daha genç gücü kuvveti yerinde ve kendisi gibi savaşçılıktan gelme bir kadının aday olarak çıkmasını kendi hükümranlığına yapılan bir darbe olarak algılamıştı. Sadık askerlerini göndererek bu kadını derhal ve belirsiz bir süre için zindana attırmıştı.
“Herkese güler yüzlü davranan, gülücükler dağıtan tebaasına iyi davranan, insanlar aç mı açıkta mı diye sorgulayan, savaşçı ve silahçı kadınlarını iyi besleyen, savaşan kadınlar ordusunu her şeyin üzerinde kutlu tutan bir yönetici olduğunu sanıyorsun. Fakat gülümsemesinin ardında hep bir ağu yatıyor. Hep gizli bir ajandası var. Asla kimsenin kendine rakip olmasını istemiyor. Hep bir adım geriden takip etmelerini istiyor. Sanırım sonsuza kadar bu toprakların tek Ana’sı olacağını sanıyor. Kendine rakip olabileceklerin ayağını devlet işlerinden kesiyor. Hep kendinden bir derece düşük kumandanları ordusuna kumanda ettiriyor. Ölüme bile meydan okuyabileceğini düşünüyor anlaşılan.”
Bunları söyleyen Ak Ana’nın zindana attırdığı Od Ana idi.
“Ancak sen, Dörtcihar, Ak Ana’nın gerçekleri görmesini ve Mezopotamya’daki Harran denen bu verimli topraklarda hüküm süren kadınların bu egemenliğinin devam etmesini sağlayabilirsin. Çünkü sende takarak buraya geldiğin maskenin gücü ve yanında getirdiğin hayvanlarının bilgeliği var.”
Od Ana Dörtcihar’la kısaca görüşebildikten sonra zindanın karanlık dehlizlerindeki hücresine geri götürüldü.
* * *
Yer Tengri, Dörtcihar’ı Ak aAna ile kıl çadırda tekrar bir araya getirdi. Bu sefer kıl çadırda beyazlı kadının etrafını sarmış on iki kadın yoktu. Arkasında ise on adet kadın asker nöbette bekliyorlardı. Ak Ana, bu sefer, Yer Tengri’nin yedeğinde getirdiği siyah işlemeli kırmızı kadifeden bindallısını giymiş kırmızı pelerinli Dörtcihar ve yanındaki hayvanlarına itibar etti:
“Ey Dörtcihar Şaman! Bana diyeceklerin vardır dediler! Ne diyecekmişsin de bakalım hele!”
“Benden selam olsun Harran topraklarında yüzyıllardır hüküm süren bu kadın-egemen topluluğun hükümdarı olan Ak Ana’ya!”
“Sen ismin gibi dört dörtlük kudretli bir şamanmışsın. Öyle dediler bana? De bakalım kaderimizde bu toprakları daha ne kadar ileri götürmek var?”
“Bu toprakları daha da ileri götürmek mümkün ama neden senden başka kimsenin bu toprakları yönetmesini istemiyorsun?”
“Çünkü benden başka kimse bu toprakları benim gibi yönetebilemez!”
“İyi de sen ölümsüz değilsin ki.”
“Bana ne zaman öleceğimi sen mi bildireceksin bre izansız?”
“Doğanın bir kanunu var. Elbet bir gün gelecek, öleceksin.”
“Onu öleceğim zaman düşünürüm! Sana düşmez bu lakırdı!”
“Sen hesaplı kitaplı bir hükümdarsın. Ölmeden önce bunları da hesap etmelisin. Peşinden geleceklere bu toprakları nasıl yönetmeleri gerektiğine dair kanunlar bırakmalısın.”
“Sadece kanun yetmez. Dirayet, güç ve akıl da lazım.”
“Dirayet, güç ve akıl bir tek sende mi var?”
“Benden sonra gelebileceklerde benim gibi dirayetli, güçlü ve akıllı kimse göremiyorum.”
“İyi de sen insanları yetiştirecek bilgileri sağlamazsan, onların önünü açmazsan, sonsuza kadar yaşama iksiri bile içmiş olsan hep senin yönettiğin bir ülkede yaşamak istemeyebilirler.”
“Ne demek istemeyebilirler? Ben onların yüceler yücesi Ak Ana’ları değil miyim?”
“Bak Ak Ana. İsa’nın doğumundan sonra yedi yüz elli yıldır yaşıyorsunuz ama dünya durduğu yerde durmayacak. Dünyanın, başlangıcından beri binlerce yıl geçti. Yaşayan her şey evrildi. Hiçbir şey durduğu yerde durmadı. Sen de durduğun yerde durmayacaksın, yaşlanacaksın.
“Ben Yüce Şaman’ın ölümsüzlük iksirini icat etmesini bekliyorum.”
“Ölümsüzlük sandığın kadar güzel bir şey değil inan bana.”
“Sen nereden biliyorsun bre gafil?”
“Bilmiyorum ama öyle olduğuna inanıyorum. Çünkü her şey daha iyiye daha güzele değişmek, evrilmek zorunda.”
“Beni bir eşim benzerim yok! Benden sonra bu toprakları yönetecek kimse yok!”
“Kendinin bir eşini veya benzerini mi var etmek istiyorsun? O zaman evlat yetiştir!”
“Ben çocuk doğurmam. Ak Ana’yım ben! Hükümdarım!”
“O zaman yönettiğin topraklarda yaşayan insanları yetiştir. İnsanlara iyiliği, güzelliği, hakkı, adaleti öğret. Elbet bir gün birisi gelecek, senden daha iyi işler yapacak. Ya da bu topraklarda yaşayan insanları senden daha ileriye götürecek.”
“Bak hele sen! Sen de o Od Ana denen namussuzun ağzından konuşuyorsun! Demek seni bana o gönderdi! Askerler! Atın bunu da Od Ana gibi zindana!”
“Durun! Beni zindana atabilirsin. Od Ana’yı savunan herkesi tek tek zindana atabilirsin. Ama bu kadını savunan, onun peşinden gitmek siteyen genç kadınların üzerine kızgın yağlar dökemezsin. Onlar onun evlatları olduğu kadar senin de evlatların. Ya senin evlatlarınla onun evlatları bir meydan muharebesinde çarpışsalar? Ölüm-kıyım olsa? Böyle bir şey olsun ister misin hiç?”
“Eğer bu ölümler ve kıyımlar benim bekamı sağlayacaksa neden olmasın? Benim için canını verecek kadınların olduğunu görmek güzel değil mi?”
* * *
Dörtcihar bu kadını konuşarak ikna etmenin mümkün olmadığını anladı. Yüce Şaman’dan maskenin aynısından bir tane daha yapmasını istedi. Kedisi, köpeği ve iki maskeyle beraber tekrar Ak Ana’nın huzuruna çıktı. Ak Ana’ya maskelerden birini gösterdi. Tabii ki maskenin marifetinden Ak Ana’nın haberi yoktu. Maskeye yakından bakmak isteyince maskelerden birini kendisine ötekini de Ak Ana’nın yüzüne değdirdi. Fırtına, tufan, girdap derken iki kadın, bir kedi ve bir köpek hep beraberce 2025 yılı Türkiye’sine geldiler.
Dörtcihar Ak Ana’ya dili döndüğünce, elinden geldiğince yirmi birinci yüzyılın yirmi beşinci yılında Türkiye’de olanları anlattı. Hatta ekranlardan seyrettirdi. Tabii bunları anlatmasına yardımcı olmak için kınalı kadını da kendi zamanına çağırmayı unutmamıştı. Ak Ana kendi zamanından 1275 yıl sonra yaşanacak olanlara inanamadı. Gözyaşlarına boğuldu:
“Meğer ben neler ediyormuşum uçsuz bucaksız verimli topraklarımda yaşayan insanlarıma!”
“İnsan kendi içinde olduğu çerçeveyi göremez. Ama o çerçeveye dışarıdan baktığı zaman olayları daha net görebilir.”
“Haklısın Dörtcihar Şaman. Sen gerçekten yaman bir Şamansın. İnşallah senin zamanında da güzel ve akıllı şamanlar vardır da zulmün, bencilliğin, her şeyi ben bilirim demenin, bu toprakları benden başkası yönetemez demenin, insanları yönetmenin en kötü yolu olduğunu senin hükümdarına söylerler. Güçlü olmanın her zaman haklı olmak demek olmadığını o da en kısa zamanda anlar inşallah. Elimde olsa Yer Tengri’yi ona yollardım ama sekizinci yüzyılda bana lazım o. Eminim size de doğruluğu, ahlakı, iyiliği yol olarak gösteren tanrılarınız vardır.”
“Doğruluk, iyilik ve ahlakı yol olarak edinmek için tanrılara ihtiyacımız yok ama sağ ol Ak Ana. Şimdi seni bu maskeyle kendi zamanına uğurluyorum. Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Tarih hepsini yazacak. Ben de okuyacağım. Takipçinim, haberin olsun.”
“Sana başka diyecek sözüm yok. Bana doğruları ve gerçekliği gösterdiğin için çok teşekkür ederim. Haydi sen de sağ ol. Kal sağlıcakla.”
Ak Ana kendi zamanına gitti ve kendisinden sonra topraklarını yönetecek olan Od Ana’yı zindandan çıkararak ona el verdi.
* * *
Papa Francis isimli kedi bir süre sonra Martin Lüter isimli köpeğe kendi kurallarını dayatamayacağını anladı. Vazgeçmiş gibi göründü. Fakat kendi dogmalarını dayatacağı başka bir topluluk bulmadan rahat etmeyecekti. Bazı kediler de bazı insanlar gibilerdi. Dediğim dedik, herkes benim kurallarımla yaşayacak, benden olmayan buralarda tutunamaz derlerdi. Hatta bitaraf olan bertaraf olur diyebilenleri bile vardı. Ama zulme ve dayatmalara direnerek bu adamların ipliğini pazara çıkaracak sevimli bir Matin Lüter her zaman ortaya çıkacaktı.
* * *
Şaman Dörtcihar maskeyi tekrar giydi. Sekizinci yüzyıla giderek “Kim bilir bu ağıt belki ağızdan ağıza dillenir de sözlü edebiyat derslerinde benim adım da anılır…” diyerek bir ağıt yaktı:
Gönül bu neylerse güzel eyler amma
Kalmadı bizde sevecek gönl-ü muamma
Bize kader biçenlerin hepsi mi âmâ
Kadınların seslerini kestiler de geldiler
Gözleri fettan güzel dediler
Güzel ne güzel olmuşsun dediler
Köroğlu’ndan Pîr Sultan’a hepsi güzel sevdiler
Lakin bunlar kadınları ezdiler de geçtiler
Dörtcihar der ki dertliyim ama derdime çare yok
Yüzde doksan dokuzu Müslüman denen bu ülkede insana saygı yok
Hem ağlar hem gider çocuk gelinler gözyaşlarını silen yok
İzansızlar kadınları kestiler de surlardan attılar ama bu nasıl iştir diye soran yok!
* * *
Ağıt yaktıktan sonra Dörtcihar’ın aklına bir fikir geldi. Kendi kendine güldü. Nasıl olsa 21. yüzyılda arkeologların kafası yeterince karışacaktı. Biraz daha karışmasında sakınca yoktu. Kumran Mağarası’na gitti ve mağara duvarına şu kelimeleri yazdı:
#kadınyaşamözgürlük
#femmevieliberté
#womenlifefreedom
#mujervidalibertad
#donnavitalibertà
#fraulebenfreiheit
#Женщинажизньсвобода
#W女性人生自由 #Aमहिलाज़िंदगीस्वतंत्रता
#kvinnelivfrihet
امرأةحياةحرية#
- Ana Çıplak - 1 Mayıs 2025
- F.R.O.Z.E.N - 15 Ocak 2025
- 2084 - 1 Eylül 2024
- Nervel El Arap - 23 Mayıs 2024
- Mezon Ante - 1 Şubat 2024
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.