52
Radyodaki haber sunucusu, gün içerisinde olağan dışı bir şeylerin olabileceğiyle ilgili geveze bir konuşma yapmaktayken, balığım Mahmut’un kendine bakmaktan son derece haz duyduğu bu kirli aynanın karşısında saçlarımı yatıştırmaktaydım. Evde hissedilen son derece melodik gitar ritimleri kalbime uğramış, ben ise dumanı saçlarıma doğru üflüyordum. Saçlarımın işi bittikten sonra odanın etrafında sekiz tur attım. Ardından mutsuz buzdolabımın içinden bulduğum mavi renkli sıvıyı mideme akıttım. Aynı esnada son kalan duvar kağıdı da kendini yere bırakmış ve evdeki kudretli rutubet bir galibiyet daha almıştı. Radyocu hanımefendiyi susturduktan sonra, balığım Mahmut’a oyalansın diye koca bir kurbağa böceği tohumu verip, binamın dışına çıktım. Acayip gergin olduğumu da buralara bir yere ekleyeyim. Nefes aldım ve tepemde gezinen binalara doğru son kalan tütünümden bir duman daha ektim.
* * *
Apartmanlar Çöplüğüne Giriş
Bu gördüğünüz bina yığınları uygarlığımızın merkezi. Daha ötesini de aramayın zaten. Bir zamanlar -yani annem ve babam beni meydana getirmenden çok çok önce- buradaki her bir bina da farklı renklere boyalıymış. Bir gecede yönetici abiler bu binaların renklerini büyük bir şırınganın içine hapsetmiş, zaten söylenene göre de hemen arkasından da Mutsuzluk Kardeşliği dairelerimizi buhran rengine boyamaya başlamış. Böylelikle de “mutsuzluk” insanlığımızın tek duygusu olup çıkmış. O zamanlara ait herhangi bir fotoğraf karesi maalesef ki yok ve bu yüzdendir ki bu anlatılanlar bana hep masal gibi gelmiştir. Sonuç olarak benim için dünyanın da, bu binaların da rengi daima gri. Bakın, gri bir kurdun grisi olan bir gri değil bu renk. Daha çok, yemek ve tuvalet artıklarının ortak bir yerde toplanıp, orada günlerce kuruduktan sonra bıraktığı bakır renkleriyle harmanlı bir gri bu. Bok grisi! Ayrıca buranın halkı hep mutsuzdur, bunun renklerle hiçbir alakası da yoktur!
Biraz başa dönecek olursak…
Şimdi beni iyi dinleyin! Benim adım… Bu mühim bir mesele değil! Yaşadığım yer… Buranın tam olarak bir adı yok!
Karşı daire de oturan füze kafalı, kırışık teyze bir keresinde burası için, “çöplük” demişti. Ben de size anlatırken aynen “çöplük” adını kullanacağım. Burası yüzlerce apartmandan oluşan bir apartmanlar çöplüğü. Sizin oralarda bu durum normal mi bilmiyorum çünkü okuduğum hiçbir metinde buna benzer bir yapılanmadan bahsedilmiyor. (Gerçi hâlâ buraların dışında bir yaşam kaldı mı, açıkçası bundan da kuşkuluyum.) Dışarıyla irtibatımız yok, buranın keskin ve alt edilemez sınırları var. Çıkış yok yani! Biz binaların içindekiler için tek yaşanabilecek yer de bu apartmanların çürük içleri. Ayrıca bu apartmanların içlerinde başka apartmanlar var. Balkonda, terasta ya da binanın herhangi bir yerinde göğe uzanan binalar görmeniz mümkün. Hatta son birkaç yıldır binaların duvarlarından pörtlemiş yavru-mutasyonlu apartmanlar ortaya çıkmakta. Anlayacağınız aklınıza gelebilecek her yerde apartmanlar aşırı suya maruz kalmış çim bitkisi gibi meydana çıkıyor ve büyüyor. Bu apartmanlar aynı zamanda bizleri esir alıyor, hapishanemiz oluyor, yeteri kadar sevmiyor, hastalandırıyor ve en sonunda tükürüp her şeyi kursağımızda bırakıyor.
Bir bilgi daha paylaşmalıyım sizlerle: Eğer ki uzak mesafede bir dost edinmiş ve yolunuzun oraya düşme gibi bir talihsizlik durumu varsa, yol denilen yatay apartmanların içinden geçmeye hazırlıklı olun. Bu yatay apartmanların içinde insanlar yaşamaktadır. Buraya kadar her şey normal! O zaman devamını dinleyin: Burada ikamet eden insanların düzleri ters, gündüzleri gecedir. Bu nedenle ki hep kızgındırlar. Şayet ki yatay apartman yollarını kullanmak zorunda kalacak olursanız, her çeşit savunma sanatından da bir şeyler kapmış olmanızı dilerim. Yol boyunca karşınıza çıkacak yatay binaların insanları, vahşi balık havuzlarında yetişen balıklardan bıçak yapacak ve hayatın dayanılmaz acısını sizin kalbinizden çıkarmak isteyecektir. Onlarla normal bir dilden anlaşamazsınız. Yolu geçebilmek için sizin de kan dökmeniz gerekebilir. Ben de şiddete karşıyım yoksa.
51
Sizi bizle, daha doğrusu buralı olmakla biraz daha tanıştırmam gerek sanırım. Öncelikle burada yaşayan herkesin bildiği bir şehir efsanemizden bahsetmek istiyorum: Binlerce apartmanın içindeki bir dairede binaları birbirine bağlayan bir merkez, daha doğrusu bir kalbin olduğu dedikodusu herhalde ki biz buralıların ilk duyduğu şeydir. Tüm bina sakinlerinin kaderinin orada belirlendiğine dair bir inanış vardır. Dünden önce bu durumu bana sorsaydınız yalnızca safsata deyip, sizin de ciddiye almamanızı söylerdim. Dün hayatımızla ilgili çok acayip şeyler oldu: Geceleri el altında dağıtılan, “ApartmanAltıYorgan” mecmuasında gecenin bir yarısı, bu efsaneyi gerçekliğe dönüştürecek olan bir fotoğraf yayınlandı ve tahmin edersiniz ki çöplüğümüzdeki rutinliğin düzeni muazzamca sarsıldı. (Ayrıca fotoğrafı yollayan isimsiz kişinden bir daha haber alınamadığı söylentisi hızla yayılmıştı.) O fotoğrafa ilk baktığımdaki kalp atışlarımın damarlarıma yaptığı baskıyı şu an bile aynı şiddette hissedebiliyorum. Daireyi görseniz yani o kareyi, eminim ki siz de benim yaşadığım duyguyu aşağı yukarı anlarsınız. Mekânın içindeki o garip şeylerin yönetici abiler tarafından icat edildiği su götürmez bir gerçekti. Çünkü bu fotoğraftaki yer kesinlikle bizim yaşadığımız yerlere benzemiyordu. Tamam, fotoğraf çok net değildi ama ortalıklarda yaşamı sağlayan bir kalp olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Metafor olan kalp benzetmesini bile kesinlikle sikip atmıştı bu dairenin içindeki kaotiklik. Mekanik kollar ve yüzlerce boru odanın her bir yanını sarmış, salonun ortasındaki koskocaman bir cam fanusun içinde ise alev alev akışmakta olan sıvılar, şeffaf (hatta deriye benzeyen) bu boruların içine doğru akmaktaydı.
Mecmuada fotoğrafın yanı sıra çok önemli bir yazı paylaşılmıştı. Şimdi size mecmuadaki bildiriyi kelimesi kelimesine aktarıyorum:
“Vatandaşlar bu bir uyarıdır. Yıllardır peşinden gittiğimiz efsanenin kaynağıyla ilgili doğruluğundan kuşku duymadığımız bilgiler edindik. Bu bilgilere dayanarak şunu diyebiliriz ki: Bu dairenin içinde uzun yıllardır tüm binalarımızı etkisi altına alan bir yanardağ vardır. Bu yanardağ, yıllardır süren tüm kaosun, bedbahtlığın anası-babasıdır. Vatandaşlarımızın kayıplarının bu yanardağ sonucunda meydana geldiğini tahmin etmekteyiz. Bu gizemli dairenin içinden sayısını tahmin dahi edemeyeceğimiz ve her biri bizim dairelerimize ulaşan borular geçmekte! Boruların içinden ise yanardağından gelen ve kaosu getiren bir madde evlerimizin içine uzanmakta. Binaların içinde yüz binlerce damar benzeri borular mevcut. Bu damarlar fiziksel olarak bizim ulaşabileceğimiz bir alanda bulunmuyor ancak bu damarlar sayesinde fotoğraftaki yeri bulmamız zorlu da olsa ufak bir ihtimal dahilinde ve unutmayın ki artık kötülüğün kaynağını da biliyoruz. Kısacası kötülüğe karşı savaşmak istiyoruz. Yalnız olmadığımızı düşünüyoruz ve siz, cesur hayalcilere ihtiyacımız var. Bu davada bir daha geri dönüş olmayabilir, kemiklerimiz eskisi gibi ruhumuzu tutmayabilir ama her şeyin özünde var olan umut duygumuzu yitirmememiz için bir çıkış yolu aynı zamanda bu yapacaklarımız. Sizleri, bilenlerin bildiği yer olan daire de bekliyor olacağız.
Not: En uzaktan gelenlerin harekatımıza ulaşması aşağı yukarı 6-7 ayını alacaktır. Umarım bize katılırsınız çünkü size gerçekten çok ihtiyacımız var.’’
50
Her gün alev alev yanan dertlerimiz yetmezmiş gibi, bizleri cayır cayır yakan tüm bu yoksulluğun, ölümlerin ve nefretin kaynağı olan yanardağ dairesi, tüm bina sakinlerini kudretli bir melankoli içine sürüklemişti. Dairenin varlığı efsane olmaktan çıkmış, gözle görülür ama ulaşılmaz olunca da talihsizliğimize içlenir olduk. Mutlu olmaya dair inancımız zaten yoktu. Belli ki bu yanardağ, her doğan bina sakinine umutsuzluğu aşılamak için meskenimizin kanına karışmış ve bizleri iflah olmaz birer kasvetli varlıklara dönüştürmüştü. Umutsuzluğumun artık daha haklı dayanakları vardı anlayacağınız. Sonuçta kim bu daireye ulaşabilirdi ki? Bu haberden önce tek derdim, kanalizasyon istasyonundan akşam eve geldiğimde; Mahmut’u beslerken bir yandan da ses açma eğitimi videoları izlemek ve hemen akabinde de annemin hassas kulakları için ninniler kaydetmekti. (Doğum gününde ona bu kayıtları verecektim de.) Bu haberden sonra ise günlerce kendime gelemediğimi söyleyebilirim. Bedenimi battaniyelerin göbeğine hapsettim, çay içmedim; yan dairede yaşayan annemi günlerce ziyaret etmedim. Balığım evin içinde ki tüm kapıları yumrukladı, ben ise karnımı yumrukladım. Evimdeki halılar bataklığa dönüşmüş, beni ayaklarımdan yakalamış ve kendi yapışkanlığına doğru hapsetmek istiyordu. Buzdolabım olan şey ise kendi içindeki son kalan yiyecekleri tüketiyor, yerine küflerden-mantarlardan sote bırakıyor ve her gün bana söylenmeyi de eksik etmiyordu. Benimse karnım gurulduyor ama gömüldüğüm yataktan dışarı adımımı dahi atmakta güçlük çekiyordum.
Her şeyin böyle rezil gittiği günlerin birinde; kara bulutların şimşekleri çakıştırdığı bir akşamüstü vaktinde, kapımın aralığından atılan bir zarf görmemle hayatımda başka başka kararlar vermeme sebep olan bir an oldu: Tam da şimşeğin evimin duvarlarını boyadığı anda zarf bana bakmış, beni ürkütmüş ve ne olduysa elime konmuştu ya da ben gidip almıştım, emin değilim. Zarfın içinden annemin yazmış olduğu bir mektup çıkmıştı. Derin bir ohh çektim ve ardından içini okumaya başladım. Bu esnada şimşekler durmuş ve yere bıraktığım son kalan mavi içeceğin damlaları, evin bir köşesinden bana doğru uzanmaya çabalıyordu.
Bu arada, annemin yazmış olduğu mektubu buraya bırakıyorum. Belki içinizden birileri okumak ister.
“Uzun zamandır kendimi suçlu hissediyorum oğlum. İnsanlar adını sorduğunda verebilecek bir cevabın olmaması, biliyorum ki biraz garip bir durum. Nasıl olduysa zamanında babanla bunun komik olduğunu düşünmüştük. Eşek şakaları yapa yapa gitti zaten baban! Her neyse bu mektubu bu yüzden yazmadım. Sana bir isim vermediğimiz için pişman olduğumu hiç söyleyemedim, bil… Esas konuya gelecek olursam; bak ben artık yaşlıyım. Tahmin ettiğinden de yaşlı. Bakarsan bu aralar bacaklarım bile kendi iradesini elde etti ve bütün bir gün kendilerini sere serpe yatağa bırakıyorlar. Bazen çok şey yapmak istiyorum ama bacaklarıma ne kadar dil döksem de sadece arada bir komşunun bet sesinden gelen şarkılara bir tepki verebiliyor: Ayaklarımı ahenkle sallıyor bacaklarım bu şarkılar esnasında. Durumun vahametini anla! Bak oğul, bilirsin ben süslü cümleler kurmayı pek beceremem. Demem o ki: Gençsin. Umut hâlâ senin bir parçan. Bir amacın var. Bunu idrak et! Bu binalardan kurtulabilirsin. Hatta buraları değiştirebilirsin bile. En azından deneyebilirsin. Hiçbir şey olmasa bile bir maceranın peşinden gidebilirsin. Bir çıkış yolu olabileceğini, olduğunu artık biliyoruz. Gitmesi ne kadar zor olsa da, hep hayal ettiğin tarzda bir serüven bu. Yüzünün güldüğünü o serüvenin içinde görebiliyorum ve yeminler olsun ki, rüyalarımda seni izleyeceğim. Kendini özgür bırak çocuk.
Annen.”
Annemden gelen bu mektup, bazı hüzünlü durakların olduğu kuytu köşede bir yere bırakmıştı beni ve bir süreliğine de bu ıssız yerde ağırlamaya kararlıydı. Bir damlalık göz yaşımı yere düşürdüğüm esnada sarı şimşek mahallemizi boyamış ve küçük kalbim de kıpır kıpır oynaşmayı denemekteydi. Gece yattım ve sabah uyandım. Çok düşündüm. Düşündüğüm kadar da evin her bir yanını hayalimde boyadım. En sonunda kararımı vermiştim!
Mahmut’un bana bakan gözleriyle bakışıyordum. Onu anneme bırakmak için hazırladım. Hatta daha ilerisi; vedalaşmak için hazırladım kendimi. Birbirimize bakıyor ve neredeyse evin aylık ağlama ihtiyacını tek bir saatte gideriyorduk. Ondan ayrı kalamayacağım ve onun da benden ayrı kalamayacağı gerçeği, havadan gelen şimşekler ve Mahmut’un kırmızı derisinden süzülen ışığıyla birleşti. Velhasıl bir şeyler düşünmeliydim…
49
Beyler, bayanlar, isteksizler ve tatmin olamayan siz gençler. Radyodaki sunucunun az önce bülteninde söylediği gibi: “Bugün olağan dışı şeyler olacak sevgili dinleyici, yağmurluklarınızı hazır tutun ve büyük dairelerin boşluklarından kendinizi bırakmak için şemsiyelerinizi ceplerinizde bulundurun.”
* * *
Saçlarımın her bir telini ince parmaklarımın dokunuşlarıyla düzenledim. Rüzgâra karşı dağılan suratım bu binalara doğru meydan okumaktan yanaydı. Binaların içindeki asansörlerinin sesi, bozuk mekanik bulantılar gibi kulakları inletiyor; ben ve benden olan tüm duygular ise tedirginlik duymaktaydı bu esnada. Bir kahraman gibi kesinlikle değilim. Hatta diyebilirim ki: Korkaklık adımlarıma birer çelme takıyor ama yılmıyorum da.
Bilenlerin bildiği yere varmak için önümde haftalarca sürecek bir yol var. Varmam gereken yer 102. bina. Tam olarak yalnız başıma geçmem gereken 52 bina olduğu söyleniyor. Velhasıl ben yalnız değilim ki! Mahmut benimle beraber. Ha bu arada sırtımda gördüğünüz içi su dolu saydam çanta Mahmut’un yeni evi. Satıcı adam, bu çantanın oldukça sağlam ve su taşırmaz olduğunu üstüne basa basa söyledi. Ben de ona güvendim. Bu çantaya sahip olmak için, doğduğumdan beri biriktirdiğim tüm değerli parçaları satıcıya vermek zorunda kalsam da, zaten geride bırakmış olabileceğim hiçbir şey pek de beni ilgilendirmiyor artık. Tüm değerlilerimi bu binalarda bırakıyorum ve son kez, “artık umurumda değil” diyorum.
Geçmem gereken onlarca bina ve yüzlercesi daire… Arada gelen soluk soluğa nefesler ve itişen kakışan yığınlar; bunların üzerine hissettiğim kararlılığım gündüz ve geceye karışırken, bazı anlarda ben ve balığım soluklanıyoruz dairelerin tepesinde. Aslında her bir dairenin içinde bambaşka yaşamların olduğunu görmek oldukça garip bir deneyim. İşin en ilginç tarafı ise, apartmanlar arası seyahatteki asansörler kuşkusuz. Bu asansörler hem süper hızlı hem de oldukça tehlikeli. Mahmut’un da benle hemfikir olduğu gibi, şu ana kadarki gelmiş geçmiş en zevkli şey asansörlerde yolculuk yapmak. Asansörler, bizim başka bir apartmanın içine girmemiz için en kestirme ama en tehlikeli yol aynı zamanda. Kıyafetlerimin her bir yanına iliştirdiğim mutfağımın keskin araç ve gereçlerinin bu tehlikeye karşı hazırlıklı olduğunu söyleyebilirim. Seyahatim haftalarca sürecek, eğer ki ölmez ve sağ kalırsam muhtemelen sakallarım omzuma ulaşacaktır. Yolda birçok garipliklerle karşılaşacağıma da eminim. Açıkça söylemeliyim ki size, bu durum beni korku ve beraberinde müthiş bir heyecan duygusuyla şenlendiriyor. Biliyorum ki bilinmezlik en görkemiyle kanıma karışıyor. Korkuyorum ve mutluyum. Annemi de özleyeceğime eminim, her ne kadar sürekli şikayet etsem de dairemi de öyle. Belki biraz kanalizasyonları bile. Lakin kendimi ilk kez yaşayan, üreyen, paylaşılan bir şeylerin içinde hissediyorum. Bir serüvenin içinde. Bu sefer dışardan bakmadan, bilakis tam merkezindeyim. Belki de istediğim yerlere, özgürce özgürlüğe kapılabilirim bu sefer.
Öylesine büyülü ki bu binalar. Yüzlercesi önümde yollarıma serilmiş, balığım ve bana hayranlıkla bakmakta olan, havası karanlık dolu atmosfer… Belki de ilk kez idrak ediyorum. Gece buz gibi ve her bir boşluğuma iliştirdiğim çatal ve bıçaklar bilenmiş, beni korumaya kararlı; bense ölmemeye istekliyim. Yeni şeyler tanımaya, şarkı söylemeye ve anlamaya, biraz anlatmaya ve gerçekten bu duyguları yaşamaya da. Kim bilir belki bu yolculuğum boyunca, içinizden birileriyle karşılaşabilirim. Bu yolculuk hakkında yüzlerce şey konuşabiliriz.
Ben ve balığım binalar boyu yürüyoruz, tahmin dahi edemeyeceğimiz dairelerin içine girip çıkıyoruz. Renkler artık gri değil, her şeyin renginde ve aynı zamanda hiçbir şeyin. Tam anlamıyla eğlenceli, yorucu, tehlikeli ama aslında sadece biz gibi. Nihayet hem özgür hem de hayat dolu hissediyoruz; ben, balığım ve bizden olan yüzlercesi.
Merhaba
Tuhaf bir öyküydü. Anlattığı dünyayı zihnimde canlandırmakta zorlandım. Sonra, bunu bir metafor olarak alıp okumaya devam ettim ki sanırım bu doğru bir karardı. Seçkide bu ay çok fazla ‘’yeni şeyler deneyen, tuhaf diyar öyküleri’’ne denk geldim ve sanırım ben biraz fazla klasik kafada kalmışım.
Özellikle başlarda diyarı anlamakta zorlandığım için bazı sekanslarda pek bir şey hisseemedim. Mesela, yatay binalar ve onların tehlikeleri… Oraya girersem ne olurdu? Oraya kimler giriyordu? Maalesef hiçbiri yok bende.
Gene de, sonlarda çıkılan o yolculuk ve o civardaki betimlemeler bana o karakteri bir gün bizim apartman çöplüğümüzde görebileceğimizi söylüyor. Ben de zamanında masmavi olan ama artık griye boyalı bir çöp yığınında yaşıyorum. Ve, eminim, pek çoğumuz da.
Öyküde sağa sola dağılmış birkaç anlatım bozukluğu vardı ama dert edecek oranda değildi. O kadar sorun her metinde olur.
Yanardağ bahsi bu öyküye sonradan eklemlenmiş gibi. Mekaniğini, neyi nasıl yaptığını, neden ‘’yanardağ’’ olarak adlandırıldığını pek çıkartamadım.
Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Merhaba Selçuk Gökhan:slightly_smiling_face:
Öncelikle çok teşekkür ederim, okuduktan sonra, bir de üstüne bir şeyler yazdığın için.
Evet yazıyı neredeyse bilinç akışıyla yazdım bile diyebilirim. Bazı şeylerin tam olarak bir karşılığı yok. Ya da benim zihnimde tanıdık kavramlar olduğu için, ben başka birine yabancı gelebileceğini düşünemedim. Mesela yanardağ olayını, şöyle düşünmüşüm ( şu an yazarken fark ediyorum Yanardağından lav çıkar, lav canlıları eritir. O zaman yanardağ kötüdür. Yapıştır merkeze yanardağını Dediğin gibi tamamen metaforik aslında.
Dediklerinin çoğuna katılıyorum. Tam olarak bittiğini de söyleyemem öykünün. En azından böyle bir diyarın kurallarını belirlediğimi söyleyemem. Fazlasıyla açık. Bu nedir, neden oldu gibi sorular sorulduğunda, öyküyü hemencecik terk etmek de olası sanırsam.
Bu arada ben kısa şeyler yazmayı pek de beceremiyorum. Bu öyküleri yazarken de biraz antreman gözüyle bakıyorum. Öykü yazmak cidden oldukça zormuş
Tekrar teşekkür ederim, değer verip eleştiri yazdığın için. Ben de okuyacağım senin öykülerini.
Feroand’a kısmen katılarak bir Åeyler söylemek istedim.
Ben öyküyü beÄendim. Edebi açıdan çok deÄerlendirme yapmak istemiyorum, benim yerime yapacak onlarca yazar vardır, ben iÅin duygu ve kurgu kısmıyla ilgileniyorum. Bana karakterin duygusu kesinlikle geçti ve yolculuk temasını sevdim. Bence her Åeyi detayı detayına anlamlandırmamıza gerek yok. Seçki’yi bir süredir takip ediyorum ve bu platformun eksik gördüÄüm yerlerinden biri bu. Herkes her Åeyi en ince detayına kadar anlamak istiyor. Bence önemli olan bize nasıl hissettirdiÄi. SıkıldıÄım nokta cümlelerde kullandıÄınız deÄiÅik anlamlar oldu. Bana çok geldi diyeyim. Åunun gibi:
Bu tarz cümleler çoktu. Tercih meselesi. Bazı okurlar bunu sever bazıları sevmez, yani doÄru yanlıŠgibi bir durum yok. Elinize saÄlık. Yatay binalar hoÅuma gitti. Öykünün geneli bana bir bilgisayar oyununu anımsattı.
Sağ ol güzel yorum için.
Bu öykünün dili, cümleleri biraz tuhaf bir biçimde şekillendi. Hak veriyorum.
Ne anlattığından çok, biraz da ne hissettirdiği benim için önemliydi.
Sorular sorulduğunda belki de tam olarak net bir cevabı yok hikayenin. Bu yüzden de, ‘‘bu neydi şimdi’’ hissiyatı oluşturabilir. haklılar
Tekrar teşekkürler ayrıca, okuyup , üstüne üşenmeyip yorum yazdığınız için.
https://www.instagram.com/p/Btddjz8ARfZ/
Bu öykü için çizdiğim bir illüstrasyon. Burada da paylaşayım dedim.