Yürüyordu. Ne zamandır yürüdüğünü ya da nereye gittiğini bilmiyordu. Tek bildiği şey yürümeye devam etmesi gerektiğiydi. Cebindeki pusulayı çıkarıp göz hizasına kaldırdığında normalde kuzeyi göstermesi gereken ibrenin bir pervane misali hızla dönmekte olduğunu gördü. “Hiç şaşırmadım.” dedi bezgin bir sesle. Pusulanın kavşaklar haricinde düzgün çalıştığını hiç görmemişti zaten. Sıkıntı ile iç geçirip pusulayı tekrar cebine attı ve adımlarını sıklaştırdı. Orta yaşlarda, en fazla 35 yaşında bir adamdı Azmi Dağdelen. Uzun boyluydu ve yakışıklı sayılabilecek yüz hatlarına sahipti. Üzerinde sade bir beyaz gömlek ve açık renk bir kumaş pantolondan başka hiçbir şey yoktu. Bir de cebindeki pusula tabii… Pusulayı nereden aldığını hatırlamıyordu Azmi. Ya da buraya nasıl geldiğini ve buranın neresi olduğunu da… Hatırladığı tek şey onu bulması gerektiğiydi, yani tek aşkını…
Kadının kim olduğu anımsamadığı diğer şeyler arasındaydı. Adı neydi, nerede yaşardı, onunla nasıl tanışmıştı hiçbir fikri yoktu. Tek bildiği onu deli gibi sevdiğiydi. Kadının yüzünü zar zor anımsamasına rağmen o bulanık görüntü bile kalbinin hızlı hızlı atmasına neden oluyordu. Onun da bir şekilde buralarda bir yerde olduğunu biliyordu. Bazen bunu tüm benliği ile hissediyordu çünkü. Sanki o da onu arıyor, ona bakıyor fakat bir türlü yanına gelmiyordu. Belki de gelemiyordu, kim bilir? Bildiği bir başka şey ise ondan asla vazgeçmeyeceğiydi. Onun adı Azmi Dağdelen’di, o asla vazgeçmezdi. Tabi önce buradan kurtulması gerekiyordu. Burası her neresiyse… Sahi neresiydi burası?
Önce üzerinde yürüdüğü taş yola baktı. Aslında buna yol demek tam doğru olmazdı. Daha çok devasa boyutlardaki kocaman kayaların yan yana dizilmesi ile oluşmuş ilkel bir köprü gibiydi çünkü. Kayaların üst yüzeyi oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Ama alt kısımlarında pek çok sarkıt ve sivri uç bulunuyordu köprünün. Bunu etrafında gördüğü diğer taş yollara bakarak keşfetmişti Azmi. Kimisi metrelerce üstünde, kimisi kilometrelerce altında, kimisi sağında kimisi solunda pek çok taş köprü ile karşılaşmıştı yürürken gökyüzünde. Evet, gökyüzünde… Çünkü etrafında uçsuz bucaksız gökyüzünden başka hiçbir şey yoktu. Gökyüzü ve taş köprüler… Kendi yürüdüğü yol da gökyüzünde süzülen bir başka köprüydü sadece. “Acaba az önce bu yollardan birini üzerinde miydim?” diye düşündü kim bilir kaçıncı kez.
Etrafı garip bir sis bulutu ile kaplıydı ve on metre ötesinden sonrasını göremiyordu. Sis bazen kırmızı, bazen yeşil bazen ise Azmi’nin daha önce hiç görmediği renklere bürünüyor, sürekli renk değiştiriyor, bir canlı gibi adamın etrafında dönüp dolanıyordu. Durdu ve daha önce defalarca yaptığı gibi aşağıya, sisin derinliklerine baktı Azmi. Çok uğraşmasına rağmen taş köprülerden başka bir şey göremedi yine. Bu kez zemini görebileceğini umuyordu oysa. Buranın bir zemini varsa elbette… Orada öylece dururken etrafındaki sisin kendisini daha da fazla sarmaladığını ve görüşünün hafifçe kararmakta olduğunu hissetti.
“Vazgeç… Uzan… Dinlen…” diye fısıldıyordu bir ses kulaklarına.
“Hadi oradan!” dedi adam, bir eliyle omzuna atılan bir kolu uzaklaştırırmış gibi yapıp etrafına dolanan sisi uzaklaştırarak. “Benim adım Azmi Dağdelen, ben asla vazgeçmem!”
Bir kez daha adımlarını sıklaştırarak yürümeye başladı.
Bir müddet sonra bir dört yol ağzı ile karşılaştı. Tıpkı daha önce de defalarca olduğu gibi… Elini cebine atıp bronz renkli pusulasını çıkardı ve “Haydi bakalım sadık yardımcım, senin sıran.” diye mırıldandı kendi kendine. Kavşağın tam ortasına ilerledi ve pusulasını göğüs hizasına kaldırarak beklemeye başladı. İlk başlarda pusulan ibresi tıpkı daha önceki gibi fıldır fıldır dönüyordu. Fakat kısa süre içinde dönüşü yavaşlamaya başladı, ardından ani bir hareketle sağ tarafı gösterecek şekilde durdu.
“Sağa o halde…” dedi adam ve pusulayı cebine atıp o yöne doğru ilerlemeye başladı. Tıpkı daha önce de defalarca olduğu gibi…
***
Bir süre sonra etrafındaki renkli gökyüzü giderek kararmaya ve siyahın tonlarına bürünmeye başladı. “Bunu sevmedim.” diye homurdandı. Daha önce de gökyüzünün çeşitli renklere girdiğine şahit olmuştu elbette ama siyaha dönüştüğünü hiç görmemişti. Etraf iyice kararıp göz gözü görmez olurken Azmi orada durmuş tetikte ve gergin bir şekilde etrafına bakınmaktaydı. Bir şeyin gelmekte olduğunu hissediyordu. Derken tam arkasında bir ses duyuldu.
“Neden vazgeçmiyorsun insan?”
Uzun zamandır ilk kez birisinin konuştuğunu duyuyordu Azmi. Ses bu kadar çirkin ve hırıltılı olmasa bunu duyduğuna sevinebilirdi aslında. Ama tam ensesinin dibinde vahşi bir hayvanın hırıltısını andıran bir ses duymak pek de sevindirici bir deneyim değildi doğrusu. Yavaş ve temkinli bir biçimde arkasına döndü ve kendisi ile konuşan şey ile yüzleşti Azmi. Karşısındakinin –ne– olduğunu gördüğünde ise bunu yaptığına pişman oldu.
Yaklaşık üç metre boyunda, baştan aşağı siyah kıllarla kaplı devasa bir iblisti karşısındaki. Belden aşağısı bir at gövdesi gibiydi. Toynaklı ayaklara, kaslı bacaklara ve uzun bir kuyruğa sahipti. Kuyruğunun ucu alev alev yanıyordu. Vücudunun üst kısmı ve kolları ise bir insan bedenini andırıyordu. Eğer bu kadar kıllı ve kalın kollu bir insan varsa elbette… Kırmızının uğursuz bir tonu ile pırıl pırıl parlayan gözlerini ve zalimce sırıtan geniş ağzını saymazsanız kafasını bir boğa başına benzetebilirdiniz. Kurumuş kanla kaplı ve uçları birer meşale gibi alev alev yanan aşırı uzun boynuzlara sahip bir boğanın başına… İblis, havada süzülen bir başka kaya parçasının üzerinde çömelmiş bir vaziyette duruyor ve parlayan kızıl gözleriyle kendisini süzüyordu.
“Neden hâlâ devam ediyorsun?” diye sordu iblis tekrardan, o hırıltılı sesiyle. Konuştuğunda ağzından çıkan sıcak ve pis koku Azmi’nin yüzüne çarptı ve adamın geriye doğru sendelemesine neden oldu.
“N-Ne… Neden bahsediyorsun sen?” diyebildi en sonunda, kendini konuşmaya zorlayarak.
“Arayışından bahsediyorum insan. Neden vazgeçmiyorsun? Buradan çıkış olmadığını görmüyor musun?”
“B-ben… Ben asla vazgeçmem!” diye yanıtladı Azmi.
“Ah, evet edersin. Senden önce gelenler de böyle söylemişlerdi ama hepsi çoktan vazgeçti. Hem de senden çok daha kısa bir sürede. Oysa sen hepsinden daha dayanıklı çıktın. Hâlâ inatla aramaya devam ediyorsun. Neden?”
“Çünkü ben hayatım boyunca hiçbir şeyden vazgeçmedim ve hep istediğimi aldım. İnatçı biriyimdir, hem de çok.”
“İnat sevdiğim bir huydur ölümlü. Özellikle de kavgalara ve anlaşmazlıklara sebep olduğu sürece. Fakat inadın burada işe yaramaz. Bırak artık, vazgeç. Eninde sonunda salonlarımdaki diğer esir ruhların arasına katılacaksın.”
“Asla!” diye bağırdı Azmi, ne zaman birisi kendisini bir şeylerden vazgeçirmeye çalışsa takındığı o inatçı ve asabi haline bürünerek. “Asla kölen olmayacağım! Ne de sevgilimi kölen olarak bırakacağım! Göreceksin, onu bulacağım ve ikimizi birden buradan çıkaracağım!”
“İkinizi mi?” diye sordu iblis. Sonra da gürültülü bir kahkaha attı. Kahkahası gök gürültüsünü andırıyordu. “İkinizi demek? Hâlâ anlamadın değil mi?”
“Neyi anlamadım? Hem burası da neyin nesi?”
İblis cevap vermek yerine sadece pis pis sırıtmakla yetindi.
“Sanırım seninle daha özel olarak ilgilenmem gerekecek.” dedi ardından. “Eğlenceli olacak.” Sonra da altındaki kaya parçası ile uçarak uzaklaşmaya başladı.
“Hey, buraya gel seni aşağılık! Burası neresi, neredeyim ben? O nerede?” diye bağırdı Azmi onun ardından. Fakat iblis oralı bile olmadı. Azmi bir müddet daha gökyüzüne doğru bağırmaya ve küfürler savurmaya devam etti. En sonunda yorulup bezgin bir şekilde olduğu yere çöktü. Etrafındaki sisler hemen onu sarmalayıp kulağına caydırıcı sözlerini fısıldamaya başladılar; “Vazgeç… Unut… Uzan, rahatla…”
Azmi kaşlarını çatıp çöktüğü yerden kalktı ve tekrar yürümeye başladı.
***
İblis gittikten sonra gökyüzü tekrar eski, renkli haline dönmüştü. Azmi saatlerdir yürüyordu. Yoksa günler mi geçmişti? Belki de sadece dakikalar… Gecenin ve gündüzün olmadığı bu yerde bunu kestirmek zordu. Neyse ki bu yerde yorgunluk, açlık ya da susuzluk gibi şeyleri de hissetmiyordu. İlk başlarda bu biraz garip gelse de aramaya devam edebildiği sürece buna itirazı yoktu. Derken bir yol ayrımına daha geldi Azmi. Pusulasını tekrar cebinden çıkardı ve ibrenin hangi yönü göstereceğini beklemeye başladı merakla. Bu kez sol tarafı gösteriyordu pusula. Azmi pusulayı cebine geri koyarken “Bu minik şey yanımda olmasa ne yapardım bilmiyorum doğrusu.” diye düşünüyordu kendi kendine.
Derken tam arkasından “Hey, minik!” diye bir ses duydu. Refleksif olarak hemen o yöne döndü ve taştan bir köprü yerine karanlık bir sokak arası ile karşılaşınca afallayıp kaldı.
“Hayal görmeye başladım galiba.” diyerek ellerini yumruk yapıp gözlerini ovuşturdu. Fakat gözlerini tekrar açtığında hâlâ o sokak arasına bakmaktaydı. Tuğla duvarlar, yarısı sökülmüş eski afişler, bir yanıp bir sönen arızalı sokak lambası ve büyükçe bir çöp konteynırı… Hepsi de oldukça gerçekçi duruyordu. Yavaş adımlarla çöp konteynırına yanaştı ve çekinden bir şekilde elini yüzeyinde gezdirdi. Gerçekti. Soğuk ve pis kokulu…
“Hey minik! Ne o? Ait olduğun yere mi dönmeye çalışıyorsun yoksa?” diye seslendi az önceki ses yeniden. Omzunun üzerinden geriye baktığında sokağın başında duran birinin karanlık siluetini gördü. Gözlerini kısarak o yöne döndüğünde karanlık siluet de ona doğru yaklaşmaya başladı.
“Beni hatırlamadın mı minik?” dedi siluet.
“Sen de kimsin ve neden bana minik deyip duruyorsun?” diye yanıt verdi Azmi. Fakat ağzından çıkan sesle irkiliverdi. Sesi küçük bir çocuk gibi çıkmıştı çünkü. Ellerine baktı ve küçük birer çocuğa ait iki minik el gördü. “Hey! Neler oluyor?” dedi şaşkınlıkla.
“Demek beni hatırlamıyorsun?” dedi siluet, sanki Azmi hiçbir şey söylememiş gibi konuşmasına devam ederek. “Çok yazık… Neyse ki ben anılarımızı tazelemek niyetindeyim minik.”
Siluet gölgelerden sıyrılıp sokak lambasının aydınlattığı kesimlere geldi ve Azmi o anda karşısındakinin kim olduğunu hatırladı. Küçük bir çocukken onu döven ve değerli tüm eşyalarını çalan hırsızdı bu. Gerçi yüzü biraz deforme olmuştu ve teni hafif mavimsiydi. Kafasındaki şeyler minik birer boynuz muydu? Gözleri de yeşil bir ışıkla parıldıyordu sanki. Ayrıca adamın bu kadar iri bir vücudu olduğunu hiç mi hiç hatırlamıyordu Azmi. Gerçi 6 yaşındaki bir çocuğa tüm yetişkinler biraz büyük görünüyor olmalıydı ama adam yine de gereğinden fazla iriydi işte.
“Bu saatte yatağında olman gerekmiyor mu minik?” dedi hırsız, tıpkı yıllar önce olduğu gibi.
Azmi korku ile yutkundu, bundan sonra gelen kısmı çok iyi hatırlıyordu.
“Görüyorum ki beni hatırladın.” diye sırıttı adam keyifle. “Şimdi seni öldüresiye dövmem, her şeyini almam ve seni o konteynıra tıkmam gereken kısımdayız.” diye devam etti kıkırdayarak. “Ama… Bu seferlik, sadece bu seferlik bir istisna yapabiliriz.”
“N-neymiş o?” diye sordu küçük Azmi.
“Bu kez seni görmezden gelebilirim. Eğer hemen şimdi evine dönersen…” dedi hırsız bir elini tuğla duvarlardan birine doğru uzatarak. “Ve yatağına uzanıp uyursan…” diye devam etti sözüne, tuğlalar otomatik kapı misali gürültülü bir şekilde yana kayarak açılır ve bir yatak odasını gözler önüne sererken.
“Beni dövmeyecek misin yani?” diye sordu Azmi, korku ve şaşkınlıkla.
“Hayır. Tek istediğim yatağına dönmen.”
“Yatağıma?”
“Yatağına… Uzan ve dinlen. Vazgeç.”
“Vaz mı geçeyim?” dedi Azmi. Sonra kaşlarını çatarak “Ama ben… Ben asla vazgeçmem!” dedi öfkeyle. “Şimdi anlıyorum. Sen o hırsız falan değilsin, sen az önceki iblissin!” O bunları söyler söylemez karanlık sokak arası anında kayboldu ve kendini yeniden taş köprünün üzerinde buldu. Karşında ise ne bir iblis ne de bir başkası vardı fakat gökyüzünden bir yerlerden çok eğlendiği belli olan iblisin kıkırdamaları duyuluyordu.
“Seni aşağılık!” diye homurdandı Azmi, “Neredeyse beni kandıracaktı.” Bedeninin tekrar eski haline döndüğünü gördü ve “Böylesi daha iyi.” diye mırıldandı kendi kendine. Ardından bir kez daha yürümeye devam etti.
***
Çok geçmemişti ki bir dört yol ağzı ile daha karşılaştı. Pusulasını tekrar çıkardı ve aletin gösterdiği yönde ilerlemeye devam etti. O sırada izleniyormuş gibi bir hisse kapıldı. Bunu daha önce de hissetmişti. Sevdiği kadının gözleri şu anda ona bakıyor ve onu seyrediyordu. Bunu iliklerine kadar hissediyordu. Kalbi heyecan ile güm güm atarken gökyüzüne baktı ve “Neredesin aşkım?” diye sordu.
“Neredeydin Azmi?” diyen bir ses duydu az ötesinden. Bakışlarını o yöne çevirdiğinde sallanan sandalyede oturan yaşlı bir kadın ile göz göze geldi.
“Seni çok merak ettim.” dedi kadın.
“Anne?” dedi Azmi şaşkınlıkla. “Gerçekten de sen misin?”
“Benim elbette. Neden şaşırdın ki oğlum?” dedi yaşlı kadın.
“Hayır! Sen annem olamazsın, bu sadece bir kandırmaca.” dedi Azmi.
“Bak şimdi… İnsan annesini tanımaz mı yavrum? Üzüyorsun beni ama.” dedi kadın küskünlükle. Kadını böyle üzgün görmek Azmi’nin içini sızlatmıştı.
“İyi de… Burada ne işin var anneciğim?”
“Burada ne işim mi var? Evimizdeyiz ya oğlum, başka nerede olacaktım ya?” diye sordu yaşlı kadın. Şaşkınlıkla etrafına bakan Azmi gerçekten de evlerinde olduklarını gördü hayretle. Mobilyalar, eşyalar ve her şey tıpkı hatırladığı gibiydi.
“Yoksa beni evden mi atacaksın?” diye sordu kadın. “Makbule teyzene yaptıkları gibi beni de huzurevine mi kapattıracaksın?”
“Olur mu hiç öyle şey anneciğim.” dedi Azmi kadının yanına gidip diz çökerek. Kadın şefkatle oğlunun başını okşadı. Tıpkı her zaman yaptığı gibi…
“Ah Azmim ah… Beni görmeye eskisi kadar gelmiyorsun artık. Eskiden daha sık gelirdin, ben de sana kek yapardım. Hatırladın mı?”
“Hatırlamaz mıyım anneciğim. Ne de güzel olur senin kekin.”
“Küçüklüğünden beri çok seversin zaten.” dedi gülen kadın. “Solgun görünüyorsun, hasta falan mısın yoksa?
“Ben… Sadece biraz yorgunum hepsi bu.”
“Neden biraz dinlenmiyorsun o zaman. Uzan şöyle divana.”
“Hayır, olmaz. Yoluma devam etmem gerek.”
“Ne yolu oğlum? Evdeyiz işte. Biraz dinlen, uzan, uyu…”
“Bitirmem gereken işler var anne.”
“İşler bekler oğlum. Bugünlük yeter, ara ver biraz.”
Azmi kaşlarını çatarak kadına baktı. “Her zaman “Bugünün işini yarına bırakma” derdin, şimdi ne oldu?” diye sordu.
Kadın “Şey… Öhöm… Her zaman öyle demezdim canım.” dedi biraz bocalayarak. “İnsan bazen bazı şeylerden vazgeçmeli.” diye ekledi ardından.
“Annem hiçbir şeyden vazgeçmememi de öğütlerdi!” dedi ayağa kalkan Azmi.
Kadının ifadesi önce şaşkınlığa sonra öfkeye dönüştü, ardından kendinden emin bir şekilde gülümsedi. Gülerken gözleri kızıl bir parıltı ile parlamaya, kafasının yan taraflarından ise boynuzlar çıkmaya başladı. Yine o iblisti bu.
“Bravo ölümlü.” dedi iblis, her zamanki hırıltılı sesiyle. “Beklediğimden dayanıklı çıktın ama daha bitmedi. Şunu bil ki ben de asla vazgeçmem. Eninde sonunda ruhun benim olacak.” diye devam etti. Sonra da bir anda ortadan kayboldu. Onunla beraber ev ve içindeki eşyalar da kaybolmuştu. Sanki hiç olmamışlar gibi… Hoş, belki de gerçekten de hiç olmamışlardı. Kendini yeniden taş köprü üzerinde bulan Azmi yumruklarını sıkarak gökyüzüne salladı ve “Kim vazgeçmeyecek göreceğiz!”diye bağırdı öfkeyle.
O sırada sevgilisinin kendisini seyreden gözlerini tekrar üzerinde hissetti. “Merak etme aşkım. Seni bulacağım ve ikimizi de buradan kurtaracağım. Senden asla vazgeçmeyeceğim, asla!” dedi kendi kendine. Sonra sıkıntı ile iç çekti ve yürümeye devam etti. Merak edecek bir şey yoktu, pusula kendisine doğru yolu gösterirdi.
***
Yeşil gözlü, sarışın bir kadın oturmuş, önünde duran küçük kutunun içine bakıyordu. Dikdörtgen şeklindeki kutu oldukça garip desenlere sahipti ve kemik motifleri ile süslenmişti. Tam ortasında ise boynuzları olan irice bir kafatası işlemesi vardı. Kadın kutunun içindeki bir şeye dikkatle bakıyor ve kafasını memnuniyetsiz bir biçimde sağa sola sallıyordu.
“Ne o? Seninki hâlâ vazgeçmedi mi?” diye sordu odaya yeni giren kumral bir kadın.
“Hayır, hâlâ aramaya devam ediyor. O kadar inatçı ki…”
“Sana erkek arkadaşlarını seçerken daha dikkatli olmanı söylemiştim.” diye güldü kumral kadın.
“Ne bileyim ben bu kadar inatçı olacağını? Gerçi erkeklerin çoğu böyle… İlişkimiz bitti dediğinde bittiden anlamıyorlar bir türlü.” diye yanıtladı sarışın olan.
“Nihayet anladın.” dedi kumral olan gülerek. “Dört yüz yaşındaki biri için biraz geç oldu ama…”
“Ben üç yüz doksan yaşındayım bir kere!”
“Her neyse… Bu kaçıncı erkek hayatım? Çıktığın her erkeği kutuna hapsediveriyorsun neredeyse.”
“Yapışık erkeklerden kurtulmanın daha kolay bir yolu varsa hemen söyle. Hem iblisimin de eğlenceye ihtiyacı var. En azından senin gibi ejderhama yem etmiyorum.”
“O bir istisnaydı!” dedi kumral olan.
“Eh, benimkiler de bir istisna o zaman.” dedi sırıtan kadın. “Her neyse…” diye devam etti kutuyu kapatarak. “O pusula elinde olduğu sürece her zaman yanlış yöne gidecek nasıl olsa. Dışarı çıkalım mı? Bu gece kendime yeni bir sevgili bulasım var.”
“Delisin sen.” dedi kumral olan gülerek ve iki kadın süpürgelerine binip gecenin karanlığına doğru uçarak uzaklaştılar.
🙂 Çok güzel, ellerine sağlık İhsancım. Giderek fantastik edebiyatı daha da çok sevmemi sağlıyorsun, sağlıyorsunuz diyeyim. Kayıp rıhtımdaki diğer arkadaşların da bunda etkisi oluyor.
Bir Cadı hikayesi okudum. Çok da keyifle okudum ve yine hiç ummadığım bir sonla bitti, bu da en keyifli olan kısmı.
Tekrar ellerine, emeğine sağlık …
Çok güzeldi bu mit.. Azmi Dağdelen… Vazgeçmeyen adam! Okudukça, en sonunda, şeytan, Azmi’nin karşısına sevgilisi olarak çıkacak ve onu kandıracak diye tahmin ettim ama meğerse şeytan olan kadınmış =) İblisini, sevgilileriyle besleyen bir cadı… Çok güzel, özgün ve tam istediğim gibi, sonunu okuyana bırakan bir öykü.. Bence Azmi, kadının, “Pusula nasıl olsa onu yanlış yöne götürecek” dediğinde bunun da bir kandırmaca olduğunu düşündü ve pusulanın gösterdiği yerlere gitti ve sonunda bir şekilde kadının kutusuna hapsoldu. 🙂
eline sağlık yine özgün bir kurgun daha 🙂 kendimi azmi’nin yerine koyunca psikolojim bozulcak gibi oldu 🙂
Sıkı betimlemeleri ile oldukça gerçekçi bir öyküydü.Okuyucunun senaryoya dair bütün tahminlerini boşa çıkaran kurgunuz da cabası.
Kelime oyunları ile süslenmiş (Azmi Dağdelen =)), sürükleyici bir öykü daha okuttunuz bizlere.
Ellerinize sağlık =)
çok güzel olmuş ya.. ilk başta klişe bir öykü gibi gelmişti.ama devamında hiç de öyle olmadığını gördüm. 🙂 şaşırtıcı bir sonla bitti 🙂 eğlenceliydi okumak..
” kaleminize sağlık 🙂 ”
başarılar…
Evet epey eğlenceli bir öyküydü. Aslında okumadan önce hata yapıp sonuna bakmış olsam bile şaşırtmayı başardınız beni. Hikayeye gelirsek karakterimizin inatçılığı epey hoşuma gitti doğrusu. Gerçekçilik zaten tavan yapmıştı ve öykünün uzunluğu da gayet tadındaydı. Hatta bir ara Azmi Bey için gerçekten üzüldüm. Sonuçta dipsiz bir kutunun içine kapatılmak hoş bir deneyim olmamalı.
Hikayenizle yaşattığınız keyif için teşekkürler. Ellerinize ve kaleminize sağlık 🙂
@ animania: Teşekkürler dostum. Fantastik edebiyatı sevmeye başlaman benim için büyük mutluluk. Bunda hikayelerimin de payı varsa ne mutlu bana. Doğruyu söylemek gerekirse bunu yazarken aklımda olan iki şey vardı, başı ve sonu. Geri kalan her şey yazarken ortaya çıktı 🙂 Sevgiler…
@ FreshBlood: Hikayelerde bazı yerleri bilerek boş bırakmak ve bazı yerleri okuyucunun hayal gücüne bırakmak oldukça hoşuma giden bir şey 🙂 Bunu da Fırtınakıran’dan öğrendim diyelim 😉 Sevgilisini karşısına çıkartmayı ben de düşündüm aslında ama daha sonra hikayenin sonu ile uyumlu olabilmesi açısından vazgeçtim. Teşekkürler…
@ aLpgiRay^: Sağolasın, beğenmene sevindim 🙂
@ berre: Okuyucuları şaşırtmak biz fantastik sever kitlenin sevdiği bir özellik herhalde 🙂 Her yazdığımız yazıda şaşırtmaya, her okuduğumuz hikayede de şaşırtmaca görmeye çalışıyoruz. (Bkz: Malkavian’ın son öyküsü 🙂 ) Çok teşekkürler…
@ mediha: Çok teşekkürler. Sonunu saymazsak klişe bir öykü olduğunu söyleyebiliriz aslında 🙂 Okuduğunuz ve yorumladığınız için çok sağolun.
@ black_helen: Hmmm… Sonunu önceden görmeniz üzücü olmuş. Yine de okurken keyif aldıysanız ne mutlu bana. Azmi için üzülmeyin, onda bu inat varken ne kutu dayanır onu hapsetmeye ne de dağ 🙂