I
Eylül sonuna doğruydu. Sezon birkaç hafta önce bittiğinden yazlıkçıların çoğu yaşadıkları yere dönmüşlerdi ve ben yıllık iznimi adanın bu en güzel zamanlarına denk getirmiştim. Kalabalığın ve kaosun değil, dalga sesinin ve sakinliğin hâkim olduğu bir adaydı artık burası.
Yeteri kadar dinlenemediğim, aklımın bir köşesinde her zaman iş olan birkaç günün ardından annem ve teyzemlerin bir süreliğine adadan ayrılmaları gerekti. Geçtiğimiz sene ufak çaplı bir hırsızlık vakası yaşadıkları için (ki bu olay muhtemelen kışın, herkes kilometrelerce uzaktayken olmuştu) evlerini yalnız bırakacak olmak teyzemleri huzursuz etmişti. Yerleşimin baskın olduğu bir yer olsa o kadar dert edilmezdi, ama bu ev kıyıya yakın bir tepede, sadece üç beş diğer evle birlikte dikildiği için bu mevsimde çevresi epeyce tenha oluyordu. Anlık bir kararla, çocukluğumun en belirgin hatıralarını saklayan evde onlar yokken seve seve kalabileceğimi söyledim. Teyzem de elbette hoşnut olarak kabul etti.
Ertesi sabah annemi, teyzemi ve eniştemi iskelede uğurlamaya gittiğimde evin anahtarını aldım. Bir günlüğüne gidiyorlardı ama işleri uzayabilirdi; öyle bir halde istediğim kadar kalabileceğimi de ekledi feribota binmeden hemen önce. Sonrasında babamla birlikte eve dönüp kahvaltı ettim ve eşyalarımı alıp tepedeki eve doğru yola koyuldum.
Üç katlı yeşil evin bahçesine açılan iki kapısı vardı. Teyzemden aldığım anahtar evin yan cephesindeki ufak bir avluya ve bitişiğindeki ahşap verandaya açılan, üzerinde bir ark bulunan dökme demir parmaklıklı kapıyı açıyordu. Üzerinde kapı açılıp kapandıkça ses yapması için asılmış bir çan ile gelip geçenlerin içeriye bakmasını az da olsa engelleyebilmek için koyulmuş iki sac panel vardı. Kilidi açıp içeriye girdikten sonra hemen bahçe kapısını içeriden kilitledim ve eşyalarımı bırakıp biraz su içmek üzere içeriye girdim.
Evin ahşap kapıları, gölgelikleri, rafların bir kısmı ve pencereleri çocukluğumdakinin aynıydı. Yerdeki bej parkeler, üst kata çıkan mermer merdivenler, nasıl çalıştığını anlamakta hala biraz güçlük çektiğim her iki taraftan da açılıp kapanabilen ışıklar… Biraz daha kendimi kaptırsaydım muhtemelen küçüklüğümde çalan şarkıları televizyonda duyacak, o zamanlar şimdiki gibi üzerinde parmaklıklar olmayan duvarların üzerinde oyuncak arabalarımı gezdirecek, evdekilerin uyanmasını beklerken kumsala kadar inip üstümü başımı ıslata ıslata oynayacaktım.
Çaydanlığa taze çay ile biraz tomurcuk koyup kaynamaya bıraktıktan sonra tamamen bana kalan evi ufakça bir turladım. Uyumam için kuzenimin ön cepheye bakan odasını hazırlamışlardı. Ufak su şişemi ve telefonumun şarj kablosunu çantamdan çıkarıp hepsini buraya, yatağın yanına bıraktım. Birkaç dakika sonrasında rutin turumu tamamlamış, bahçedeki çardakta çayımı içerken bir yandan da bilgisayarımla çalışıyordum. Gündüz olmasına rağmen, gün batımını izlemek üzere çalışmaya ara verene kadar yalnızca beş altı kişi geçmişti yoldan. Artık adaya her gelişimde içten içe aradığım şey çocukken geldiğim tatiller değil, sadece şu anki sükût ve huzurdu. Bu nedenle, adanın şu tenha hali de en az teyzemlerin evindeki hatıralarım kadar huzur veriyordu.
Üçüncü çayımı bitirip güneşi batırdıktan sonra aniden bir esinti çıktı, ben de yavaş yavaş toparlanıp içeriye geçtim. Kapıdan girer girmez sağdaki mutfağa yönelip bardağım ile birkaç dilim börek atıştırdığım tabağı yerlerine koydum ve mutfağın karşısına denk gelen salondaki koltuğa kuruldum.
Hava karardıkça rüzgârın şiddeti artıyor, havadaki pus dağılıyor ve yıldızlar pencerelerdeki güneşliklere rağmen tek tük seçilebilir hale geliyordu. Bir ara karşıdaki koltuğun üzerine gittikçe belirginleşen beyaz bir ışığın, Ay ışığının vurduğunu fark ettim. Yerimden kalkıp baktığımda doğudaki tepelerin üzerinde dolunayın muhteşem bir manzara sunarak yükseldiğini gördüm. Bir süre izledikten sonra içimde hissettiğim minik kıpırtı ile bilgisayarda ufak bir beste yapmaya başladım. Daha sonra bu geceyi hatırlayarak tamamlamaya çalışacağım bu müzik eserine, kendi dilime tam olarak çevirmekte zorlanacağım ama çevirecek olsaydım “Ay Işığı Tepesi” diye çevireceğim bir isim verecektim: Moonlit Mountain.
II
Salondaki koltukta uyuyakalmıştım. Kucağımdaki bilgisayarın şarjı bitip, televizyonun ise zamanlayıcısı devreye girip kapanmıştı. Ay epeyce yükseldiğinden dışarıyı her şey seçilecek kadar aydınlatıyordu. Rüzgâr bahçedeki ağaçlardan ve bahçe duvarlarındaki parmaklıklardan uğuldayarak geçecek kadar şiddetlenmiş, kuvvetli bir fırtınaya dönüşmüştü. Bahçe kapısındaki çan durmaksızın çıngırdıyordu. Duvarda ay ışığıyla görebildiğim saate bakınca saatin 10:42 olduğunu gördüm. Bir su içtikten sonra yukarıya, yatağıma geçmeye karar verdim.
Bilgisayarı kenara koyup yerimde doğruldum, boynum tutulmuştu. Kendi kendime yarı uyanık bir halde söylenirken evin içinde bir şeylerin devrilme sesini duydum. Başta rüzgârdan ötürü bahçedeki bir şeylerin uçtuğunu düşündüm ama dışarıdan durmaksızın gelenler gibi boğuk bir ses değil, gayet keskin, kısa ve belirgin bir sesti bu. Tepeden tırnağa ürperdiğimi hissettim; evin içerisinde birisinin olma fikri son derece ürkütücüydü çünkü.
Yavaşça ayağa kalktım, hayal görüp görmediğimi sorguladığımdan o kadar da ciddiye almamıştım bu sesi. Ama sonra bir ses daha duydum; tıkır, tıkır, tıkır, tıkır… bir terlikle yürüme sesiydi bu. Bu sefer tüylerim diken diken olmuş, gözlerim karanlığın da etkisiyle faltaşı gibi açılmıştı. Ses üst kattan, benim normalde uyuyor olmam gereken odadan geliyordu: yukarıda bir şey vardı.
Hiç kesilmeden, hatta sesi git gide daha da yükseliyormuş gibi gelen gürültülerle birlikte, ufak, sessiz adımlarla salondan çıkarak merdivenlerin başına doğru yöneldim. Dikkatimi karanlık merdivenlere verdiğimde yukarıdan onlarca farklı ses geldiğini fark ettim. Birileri yürüyor, zıplıyor, bir şeyleri deviriyor, başka birileri kahkahalarla muhabbet ediyor, bir başkası sessizce ağlıyor… Bir sürüler… Ellerimin ve ayaklarımın korkudan uyuştuğunu, dizlerimin beni taşımakta zorlanmaya başladığını hissettim. Kalbimin atışını kulaklarımın ucunda duymaya başlamıştım adeta. İstemsizce geri geri attığım adımlarla kendimi mutfağın girişinde buldum. Kendimi can havliyle oradan oraya atmamak için zor tutuyordum. Sakin olmalıydım, ama ne mümkün!
Tezgâha nihayet ulaştığımda iki elimle düzgünce destek alarak bir süre öylece durup sakinleşmeye çalıştım. Derin derin ama ses çıkarmadan nefes alıp verirken bir yandan da sesleri dinliyordum. Mutfağın arka penceresinden giren Ay ışığı sayesinde tezgâhın kenarında duran sürahi ve bardağı fark ettim; hemen atılıp su içmek istedim. Bardağı ellerim titreyerek önüme getirdim. Sürahiyi kaldırıp etrafa döke döke bardağı doldurdum. Suyu kana kana içiyor olsam da her bir yudum arasında sanki dakikalar vardı. Odağım hala merdivenin olduğu yöndeydi. Son yudumlarımı alırken seslerden birinin merdivenlerden aşağıya doğru geldiğini duydum. Ben suyu bitirdiğimde adım sesleri de merdivenleri bitirmişti. Artık adeta ensemde bir nefes hissediyordum. Arkamda! Ellerim zangır zangır titreyerek bardağı tezgâha doğru indirdim ama hızını ayarlayamadım…
Bardak tezgâha dokunduğu anda paramparça oldu. Aynı anda, dışarıdan gelen ışık adeta Ay kaybolmuşçasına silinip gitti ve yukarıdan gelen seslerin hepsi kesildi. Fırtına durdu, yapraklar dahi hareket etmiyordu. Salondaki duvar saatinin tik taklarından, kalbimin gümbürtüsünden ve damarlarımdan son hızla akan kanın kulaklarımda yaptığı uğultudan başka hiçbir ses duyulmuyordu.
Biraz cesaretle, biraz da anlamsız bir pes etmişlikle arkamı dönmeye başladım. Bir elim destek almak için hala tezgâhta duruyordu, diğeriyle üzerimdeki tişörtün bir kenarını tutmuştum sıkı sıkı. Gözlerim alışmaya başladığında dışarıda ara ara yanıp sönen, belli belirsiz sarı bir ışık olduğunu ve ortalığı en azından nesnelerin ana hatları seçilecek kadar aydınlattığını fark ettim. Tam olarak döndüm: arkamda bir şey yoktu. Bir iki ufak adım atıp, salonu görebileceğim bir yere geçmiştim ki gözümün ucuna dışarıdaki bir şey ilişti. Hareket ettiğini ve bana baktığını hissedebiliyordum. Yüzümü kaplayan dehşet ile bakışlarımı yavaşça oraya çevirdim. Karanlığın içinde, pencerenin tam önünde simsiyah bir şey, ellerini başına kaldırmış, ağzını ardına kadar açmış, gözlerini bana dikmiş, dehşetle beni izliyordu. Allahım bu ne?! Dizlerim korkuya yenik düşerek beni daha fazla taşıyamadı, gözlerimi dışarıdaki yaratıktan ayırmadan olduğum yere yığıldım. Ben yere düştükten hemen sonra bu yaklaşık iki metrelik gölge yaratık tuhaf bir yakarış kopardı: hhhaaaaıııı! Gözlerini benden ayırmadan geriledi ve bir anda bahçeden dışarıya doğru bağırarak kaçmaya başladı. Sesi git gide boğuklaştı ve sonunda tamamen kayboldu. Parmak uçlarıma kadar buz gibi olmuş, zangır zangır titremenin eşiğindeydim. Hareket edemeden öyle kaldım uzunca bir süre.
III
Nasıl bir şeyin içindeyim ben! Yavaşça yerimde doğruldum ve ayağa kalktım. Dikkatle yukarıyı dinleyerek hole doğru yavaşça ilerledim; hala fısıltıları duyabiliyordum. Yukarıyı dinlerken, nasıl olduğuna hala akıl erdiremiyorum, kendimi fazlaca kaptırmıştım. Konuşulanları anlıyormuş gibi odaklanmıştım ama hiçbir şey anlamıyordum. Ne kadar sürdüğüne emin olmadığım ama çok uzun gelen bir süre sonra, hemen karşımdan, salondaki koltuktan yere bir şeyin düşmesiyle birlikte adeta kolumdan tutulup çekilmiş gibi kendime geldim. Tik, tak, tik, tak… Saatin sesi adeta başımı çatlatacak kadar yüksek geliyordu. Başımı yavaşça çevirip salona doğru baktım. Yere neyin düştüğünü göremiyordum, ama düştüğü koltuğun üzerinde boylu boyunca uzanmış, siyah bir yaratık duruyordu. İçeriye girmiş!
Bir kez daha bayılacakmışçasına tüm bedenimin kontrolünü kaybettiğimi, içimin çekildiğini hissediyordum. Korkuyla bir inilti bırakıp gözlerimi kaçırdım. Merdivenin korkuluklarına tutundum. Gözlerimin kenarıyla bir kere daha baktım. Hala oradaydı. Hareket ediyordu. Koltuğa sürtünürken çıkardığı hışırtılı sesleri ve ahşaptan gelen çatırtıları duyabiliyordum. Yukarıdan gelen seslerin sayısı yeniden artmaya başlamıştı. Orada kalakaldım. Hareket edemiyordum. Nefesim git gide kuvvetlenirken bu evdeki çocukluk anılarım, oynadığım oyunlar, dinlediğim şarkılar, hepsi bir bulamaç halinde aklımdan geçiyordu. Bir kere daha dönüp, koltuktaki gölgeye doğru bakmaktan başka bir şey yapamadım. Bedenim durduğu yerde eriyip yok oluyormuş gibiydi. Kapana kısıldım. İçimde bir yerlerde kendimi tamamen kaybettiğimi, delirdiğimi hissediyordum, ama zihnim beni bunların hepsini kabullenmişim gibi düşünmeye itiyordu. Yapabileceğim hiçbir şey yok. O anda emin oldum; aklımın kontrolü artık bende değildi.
O andan sonra hareketlerim mantıklı olmaktan çıktı adeta. Bir hamlede yerimde doğruldum. Salondaki gölgeye ne yaparsam yapayım hatırlayamadığım, tamamen yabancı bir dildeymiş gibi gelen bir şeyler söyledim. Tutunarak merdivenleri çıkmaya başladım. Bir an, can havliyle atılırmış gibi merdivenlerdeki ışığı açmaya çalıştı bedenim. Dur! Yanmadı. Duvarlara yalvarıyormuşum gibi vurdum ellerimi. Tutunarak üst kata kadar çıktım.
Kuzenimin odasının kapısı ben merdivenleri bitirdiğim anda şiddetle kapandı ve bedenim o tarif edilmez bir korku ile belki onuncu kere kaplanmıştı. Ruhum adeta kamyon çarpmış gibi savrulup duruyordu tenimin içinde. Kapıya odaklandım; altından ışık sızıyordu. İçeride birilerinin fısıltıyla konuştuğunu duyuyordum. Buradalar, çok yakınım… Yutkundum. Az önce, ya da kim bilir ne kadar zaman önce, yaşadıklarımın üzerine kendimi tamamen korkularıma ve iliklerime kadar hissettiğim hayatta kalma içgüdüsüne bırakarak, gözlerimi kapının altından sızan hareketli ışıklara odaklayarak kapıya doğru ilerledim. Ben yarı yoldayken bir tık sesiyle odanın ışıkları kapandı. Birkaç saniye sonra tekrar aynı tık sesiyle yandı. İlerlemeye devam ettim. Fısıltılar belirginleşiyordu. Dinleme! Kapının koluna geldiğimde kapının hemen öbür tarafındaki şey ışığı yeniden kapattı. Kapıdan uzaklaştığını duydum. Nefesimi tuttum. İçeriye odaklandım; sesler içeride tam karşıdan, yataktan geliyordu. Bir, iki, üç!
Kapıyı var gücümle itip açtım. Boğuk bir inilti ile elimi duvara atıp yanmayacağına adım kadar emin olduğum ışığın düğmesini buldum ve bastım. Ha! Işık yanmıştı. Gözlerim ışığa yavaş yavaş alışınca odanın her yerini dikkatle taradım. Ama… Hiçbir şey yoktu. Pencere aralık durduğu için içerisi biraz serindi sadece. Kendi kendime ışığı birkaç kere daha açıp kapayarak içeriyi gözledim. Yoktu. Aşağıdan, salondan gelen saatin sesi dışında hiçbir şey duyulmuyordu.
Birkaç dakika sonra epeyce sakinlemiştim, ama az önce yaşadıklarımın hayal olmadığına da emindim. Merdivenlere doğru yöneldim ve ışığı yakmayı denedim; yanmıştı. Aşağıya doğru baktığımda, merdivenin başında birkaç damla kan gördüğümde neredeyse hiç irkilmedim; mutfakta kırdığım bardak ile elimi kesmiştim ve adrenalinim düştüğü için artık elimdeki acıyı da hissedebiliyordum. Işığı tekrar kapatıp merdivenlerin ortasında kadar gelip oturdum, öylece boşluğa baktım bir süre. Bu gece hiç bitmeyecek gibi geliyor…
IV
Hayatımda hem bu kadar korktuğum hem de aklımı bu denli sorguladığım başka bir zaman olmamıştı. Terden üzerime yapışmış olan kıyafetlerim, elimdeki kesik, merdivendeki kan… Bunların hepsi bir şeyler yaşadığımın ispatıydı. Ama hala tam olarak sakinleşmemiş olmamın çok önemli bir nedeni vardı: Ortalık hala zifiri karanlıktı, dışarıda yaprak oynamıyordu ve salondaki saatin sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Bitmedi. Uyanıp tıkırtıların peşinden mutfağa geldikten sonra her ne olduysa, aynen olduğu gibi duruyordu. Zihnim beni bu ürkünç, bu dipsiz bir boşluğu andıran yeni düzen içerisinde yaşamaya ikna etmek istiyor olsa da, ben o ürkütücü gölgelerin hala etrafımda bir yerlerde olduğuna emindim. Pencerede gördüğüm gözler aklıma geldikçe ürperiyordum ve ürpermeyi sürdürmek için sürekli o anı düşünüyordum. Korkumu diri tuttukça aklımı ve bedenimi koruyabileceğimi düşünüyordum ama bu, şüphesiz, delirdiğime işaretti.
Yavaşça doğrulup, dikkatle etrafımı dinleyerek ve tüm bu olanları içselleştirmeyi reddederek merdivenleri inmeye başladım. Yarı yoldayken merdivenlerin ışığını açmayı denedim; bu sefer yanmadı. Kendimi bir şeyler olacağının beklentisine sokarak merdivenleri inmeye devam ettim. Geliyorlar… Merdivenler bittiğinde dönüp mutfağa baktım. Tezgâhta kırılmış bardağın belli belirsiz izleri görünüyordu. Geri döndüm, salona doğru ilerledim. Gölgenin uzanmış olduğu koltuk bomboştu, ama onun düşürdüğünü kabul ettiğim kumanda hala yerdeydi. Yanına kadar gelip koltuğa geri koydum. Saatin sesi yine son derece belirgindi, ama karanlıktan saatin kaç olduğunu görmek şöyle dursun nerede asılı olduğu bile görülmüyordu.
Bir yandan etrafa bakınırken bir yandan da her şey başladığında yeni uyanmış olduğum kanepenin yanına geldim. Yavaşça oturduğumda koltuktan bir çatırdama sesi geldi. Son derece olağan gelen bu kısacık ses aklımda genişlemeye başladı, adeta devasa bir salonda yankılanır gibi büyüdü. Geliyorlar! Ses bittiğinde bir kere daha içimin çekildiğini hissederek kendime geldim. Dışarıda tarifi güç, çok kuvvetli bir fırtına patlak vermişti. Pencereden içeriye Ay ışığı olduğu besbelli beyaz bir ışık giriyordu. Bu tanıdık atmosfere anlam vermeye çalıştığım sırada, bir kere daha, üst kattaki odadan gelen seslerle irkildim. Birisi, yeniden, yukarıda yürüyordu; tıkır, tıkır, tıkır, tıkır… O sırada tamamen tesadüfen baktığım yerde, Ay ışığının da yardımıyla duvardaki saatin yerini buldum. 10:42’yi gösteriyordu. Ama bu…
V
Ayağa fırladım, hiçbir şeyi dinlemeden, hiçbir yere bakmadan hole doğru gidip evin kapısından bahçeye attım kendimi. Ortasına kadar geldim. Rüzgâr az önceki kısacık korkuyla hafifçe terlemiş olan tenimi üşütüyordu. Sokak lambasının soluk ışığında ellerimi kontrol ettim, yara yoktu. Nasıl olur?! Tepenin yamacındaki kumsala vuran dalga sesleri, rüzgârın uğultusu, kapıdaki çanın şıngırtıları arasında öylece kaldım, daha sonra kalkıp yeniden içeri girmeye karar verdim.
Arkamı döndüğümde içeride, evin mutfağında bir şeylerin hareket ettiğini fark ettim. Kahretsin! Gölge yaratıklar içerideydi. Benim bir tepki vermeme fırsat kalmadan içeride bir şangırtı koptu; bir şeyler kırılmış gibiydi. Sonra bir şey oldu: beni çocukluğuma, çok çok daha küçüklüğüme götüren bir kâbusu hatırlatan, aklımın tezahür edemeyeceği kadar garip ve ürkütücü bir şey. Evin üzerinde görünen, bir lamba gibi parlayan dolunay adeta yerinde çatırdadı, sallandı. Sonra, adeta kaçar gibi bir anda hareket etmeye başlayıp, inanılmaz bir hızla karşıdaki tepenin üzerine batıverdi. Bir kere daha dehşet içinde geriye doğru birkaç adım attığım sırada rüzgâr bir anda kesildi ve ortalığı ölüm sessizliği kapladı. Yaprakların tüm hareketi kesilmişti. Tepeye bakarken sarı renkli başka bir ışık yanıp sönerek gözümü aldı; ikinci katta, benim normal şartlarda yatıyor olmam gereken kuzenimin odasının ışığı yanmıştı ve içeriden bir gölge yaratık perdeyi aralamış halde beni seyrediyordu.
Derinden bir inilti çıkararak eve doğru koşmaya başladım. Mutfak camının önünden geçerken içeride başka bir gölge yaratığın tam ortada dikildiğini ve faltaşı gibi açılmış gözleriyle bana baktığını gördüm. Hayır, hayır, hayır! Kontrolümü tamamen kaybettim. Saçlarımı koparıp atmak istercesine çekiştirerek böğürmeye ve koşmaya başladım.
Bahçenin normalde kilitli olan kapısına öyle bir asıldım ki tek seferde açıldı kapı. Yolun karşısına geçip bayır aşağıya kumsala kadar koştum karanlıkta. Kaç! Kaç kere düştüm bilmiyorum. Arkama bakmadan dalga sesleri nereden geliyorsa oraya koştum. Gölgelerin gözleri üzerimdeydi, hissediyordum. Kaç! Sadece kaçmak istedim. Denize vardığımda arkama baktım, Ay her zamankinden daha kocaman, iğrenç bir halde tepenin üzerinde ışıldıyordu.
VI
Sabah kendimi kumsalda, elimde boş bir su bardağıyla bulduğumu hatırlıyorum. Hiçbir yerimde ne bir yara ne de bir kesik izi vardı. Kollarımdaki ve bacaklarımdaki kaslarımın neredeyse hepsi kasılmış, kramp geçirmiş gibi kaskatı olmuştu. Boynum ve başım ağrıdan çatlamak üzereydi. Midem bozuktu, bulanıyordu. Doğrulmak istediğimde önce başımın dönmesiyle istifra ettim, sonra yavaş yavaş, hayata dönen adanın merkezine doğru yürümeye başladım.
Yol boyunca insanların, etrafa dehşet içinde bakan, gözbebekleri büyümüş, adımları yalpalayan bana bakışları eşliğinde yürüdüm. Aklım ve mantığım yaşanan her şeyi reddetmemi söylese de, ruhumdan sökülüp alınan her şey, hey neyseler, yerinde kocaman bir boşluk bırakmıştı. Eve vardığımda babam benim her zamanki gibi olduğumu söyleyip, eşyalarımı bıraktıktan sonra kahvaltıya gelmemi söyledi. Eşyaların sırtıma ne zaman geldiği ile ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Üstelik üstüm giyinikti; aynı şekilde, haberim yoktu.
Ay ışığının bir lanet gibi çöküp geldiği ve bir sevgili gibi çekip gittiği o günden beri dolunay gecelerinde gökyüzüne bakmaktan korkar oldum; bir şey oluverir de yeniden o evde sıkışıp kalırım diye.
- Ay Işığı Tepesi - 1 Şubat 2024
Merhabalar.
Hikayenizde yer alan dolunay ve dolunay sırasında yaşananları aktarma biçiminiz ve bunu aktarırken birincil tekil şahıstan faydalanmanız oldukça mantıklı olmuş. Hikayenin aktarımında güzel bir öyküleme ve hisleri okuyucuya aktarma tarzı var.
Eleştirebileceğim noktalar sinopsis ile ilgili. Tam olarak bu yaratıkların ne olduğunu anlamadım. Veya amaçlarının ne olduğunun. Şu cümleyi de anlayamadım “Eşyaların sırtıma ne zaman geldiği ile ilgili en ufak bir fikrim yoktu.”
Güzel bir hikaye. Bir kaç öykü açıklama noktası ile daha iyi bir noktaya gelebilir.