Öykü

Ayna ve Kedi Kadın

ilham alınan eser

CATWOMAN

Bu koca şehre işim gereği atanalı tam tamına üçüncü ayın içindeydim. Benim gibi Anadolu’nun herhangi bir şehrinden gelen bir kadın için, bu şehir büyük bazen de büyük olduğu kadar küçüktü. Geçici görev sebebiyle, anne evimden sadece valizimle yola çıktığımdan lojman daireme ikinci el eşyalar almayı uygun görmüştüm. Bu şehrin insanları dahil her ayrıntısı ile uğraşması, dayanması zor zanaattı.

Annem ise bir gözü toprakta olan anneanneme bakmak adına bana yardım etmeye gelememişti. Annemi çok iyi anlıyordum çünkü bağımlılık söz konusu olduğunda annemden kalır yanım yoktu. Bu ihtişamlı şehre gelmeden önce, annemin ayakları dibinde uykuya dalmaya meraklı bir bağımlı nasıl olurda annemi anlamazdı ki? Üç teyzemi anlamadığım gibi….. Çünkü annem dışında diğerleri felçli anneannemi sadece haftanın bir günü ziyaretlerinde gözleriyle seviyorlardı.

Tüm yaşanmışlıkları film karesi gibi başa sararsak, anne için güçsüz olan evladını diğerlerinden ayırması kaçınılmaz sondu. Anneannemin annemi kayırdığı gibi…… Kardeşim iki, ben dört yaşındayken babamın bizi terk ettiği gün işten dönen annemin gözlerinde küllerinden yeniden doğması gerektiğini çocuk aklımla anlamıştım. Kardeşlerinin başında kocaları olan, maddi sıkıntı çekmeyen teyzemler anneme göre hayatta hep öndeyken, evin hem erkeği hem kadını olarak annem kuyruğu dik tutmaya çalışıyordu.

Kimi zaman başı kimi zaman sonu belli olmayan bu şehre geleli üç ay olmasına rağmen, lojmanda oturan komşularımla ilişkilerim düzeyli ve iyi seviyedeydi. Çevrede yeni olmama rağmen bulunduğum sokakta yaşayan kedilerle mesaim anneannemden kalma alışkanlıktı. Teknoloji ne kadar ilerlemiş olursa olsun annem ile eski usul haberleşmeyi yani mektuplaşmayı tercih ediyorduk ve mektuplarımızın son noktası anneannemin yadigar dostu olan kedisi Ayişe ile bitiyordu. Bunun sebebi ise anneanneme bir şey olursa hayvanlarla münasebeti iyi olmayan annemin kediyi ne yapacağı idi. Tabi ki de bana verebilirdi ama işim gereği yerleşik hayatım olmadığı için cesaret edemiyordum.

Günler günleri kovalarken, kimliği kadın olan bu şehre geleli tam bir yılı tamamlıyor iken, yazın sonu sonbahara geçişin ayyuka çıktığı Eylül ayında anneannemi kaybettiğimize dair telefon gece yarısı gelmişti.

Ben dahil altı kuzen, anneannemin cenazesi için memlekette hazır askerdik. Akşam el ayak çekildiğinde, anneannemin evinde avukat dahil tüm sülale vasiyetnamenin okunmasını bekliyorduk. Herkes heyecan içinde beklerken, ben bitse gitsek modun da anneannemle anılarımın geçmişinde kendi alemimde sus pus takılıyordum.

Anılarımdan koptuğum sırada anneannem iki ev ve üç arsasını beş torunu arasında paylaştırılmasını isterken, eksik olan bana ise altmış yıllık oymalı boy aynası ile toprağı göze bakan AYİŞE adlı kedisi kalmıştı. Ertesi gün iznimin son kullanım tarihi geldiğinden, bana kalanları yanıma katarak yıkık, döküklerin arasından uzay mekiği benzeri, sivrilerek büyüyen çarpık şehrime doğru yola çıktım.

Eve geldiğimizden beri, Ayişe yemek ve tuvalet ihtiyacı dışında yatağımın üstünden inmiyor, bana bir şeyler anlatmak ister gibi bakıyordu. Diğer mirasım olan ayaklı, oymalı, beyaz boy aynam yatağımın köşesine ilişmiş ben yokken Ayişe’nin kendisini seyretmesi için tüm gün mesai yapıyordu.

Geldiğim Anadolu şehrinden daha farklı boyutlarda olan şehre, komşularıma, işime, iş arkadaşlarıma yavaştan ısınıp uyum sağlamaya başlamıştım. Hayatımın diğer kalan kısmı annemin bana yazdığı mektupları beklemekle şenleniyordu. Annemin mektubunu beklediğim günlerden bir gün, heyecan ile açtığım posta kutsundan kimden ve nerden geldiği belli olmayan mektup vardı. Yukarı eve çıktığımda daha üstümü soyunmadan yatak odamda mektubu hızla açıp, sesli okumaya başladım. Mektupta yazan şuydu; “Hazırlıklı ol. Kimsenin bilmediği bir zaman dilimine yolculuk yapacaksın. O zaman diliminde öyle savaşlar oluyor ki. Açlık, hırsızlık, hastalıklar, hak yeme gibi insanlık dışı her şey. Senin görevin geç olmadan savaşların başlangıç noktasına kökünden çözüm bulmak olacak.” Mektubu bir çocuk şakası olarak algılayıp, salonda masanın üstüne koydum. Mektupların devamı gün aşırı gelmeye başladı. İkincisinde, “Ayişe’yi dikkatli izleyip aynaya kulak vermem.” yazıyordu. Her okuduğum mektup salonda bulunan masanın üstünde birikiyordu. Üçüncü mektup da, zamanın yaklaştığı ve yakın zamanda işlerin nasıl yürüyeceği Ayişe’nin yardımı ile gerçekleşeceği yazıyordu.

Dördüncü mektuba fırsat kalmadan, gece yarısını üç saat geçe kulağıma gelen ses hayal gibi olsa da şöyle diyordu, “ Anneannen sana vereceğimiz görevi yıllardır bıkmadan devam etti. Dünyanızdan göç etmek üzereyken, yerine kimin alması gerektiği sorulduğunda, torunları için seni mirasçı seçti. Bedenim ölümsüzleştirildiğinden, aynanın yardımıyla benim içimde ruhumu kullanarak savaşların bitmek tükenmek bilmeyen dünyasına gönderileceksin. Ve orda bu savaşlara son vereceksin. İlk savaşa hazır mısın?” diyip Ayişe’nin cümlesi bittiğinde ince ses tonundan hiç ürkmedim. Çünkü bunun sıradan bir rüya olduğunu sanıyordum.

Ve herhangi bir gece yarısından sonra istem dışı uyandığımda, uzun ince kuyruğum, siyah kedi elbisem ve maskemle kollarımı ön ayak yapıp, bacaklarımı arka ayak olarak kullanmak amacıyla yeni dünyaya doğru yola çıktım.

Neden yola çıktım? Kim için yollardaydım? Görevim neydi? gibi soruların cevabı için hastaneye gönderilmiştim. Hastanede yatan sayısı saniye hızıyla artış gösterirken aynı hızla vücutlarının çeşitli yerleri açık yaralarla doluyordu. Farkım fark edilemeyecek gibi olmamasına rağmen koridorlardaki karışıklıklar, gelgitler, yanıp sönen ışıklar altında kimsenin umurunda değildim. Çünkü zaman beni durdurmuş, sağımdan solumdan geçenler sesimi duymadıkları gibi yanımdan geçerken bana çarpsalar dahi çarptıklarını fark etmiyor, önlerine çıksam beni görmeyip içimden geçiveriyorlardı. İçimden geçtikleri an aynanın diğer tarafına geçip yatak odamda Ayişe ile kendimi iç içe bütünleşmiş buluyordum. Bu durum üç gün üç gece devam ettikten sonra anlamıştım ki, ben bir görevin içindeydim. Üstelik bu görev anneannemden bana miras kalmıştı.

Dördüncü gece, aynaya odaklandığım sırada Ayişe, “Anneanneden sana kalan bu mirası hakkıyla götürmeli ve nefes aldığın sürece yaşadığın toprakları korumak zorundasın. Kuyruğun sana yön verirken, kendini korumanı sağlayacak en büyük silahın. Unutmaman gereken diğer nokta ise aynanın ne tarafındaysan gerçek odur yani geçtiğin tarafta öteki tarafı asla hatırlayamayacaksın. Sadece olduğun yeri ve zamanı bilebilirsin.” diyip, cümlesini bitirdiği gibi aynanın öteki tarafına hastaneye geçmiştim bile.

Hastane de dördüncü günüm olmasına rağmen, yaralı ve beni duymayan, görmeyen insanlar topluluğu ile birlikteyken etrafımda dönen olaylardan habersiz dolanırken bir çocuk sesi işitip, sese doğru yürümeye başladım. “Aynanın diğer tarafında kalan yaşam geçmiş aynanın bu tarafında gördüklerin yani şu an yaşadıkların ise gelecek. Ve eğer gelecekte halkın iyi yaşasın istiyorsan şu an yaşanan esareti kaldırman gerekiyor. Bu toprakları yöneten adam aşk yüzünden halkını tuzağa düşürdü. Aşık olduğu kadın ise buzlar kraliçesi. Kraliçe, tüm geri dönülmez bir hastalığı halkın arasında yaymaya başladı bu yüzden salisede öldürücü yaralar insanları sarıyor. Böylece kötü kan taşıyan halkını bizim yerimize yerleştirip, dünyayı kötülüğün idare etmesi için topraklarımızı merkez yapacak.” dediğinde, yatakta yarı baygın yatan çocuğun yanındaydım.

“Buzlar kraliçesini nerede bulabilir ve nasıl halkımı esaretten kurtarabilirim?” dedim, sesimin öfkesini kontrol altına almışken.

“Yer altı sarnıcının, yedi kat altında bulabilirsin çünkü buzullarının çözülmemesi için topraklarımızın en serin yeri sarnıcın yedi kat altı. Ve şehrin anahtarı özel bir buz kütlesinin içinde saklanıyor. Şehrin anahtarını alıp, güneşe doğru tuttuğun an esaret bitecek. Ayna ile görevini keşfetmen dört gün sürdüğü için tam tamına bir buçuk saatin kaldı.” dediğinde, artık nefes almıyordu.

Çocuğun gözlerini, ellerimle kapatıp hastaneden ayrılmamla yarım saat içinde sarnıcın üstündeki çatıdaydım. Çatıdan yerin yedi kat altına inmem ne kadra sürdü bilmiyordum ama bildiğim tek şey önümde son kırk beş dakikamın kaldığı idi.

Yerin altına iner inmez, yerlere kadar uzanan mavi düz saçları, ölü beyazı suratında tek parlayan zeytin karası gözleri ve vücut hatlarının belli olmadığı şeffaf elbisesinin uzun kollarından siyah uzun tırnaklarının olduğu iki elini bana doğru açıp sessizce hoş geldin dedi. Benimle konuşmayanla konuşmaya niyetim olmadığından, “Mırrrrr…” diye ses çıkarttım. Ama buzlar kraliçesi ile bir şekilde iletişime geçip, zorlu yollardan da olsa şehrin anahtarının nerde olduğuna dair ipucu bulmam gerekiyor diye düşünürken, ilk hamle buzlar kraliçesinden geldi.

“Alemime hoş geldin kedi kadın. Seni öldü diye bilerken canlanmışsın. Hala aklın şehrin anahtarında mı yoksa kaybettiğin aşkını ben elde edip içime hapsettiğim için hırs mı yaptın?” dediği gibi kuyruğumu yay şeklinde kraliçenin suratına doğru savurduğumda ilk çiziğimi attım. Ama konuşmasından anladığım, anneannem şehrin anahtarını alamadan hem işini yarım bırakmış hem de aşkını feda edip gitmişti. Artık şehri, halkı kurtarmaktan başka anneannemin ruhunu rahat ettirmem gerektiğinin bilince vardım.

Ben aklımdan bunları geçirirken, buzlar kraliçesi boş durmayıp soğuk, güçlü nefesini donmam için bana doğru üflediğinde ön ve arka ayaklarım sayesinde en üst buzulun üstüne üç hamlede sıçradım. Başaramadığı için çok sinirlendi. Onun buzlarını bana savurması, benim ise karşılık olarak attığım kuyruk hamlelerim ve patilerimin altında istediğim kadar uzattığım tırnaklarımın sık vuruşları buzlar kraliçesini zayıflatmış olmasına rağmen, zaman aleyhime çalışırken kesin çözümüm gün ışığıydı. Gün ışığı için en üst buzulunda üstüne zıplayıp, patilerimin altında sinsice duran en uzun tırnaklarımla iki hamlede buzulun içinden delik açmamla güneş ışığı içeri süzüldüğünde, buzlar kraliçesi eridiği gibi sığınağı olan tüm buzullar erimiş, sadece anahtar ve ben gün ışığında parlıyorduk.

Ertesi gün işe gitmek için enerjim yüksek olduğu gibi geleceği kurtaracak yeni görevlere mutlulukla hazırdım…

Pınar Kumsal Başdağ

1975 yılının Ekim soğuğunda dünyaya gelmiş biri olarak, kendimi bildim bileli yazıyorum, okuyorum. Herkesin besin kaynağı vardır, benim besin kaynağım yazmak. Yolda yürüyen kadınlardan herhangi birinin önünü kesip, çantasına baksanız kadınsal her türlü malzeme vardır. Benim çantama baksanız, cüzdan, not defteri ve kalem dışında bi rde evimin anahtarlarından başka bir şey bulamazsınız.

Ayna ve Kedi Kadın” için 1 Yorum Var

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *