Çeçeklig:
Bozkıra baharın düşeceği ilk akşam Batı-Kuzey arasındaki ulu gök kapısı aralandı. Altaylar’ın ıssız vadilerinden, uğultulu Tiyenşan’a; tekinsiz Karabalsagun’dan, Kırgız ve Yakut’un buzlu diyarlarına; Karakum çölünden, Köpek-Atalar’ın dölü köpek başlı İt-Barak kavminin çöreklendiği kuzeydeki karanlık ülkelere değin yeşil, mavi, firuze yıldızlar, at sürüsü misali yayıldı engin kubbeye.
Ay, ufuklardan kopup halelendi. Doksan tümen genç Oğuz’un vatan tuttuğu, yurt edindiği ilin otlakları üzerine kurulmuş obanın çadırları içine döküverdi ak ışıklarını.
Ala gözlü, kara yağız Yabgu, gerdeğe girecek bu gece.
Bahar kokulu taze çimenlerin üzerine ipek halılar serildi. Davarların, kısrakların sütü sağıldı.
Sütle bulgur karıştırıp lapa yapıldı. Külde gömeç ekmeği pişirildi. Alageyiklerin semiz etleri tüttü, süt kuzuları kızardı, yahniler fokurdadı, toprak ocaklarda at taşağı közlendi, kavurmalar cızırdadı kazan kazan bulgur üzerinde. Koyunun döşü yendi. Tutmaç’a banıldı. Helva yiyenin içi yandı. Lokması pekleşen kımız içti, kımran içti. Şölen sonrası, Beg’in kap-kacağı yağmalandı. Kaymaklar, yemişler yutuldu. Kopuz çalındı. Koşuklar söylendi. Toy edildi, şenlikler yapıldı. Yabgu’dan keyiflisi yoktu. Şen şadıman güldü.
Doğan gibi çalımlı bir yiğitti. Uzun saçlarının kara pürçekleri alnına inerdi tel tel. Kılıca, aşa ve avrada düşkünlüğü ile nam salmıştı her buduna; üçüne de iştahla çalardı kaşığını. Cevval bir alp idi. Yavuz bir cengaverdi. Nice savaş görmüştü. Şahbaz atları ile, yaban aygırları ile avlakta dört bir yana yürümüştü. Pazusu öyle kuvvetliydi ki, örse vurur domuz çıkarırdı. Anasından ilk sütü emdikten sonra konuşmuş ve çiğ et, çorba, şarap istemişti. Kırk gün sonra büyümüş ve yürümüştü. Ayakları aygır ayağı, beli samur beli, omuzları ayı omzu, göğsü kurt göğsü gibiydi.
Hele gözleri…bir gören bir daha unutamazdı o alaca, kıpkızıl, zencefil gibi gözleri.
Su, ay ve güneş parçalarından yaratılmışçasına ışıldarlardı her daim.
‘Basat’ diye hitap ederlerdi bu sökmene, bu koçağa, bu Beg’e…‘Emsalsiz’.
Nicedir obaya bir Yolbars musallat olmuştu. Kuzuları, çocukları bir lokmada kapıyordu. Kimse tutamıyordu kanlı canavarı. Bir sabah, Yolbars yine Uzunpınar başında genç bir kızı yutmak üzereyken Basat yetişti imdada. Bozkır parsını tek kolu ile tepeleyip yere çaldı, postunu yüzdü. Derken başını çevirip baktı.
Kızı görür görmez gözbebekleri tutuştu Beg’in…
Ceylan gibi, ceren gibi bir kızdı. Bu illerde yürümüş en ince belli en akça tenli körpe.
İsig dediler adına. Öyle güzeldi ki, dişsiz kocamış karılar bu tay gibi kızın peri-taifesinden olabileceğini fısıldadı korkuyla. Beg’e kutsuz geleceğinden korkuyordu herkes.
Kulak asmadı bu laflara Basat. Bozkırın ıssızlığı hariç hiçbir şeyden korkmazdı şu dünyada.
Karar kılmıştı çoktan; koynuna alacaktı kızı.
Ay battı; şölenler, cirit müsabakaları, at güreşleri bitti. Kırk sekiz çadırla çevrilmiş altın işlemeli al otağında, keçe halının üzerinde, kısrak gibi avradı ile terleye terleye sevişti Basat.
Adını aldığı mevsim kadar sıcaktı teni İsig’in.
Değdikleri yeri döllüyordu şimdi Basat’ın emsalsiz gözleri.
Zaferlerle, hazlarla dolu sonsuz bir resimdi tüm alem. Anlam vardı, bütünlük vardı her şeyde. Nice güzel ihtimaller görüyordu her yerde: Oğuz’un sancağını bir ufuktan diğerine dikecekti. Daha nice geceyi eriteceklerdi böyle koklaşarak. On bin manzara, o bereketli gözlerin bulacağı.
On bin hayat, sonsuza dek mutlu yaşayacakları…
Seher vakti Çinliler saldırdı.
Tatlı söz ve ipekle gelmiyorlardı artık.
Ellerinde püsküllü çengel kılıçları, demir kargıları vardı sadece.
Tiyenşan’ın eteğindeki steplerden döküldüler, amansız kum fırtınası gibi aktılar sarı sarı.
Süvarisi yoktu Çinlilerin; savaş arabaları ile obaya daldılar akın akın. Gök sancağını kırdılar, ocakları söndürdüler, otağı yaktılar.
Oğuz yiğitleri yaman karşı koydu. Balık tutkalı ile yapıştırılmış boynuz, ağaç ile at sinirinden yapılma kirişli yaylar gerildi. Tutam tutam oklar vızladı. Gürzler şakladı.
Bozdoğanlar savruldu. Batraklar biçti.
Tolgasını kuşandı, kolçak giydi, tuğ taktı Basat. Kara pulad öz kılıcını düşmana çaldı.
Baş kesti. Çin tugayının yarısı böğüre böğüre can verdi.
Beyhude.
Mezarlar, höyükler atlarla, erlerle doldu taştı. Temir Irmağı, al aktı.
Süzülen turnalar akbaba oldu, bahadırların üzerine kondu.
Kan, su gibi aktı. Kemik, dağ gibi yığıldı.
İsig’in sıcak teni soğudu, buz tuttu.
Basat’ın gözleri önünde.
İsig:
Soğuk, ölü bir yaz çöktü bozkıra. İkindiler loş ve gamlı idi. Salkım salkım esti yel; hiç susmadı. Dipsiz Kadırkan ormanından seslenip durdu.
Oğuz yaralarını sarıyordu. Ölenlerin atları kesildi; yuğ aşı yendi. Kırk çadır dikildi yaylakta. Aygırlarla kısraklar hemen çiftleştirildi. Koyunlar semirtildi. Darı ekildi. Kımız mayalandı.
Yiğitler ava bindi. At çobanları çayıra çıktı.
Hatununu, beyaz yün elbisesi içinde toprağa koydu Beg. Mezarın üzerine kurgan yaptı.
O günden sonra yemeden içmeden kesildi. Kimselerle tek lakırdı etmez oldu.
Gözleri artık çirkinleşmiş, dalıp dalıp gidiyorlardı ufuklara.
İrisinden bir küheylan, dağ gibi yığılmış et, en ekşisinden kımız, en güzelinden taze avrat
… nafile; ne armağanlar getirdilerse Basat’a yasını unutturamadı diğer yiğitler.
Yaz ortasında başka bir Beg geçti obanın başına. Steplerdeki Kıpçaklarla, Çürçetlerle, Kırgız atlıları ile ittifak kurup, Çin’in hanedanından kan toplayacağına, doğudaki o büyük duvarı sarı kağanın başına yıkacağına ant içti.
Basat ise sık sık bayılır oldu. Şifa yoktu. Obanın dışında, yamalı kara çadırda, at kokulu solmuş kilim üzerinde yatarken bir anda sıçrıyor, sayıklayarak kalkmaya çalışırken yere yığılıp titriyordu. Bir vakitler şen kahkahası tepelerde gürleyen güzel bahadır ögür ögür ağlıyordu şimdi.
Kızgın iğnelerle deşiliyormuşçasına acıyan gözlerini kanatana dek ovuşturdu her gece.
Tüm alem, tüm resim parçalanıyordu gözlerinin önünde.
Aklı da öyle.
Yavaş yavaş ümidi kesti hısımları, erleri; eski Beg’in Alpler’e – Atalar’a karışmak üzere olduğunu söylüyordu hepsi.
Tayfunun ulağı olan boğucu bir öğle vakti, kayın ağacının yaprakları arasında uçuşan kuş ruhları gördü Basat. Onlarla konuştu. Gök ve yer beraber sallandı. Basat sendeledi, ağzından köpükler geldi. Kusmaya başladı; evvela aş, sonra işkembesi, bağırsakları, dalağı, ciğeri…
En son da yüreği ve öz ismi boşalıverdi ağzından salyaları ile birlikte boz toprağa.
Gözleri yanıyor, sanki yürüyordu yüzünde.
Küz:
Güz borası kurşuni semalardan inip bozkırın sarı sırtında şakladı. Yel, ovaları haraca bağladı. Yağmur, toprağı mayaladı. Kam geri geldi bu dünyaya.
Kaç mevsim olmuştu?
Adını bile anımsamıyordu. Bir zamanlar şahin gibi bir cengaver miydi?
Hatunu neredeydi öyleyse?
Dünya parçalanmış sonra da geri birleşmişti gözünde…baştan sona yanlış bir biçimde.
Ak olsaydı göğe çıkabilirdi …kara olduğu için dünya ağacını basamak yaptı, yeraltına inmeyi öğrendi. Bu yolculukta ona, nice bahar evvel öldürdüğü Yolbars’ın ruhu kılavuzluk etmişti. Yeraltı ruhları demir bir beşikte salladı onu ta güze dek. Kam’lığın gizlerini fısıldadılar.
Kaç kez dönmüştü şu ulu gök çarkı yukarda?
Bozkırdaki hayvanlar huzursuzdu, geceler boyu haykırıp uludular.
Doğuda kötü ruhların gezindiğini sezmişlerdi. Hayvan-Atalar’ın çocukları olan köpek başlı, sığır ayaklı İt-Baraklar mı? Yoksa daha kötüsü mü?
Daha kötüsü.
Ufkun diğer ucunda bekliyordu Kıtay Baksı Toyon.
Tatarlar ona ‘Dalbar Çuonah’ derdi…Steplerin Ruhu.
Canı istediği zaman buduna hummalar, depremler gönderir, canı istediği zaman höyüklerdeki ölü atlarla fısıldaşıp konuşurdu. Pamir Vadisi’nde yürüyüp Sakalar’a felaketler getiren de o idi. Karabalsagun’a alevler yağdırıp dervendlerinin, cengaverlerinin iliğini, menisini içip kurutan da o idi.
Yeraltından beri takip etmişti Şaman’ı. Aklı parçalanmış bu adamın etini de parçalamak…
Kıtay Baksı Toyon, kendi memelerinden süt ve irin içtikten sonra titreyerek kıskaçlarını Altaylar’a doğru kaldırıp zevklendi. Gökler yırtıldı.
Kam sendeleyerek ayağa kalktı. İşitmişti. Neyin geldiğini biliyordu.
Kestane rengi çayırda otlayan atlardan birinin omurgasını kırdı çıplak elleriyle hemen. Ruhu kışkırtmamak için kan dökmeden tütsüleyip kurban etti hayvanı. Ateş yaktı. Bogtak külahını taktı. At kılı ile kaplı davuluna vurdu tokmağı ile. Yer-Atalar’ı, Gök-Atalar’ı, Su-Atalar’ı ululadı.
Sırtında Yolbars’ın postu vardı; kürkün tüyleri yel yüzünden titreyip duruyordu. Posta iliştirilmiş çıngıraklar hafifçe çınladı.
Savaşmak zorunda değildi. Kuş donuna girip uçabilir; pars donuna girip kaçabilirdi.
Bozkırın ıssızlığı hariç hiçbir şeyden korkmazdı lakin şu dünyada.
Ayı kemiğinden yapılma bir kıngırak çıkardı.
Kıtay Baksı Toyon balçıkların arasından fırladı. Tek kıskacı buz, tek kıskacı alevdi. İkisini de daldırdı bu insanoğlunun göğsüne. Şaman’ın gövdesini av eti gibi boydan boya yardı, çadır kapısı gibi aralayıp açtı. Parçalayacağı adamın yüzüne baktı sevinç ve zevk gözyaşları ile.
Aniden durdu.
Kam beklemedi; kıngırağını kaldırıp hasmına dibine kadar sapladı.
Dalbar Çuonah ıslığa benzer tiz bir ses çıkardı. Yaradan süt ve kan aktı.
Yer yarıldı. Steplerin Ruhu kaçtı. Dağların, vadilerin altında kayboldu.
Kam bakakaldı. Düşmanı bir şeyden korkmuş olmalıydı.
Davulunu, tokmağını, yayını aldı. Bıçağını beline taktı. Yaralarını otamak üzere bir su birikintisine eğildi.
Yüzü daralmış, gövdesi kurumuştu.
Gırtlağından kasığına kadar açılmış yarasından görünüyordu… bozkır kadar ıssızdı içi.
Gözleri ise birleşmek üzere idi.
Karlıg-Buzlug
Ülker yıldızının gökte açtığı delikten kış üfledi, tüm bozkırı donduruverdi.
Yedisu buzlandı. Kuytular, koyaklar karlandı.
Ne Kam idi ne alp idi artık o şekilsiz ucube.
Salahana Kayası yakınında kışlağa göçmüş Oğuz obasına dadandı Basat.
Pınarların suyunu içip kuruttu, ağaçları yerinden kopardı. Çoban çoluk kalmadı… hep yedi.
Oğuz toplanıp üzerine vardı. Ok attılar, batmadı; kılıç vurdular kesmedi. Basat hepsine kan kusturdu. Hiçbirini salıvermedi. Çadırları o yıktı. Yürük atları o yuttu. Akça yüzlü anaları o sızlattı. Her gün beş yüz koyun, her gece altmış adam yedi. Avratlarını kaçırıp çiftleşti.
Beyhude.
Alnında birleşmiş, solmuş, birbirine yapışmış, çamurlu gözleri ile baktığında sadece boşluk görüyordu.
Mağlubiyetle, ıstırapla dolu tek bir kara resimdi o tek göz için şimdi tüm alem.
Değdiği yeri kurutuyor, çürütüyordu. Tek bir ihtimal görüyordu artık her yerde.
Hiçbir şeyin manası yoktu. Zaferlerin, hazların, sevişmelerin, avların, aşa kaşık çalmanın ötesinde sadece koca bir ıssızlık vardı içinde ve dışında…ne yaptı ise dolduramadı o boşluğu.
Kışın en kara en çetin gününde, “Yaz”ı ilk gördüğü Uzunpınar başına gitti. İsig’in çayır yeşili gözlerini kısacık bir an anımsar gibi oldu. Sonra unuttu.
Ocak yaptı, ince bir ateş yaktı.
Mızrağı ocağa bıraktı; mızrak alacalandı, kıpkızıl oldu. Bir vakitler kendi gözleri de böyle idi.
Mızrağı aldı, o tek gözüne öyle bastı ki…
İşte böyle vuku buldu, Basat’ın Depegöz’ü öldürmesi.
Merhaba,
Gerçek bir destan! Ne güzel anlatmışsınız. Dede Korkut’dan dinler gibi okudum öyküyü. Tadı damağımda kaldı. Tekrar tekrar okumak istedim. Kutluyorum. Ellerinize sağlık.
Tebrik ediyorum. Çok ustaca yazılmış, kotarılmış bir öykü olmuş. Temaya hakimiyetiniz oldukça hissediliyor. Basat’ın dönüşümü ve bu dönüşümle ilgili yaptığınız betimlemeler usta işi. Elinize sağlık gerçekten.
Tek bir itirazım olacak - bu küçük noktayı armudun sapı üzümün çöpü olarak değil bir nazar boncuğu gibi değerlendirmenizi umarak - Bu kadar güçlü ve iç ahengi bol bir metinde “Anlam vardı, bütünlük vardı her şeyde.” cümlesi hafif kalmış gibi geldi bana. Çok önemli mi? Belki değil. Ama öykü iyi olunca, nedense bu küçük noktalar daha ön planda kendini gösteriyor. Ancak, Hasan Ali Toptaş “Harfler ve Notalar” da metinler ve kusurlardan bahsederken, bazılarının bizzat yazar tarafından düşünülmüş ve okuyucunun yolunun üzerine karşılaşma için bırakılmış olduğundan bahsediyor. Ve şöyle ekliyor, “bu kusurlar metnin öteki alanlarındaki parlaklığı ve zekayı daha vurgulayıcı hale getiriyor”
Umarım daha çok öykünüzü okuyabiliriz bu platformda.
Merhabalar. Yakın zamanda Sefer’i okumanın üstüne bu öykü güzel bir tesadüf oldu.
Olağanüstü bir dil, çok başarılı bir fikir. Bu sayıda okuduğum ilk öyküydü ve sanırım en iyisiydi. Tebrik ederim. Kaleminize sağlık.
Çok beğendim. Ne güzel, ne akıcı bir dil kullanmışsınız… elinize sağlık