İnsanların rutinin dışındakilere ”Böyle şeyler ancak filmlerde olur,” dediği bir yerde yaşıyordu. Sarıyer’in muhafazakar mahallesinde, bir minibüs şöföründen başka bir şey olamayacağını söyleyen minibüsüyle Sarıyer merkezinden Koç Üniversitesi’ne giden yolda direksiyon sallıyordu. Köyün içinden geçen minibüse havlayan köpekler, aklından geçen hayallere yanıt olmuyor, onu tatmin etmiyordu. Ağustos’taki asker yoklamasına kadar yeni bir şeyler olmasını diliyordu. Ramazan boyunca oruç tutmuş ve Allah’ından bir tek bunu istemişti: Yeni bir şeylerin olmasını.
Liseyi yarıda bırakınca minibüsçü babasının etkisiyle minibüsçü dünyasına adım atmış, minibüsçü olmaya giden yolda emin adımlarla ilerlemişti. Çok sevdiği Beyaz Martı yazan Sarıyerspor’u temsil eden atkısını minibüste şoför koltuğuna geçtiği ilk günde minibüsün ön tarafındaki boşluğa asmıştı. Sarıyerspor demek elinden alınan lise hayatının ardından kaçtığı ve mutlu olduğu yegane şey demekti. Okuldan arkadaşlarıyla tribünde karşılaştığı maçlarda utançtan ve kızgınlıktan suratını gömdüğü atkısı tek büyük sırdaşıydı. Utandığını bilen tek kişi oydu. Ve minibüsünü emanet aldığı ilk gün o dostuna şerefini iade etti.
Zaten hiçbiri üniversiteye gidemeyecek olan lise arkadaşlarının arasında lise terk olmak ilk başlarda onu utandırdıysa da diğerlerinin de zamanla minibüsçü dünyasına doğru kaymaya başlamasıyla utancın yerini sonradan haklı olmanın getirdiği galibiyete yakın duygu almıştı. Diplomanın küfürle gayet de değersizleştirilebildiğini biliyordu. O da bunu silah olarak kullanmıştı. Nitekim minibüsçü dünyasında sollayan kazanırdı, tahsilli olan değil.
Askere gittikten sonraki kariyer planlamasını çoktan yapan ailesi tarafından münasip biriyle evlendirilecekti. Bekar gençlerin serseri olmasını önleyen bu aile planlaması, onun içine sinmese de evlenen arkadaşları tarafından kahvehanede sıkça avantaj olarak bahsedilen bedava düzenli seks onun da aklını çeliyordu. Şu ana kadar kendi tabiriyle ‘karı kız davasında hep deplasman kovalamıştı’. Hatta bir zamanlar efsane olan ve mahalleli çirkin kızlar tarafından hesapsızca başkalarına aktarılan lise aşkı, eğitim hayatının sona ermesine sebep olan olaylar zincirini başlatmıştı.
Sarıyer gibi muhafazakar ilçelerde güzel kızların geniş bir takipçi kitlesi olurdu. Kıza dair her haber, diğer takipçilerle paylaşılır, futbolda transfer sezonunda büyük kulüplerin radarına takılan yıldız futbolcular gibi bu kızlar hakkında çeşitli dedikokular yayılırdı.
İlk kez kantinde simit yiyip ayran içerken gördüğü Firuze’yi o güne kadar gördüğü en etkileyici kız olarak bellemişti. Zihninde salgılanan hormonların da etkisiyle bir süre mastürbasyon yapmayı bırakıp doğanın yeşilliğine bakıp hayatın çok güzel ve yaşanmaya değer olduğuna inanmaya başladı. Namazdan gelen babasına ”Allah kabul etsin,” gibi güzel sözler söylüyor, annesinin yaptığı akşam yemeklerini öve öve bitiremiyordu. Hatta bir keresinde, mahalle maçında pas hatası yapan Mami’ye bile ”Olsun, canın sağ olsun,” diyerek tüm sahadakileri endişelendirmişti. Normalde ana avrat söven birinin bu kibar ve duyarlı yaklaşımı, soyunma odasında arkadaşlarının birbirlerine ”Fırat ibne mi oldu lan?” sorusunu sormalarına sebep olmuştu. Çok geçmeden gönül meselesinden haberdar olan arkadaşları yaşadıkları iç rahatlığıyla birkaç hafta topa abanamamışlardı.
Okul koridorlarında fısıltıyla yayılan ve tarihteki en büyük aşk olduğu konuşulan Fırat Firuze aşkı, olayın Firuze’nin aniden ortaya çıkan erkek arkadaşının kulağına gitmesiyle adrenalinli bir hal almıştı. Bıçkın delikanlıların savunma sporu olarak gördükleri kelebek adlı bıçağı sallama konusunda Aytekin, mahalle bazında bir efsaneydi. Kıraathanedeki mahalle bitirimleri popüler bir dizinin takipçileri gibi onun hareketlerini birbirlerine anlatıp keyif alıyorlardı. Sakin ve sessiz yapısıyla insanlarda ufak bir Kenan İmirzalıoğlu tadı bırakan bu genç adam, aşkı uğruna adam dövmek, haraç kesmek gibi bilimum kriminal olaya girip çıkmayı bir aşığın en büyük vazifesi ve erkeklik gururu, namusu gibi bazı şeylerle ilgili olduğuna inanırdı.
Sarıyer Sait Çiftçi Hastanesi’nin acil bölümünde geceleri işlediği vukuatların sonucunda yaşanan tansiyon ve gerilim okula da yansımış, kah disiplin kah uzaklaştırma cezası alarak tatillerini uzatmıştı. Genellikle olaylar ailesindeki diğer psikopatların okul müdürünü tehdit etmesiyle geçiştirilmişti. Mahallenin bu deliyüreği, Fırat’la ilgili söylenenleri duyduğunda tespih yerine salladığı kelebeğini cebine koymuş, ”Lan lavuk!” diye seslenerek okul çıkışı Fırat’ı bir köşede sıkıştırmıştı.
Firuze’yi gördüğünden beri hayatın ne kadar güzel olduğuna hala inanamamış olan Fırat, kelebeğin ne kadar kesici bir alet olduğunu daha önce hiç düşünmemişti.
– Benim sevgilime sarkıyormuşsun lan yavşak, dedi Aytekin
– Ne sevgilisi, dedi Fırat.
– Senin amına koyarım yavşak, kafa mı yapıyorsun lan benle, dedi Aytekin.
– Kimsin sen ya? Diye sordu Fırat.
– Sen kimsin lan dünkü Piç! Sik kafalı budist rahip, diyerek üzerine yürüdü Aytekin.
İtişmelerin sonunda Aytekin, bıçak sokmak için yeterli gerilim sağlandığını ve gereken sürenin geçtiğini düşündü. Kelebeği çıkardı. Fırat bir şey görmedi bile. Aytekin’in suratına bakarken, ”Kim bu adam ve benden ne istiyor?” diye düşünüyordu. Aytekin bıçağı Fırat’ın vücuduna değdirince, bıçak kendine yol açmaya başladı. Derinin dışına çıkan kan Fırat’ın beyaz okul gömleğine ve Aytekin’in ellerine geçti. Bıçağı geri çekti. Fırat ”Hassiktir,” diyip yere yığıldı. Olaya tanıklık eden birkaç kız çığlık atarken Aytekin’le gözgöze gelmemeye çalıştılar.
***
Fırat, hastaneden taburcu edildikten sonra babasından sağlam bir dayak yedi, annesi tarafından tarhana çorbası içirildi, okul müdürü tarafından okuldan atıldı, arkadaşları tarafından ziyaret edildi, Firuze tarafından aranmadı. Birşeylerin değiştiğini hissediyor ama anlamıyordu. Firuze’yi görmek istiyordu. Bu yüzden yatması gereken tedavi sürecinde evden Mami’nin yardımıyla gizlice dışarı çıktı. Mami ona minnettardı. Halı sahada ona kızmadığı için itibarı yükselmişti ve diğer arkadaşları da artık onu eskisi gibi hor görmüyorlardı. Bu yüzden yaralandığı günden beri onu ziyaret etti, tarhana çorbasından bir kase de o içti.
Firuze de tıpkı Fırat gibi babasından sağlam bir dayak yemişti. Mahallede dolaşan dedikodular Hacı Süleyman’a kadar ulaşmış, Hacca gidemeden hacı olan babası gibi, Firuze de hiçbir şey yapmadan suçlu olmuştu. Yediği dayak sonrası annesi tarafından dikte ettirilen namus tiyatrosuna uygun olarak sokakta yürürken erkeklerin suratına bakmıyordu artık. Hafta sonları kuaförde çalışmaya bir iki hafta aradan sonra yeniden başlamıştı. Fırat bu yüzden evden çıktığına doğrudan kuaförün olduğu sokağa gitti, Mami’yle haber gönderdi. Firuze heyecanlandı, yüzü kızardı, her yaşıtı gibi panik anlarında endişeye kapılarak ”umarım memelerim fazla büyümemiştir” diye umut etti. Manikür yaptığı yaşlı kadının ayaklarını kuruladıktan sonra ”Müsadenle abla,” diyip dışarı çıktı. Etrafına bakıp kimsenin izlemediğinden emin olduktan sonra Fırat’ın saklıca durduğu apartman girişine gitti. Birbirlerine uzunca baktılar. Fırat’ın neresi yaralıydı, kestirmeye çalıştı. Mami sokağın başında, gelen olursa haber ver diye konuşlandırılmıştı. Kuafördeki kadınları farkedince haberciliği bırakıp kadınlara bakmaya başladı. Saçlarına maşa sarıp boyanın yarısı çıkmış ojelerinin bakımını yaptıran kadınların göğüslerine dalmıştı.
– Okulu bıraktım, dedi Fırat.
– Duydum, atılmışsın.
– Yine de açık öğretimden devam edeceğim. Üniversite sınavlarına hazırlanıyorum, dedi Fırat.
Bir süre daha birbirlerine baktılar.
– Aytekin benim sevgilim değildi. Sadece bana asılıyordu, dedi Firuze.
– Önemli değil, dedi Fırat.
Önünde durdukları apartmanın bir dairesinden David Bowie Heroes çalıyordu.
– Güzel şarkıymış, dedi Fırat.
Firuze gülümsedi. Ardından yere doğru yıkıldı. Karşısında Firuze dururken bir anda Firuze’nin yerini Hacı Süleyman almıştı. Allah ne verdiyse Fırat’a daldı. Yumrukları Fırat’ın yarası olan yere gelince her şey bitmiş oldu.
***
Radyoda gençlere mazi kavramını öğreten arabesk şarkıları çalıyordu. Fırat asker çağına gelmiş, kilo almış, irileşip, piçleşip bir minibüsçünün standart donanımına sahip olmuştu. Ondört kilometrelik yolda salladığı direksiyonu, onu değiştirmişti. Beyaz Martı atkısı hala yukarda asılıydı. Direksiyon sallamada ustalaşmıştı da, artık aynı anda hem minibüsü sürüyor, yolcu ücreti alıp veriyor, telefonla konuşuyor ve yoldaki diğer araçlara küfredebiliyordu.
Kankası Mami’yle beraber koordine çalışıyor, yolda karşılaşıtklarında birbirlerine selektör yapıyorlardı. Hayata dair beklentileri olgunlaşmış olsa da bazen hala içinde ”Dünya ne kadar güzel bir yer lan,” diyen çocuğun sesini duyuyordu.
Yağmurun yağmayarak insanlara zulmettiği bunaltılı bir geceydi. Ramazan’ın temmuza denk gelmesi tarafınca küfürle karşılanmış, yine de müslüman vecibelerini sabırla yerine getirmişti. Bayramdan sonraki günlerde psikolojisi iyice harap olmuş, sıcağın da verdiği gerginlikle asabileşmişti.
Yaz aylarında yanlış minibüse binen yolcuların sayısı artınca ”Kısırkaya minibüsüne bineceksin,” lafı diline pelesenk olmuştu. Gece onbire kadar süren şoförlüğün son turlarını atıyordu. Birkaç kez daha gidip gelecekti sadece. Sonra Mami’yle bir arkadaşa gidiyoruz diyip çıkacaklardı. Gece boyunca esrar içip eğer başarabiliyorlarsa güzel kızları hayal edeceklerdi.
Sarıyer’de bir kız binmişti. Sesi tanıdık geldi, Fener’e dedi. Parayı verirken kızın eli titredi. Gözlüğünü çıkardı. Yanındaki arkadaşına dönüp omzuna yattı. Fırat arkasına dönüp baktı. Minibüsü az kalsın öndeki araca vuruyordu. ”Firuze,” diye bağırdı. Minibüsteki yolcular şaşkınlıkla bir kıza bir şoföre baktılar. Fırat müsait bir yerde sağa çekti. Yolculara ”Hadi iniyorsunuz, son durak!” dedi.
İnmeyenlere ”İnsenize lan!” diye bağırdı. Firuze inmedi. Oturduğu koltukta arkadaşı kolundan tutup çekiştirdi. Fırat arkadaşına dönüp, ”Hadi sen de!” dedi. Başbaşa kaldılar. Arkalarından minibüsten zorla indirilmiş yolcuların sunturlu sözleri duyuldu. Minibüs Rumelifeneri’ne doğru yol alırken, Firuze siyah gözlüklerinin arkasında gözlerinden yaş döküyordu. ”Babam öldü,” dedi. Fırat, yüzüne yayılmasını istemediği bir tebessüme karşı koyamadı. Sonra ciddiyetini korumaya çalışarak ”Başın sağ olsun,” dedi.
Hafif rüzgarın bunaltılı havayla karışıp camdan geçerek yüzlerine vurduğu yolda, minibüs sarı ışıkların arasından ormanlık yolun asfaltında Fener’e doğru ilerledi. Fırat, Firuze’yi cenaze evine bırakırken ”Yarın?” dedi. Firuze başını salladı.
***
Traş oldu. Saçlarını dikti. Kot pantolonun üstüne beyaz gömleğini geçirdi. En son bir düğünde böyle giyinmiş, düğündeki birkaç kızla kesişmişti. Niyet kriterinin karşısında ciddi yazmasını bekleyen mahalle kızlarıysa olayların gelişmesini beklemekle yetinmişlerdi. Fırat buna ”Kahrolası mahalle kızları…” diyerek tepki göstermişti.
Buluştuklarında akşam güneşi batmak üzereydi. Fırat minibüsü arkadaşına emanet ettiği için Mami’nin eniştesinden ufak bir ricayla 96 model Renault Spring’ini almıştı. Dalga arkadaşı olduğu için enişte de yokuş yapmamış, uzatmadan anahtarı vermişti. Şimdi Fırat’ın planlarında Firuze’yi alıp okullarının bulunduğu eski arsaya götürmek vardı. Arabaya bindiler. Okulun yıkılıp başka bir yere taşındığı yıl, okulun eski arsasını o dönemki siyasi iktidar kendine tahsis etmek istemişti. İdari mahkeme kararıyla ortaya çıkan usulsüzlük ve bir sonraki seçim sonucunda belediyeyi kaybetmeleri nedeniyle arsa boş kalmış, o gün bile hala üzerinde tek bir çöp bulunmamaktaydı.
Arabayı eskiden kantin olduğunu düşündüğü bölümün üzerinde durdurdu. Bagajdan iki katlanır sandalye çıkardı. Yıldızlı bir geceydi, arsaya yakın pastaneden sarı bir ışık vuruyordu üzerlerine. Fırat uzun zaman sonra yıldız görmüş olmanın şaşkınlığıyla ”Yıldızlara bak!” dedi. Firuze kafasını kaldırdı.
– Uzun zamandır yıldız görmemiştim, dedi Firuze.
Fırat ceketinin iç cebinden bir sarma cigara çıkardı.
– Sen içiyon mu? diye sordu.
Firuze kafa salladı. Ucunu yakıp, sırayla birer nefes çektiler. Fırat ayağa kalkıp, arabaya gitti. Radyoyu açtı. Tanıdık bir müzik çalıyordu. İsimlerini dahi bilmedikleri, David Bowie Heroes yine yanlarındaydı. Fırat kafasını garaja doğru soktu. Firuze, elinde cigara altında tabure sırıtıyordu.
Fırat, garajdan çıkardığı halıyı Firuze’nin önüne koydu. Bu uçan halıyı nerden buldun, diye sordu Firuze. Senin için Eminönü’ndeki tezgahlardan çaldım, dedi. Firuze hemen üzerine çıkmaya çalışınca Fırat onu sertçe durdurdu. ”Önce ayakkaplarını çıkar,” dedi. Çıplak ayaklarıyla üzerine çıktıktan sonra yerden yükselmeye başladılar. Halıyla beraber İstanbul Boğazı’nın üstüne çıktılar. Geçtikleri yolda arkalarında beyaz büyülü bir ışık bırakıyorlardı. Bu sıcak yaz akşamında Ortaköy’e gelenler, kumpirlerini yerken uzaktan gördükleri bu büyülü ana tanıklık ettiler. Arap turistlerin köprüyü arkalarına alarak çekildikleri fotoğraflarda arkada parlayan ışık, onlara aitti. Havada süzülen beyaz bir martıya benziyorlardı. İkisi de üçlü çekecek kadar mutlu ve çoşkuluydular.
– Okulu senin yüzünden bırakmıştım. Ağustos’ta askere gideceğim, on sekiz ay yokum. Ama inan; nerede olursam olayım, ölsem bile, hiçbir zaman bu anı unutmayacağım.
– Ben de unutmayacağım.
Ardından ekledi, ”Midem bulanıyor.” Sahildeki nohut pilavcının üzerinden geçerlerken hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını seziyorlardı. Şehrin altını üstüne getirmişlerdi. Bir kez olsun ayakları yere basmamanın iyi bir şey olduğunu atmosfere iz bırakarak gösteriyorlardı. Onu okuldan atan okul müdürünü, sürekli azarlayan babasını ve Firuze’nin bir daha yanında dolaştığını görürse kafasını kırmakla tehdit eden kayınbabasını yeryüzünde bırakıyorlardı.
Firuze halının üzerinde ayağa kalktı. Dengesini yitirir gibi olduğunda Fırat arkasından tuttu. Firuze kollarını açtı. Fırat onu belinden tutuyordu. Firuze’nin dip boyası gelmiş dalgalanan saçları rüzgardan yüzüne geliyor, ama o bu anın tadını çıkarıyordu. Çok güzeldi. Görebiliyordu. Bir kez olsun uzaktan dikizlediği, para vererek köstebekliğini yaptığı kadınlara benzemiyordu. Deodorant ter karışımı koku başını döndürüyordu. Onu oracıkta öpecekti. Firuze’yi belinden kendine doğru çekti. Filmlerde gördüğü gibi öpmeye hazırlandı. Yüzünü ellerinin arasına aldı. Alnını Firuze’ninkine dayadı. Bu muhteşem anı ölüm gelene kadar unutmamak için ona son bir kez baktı.
Selamlar,
Öykünüzü çok beğendim. Sonuna kadar, ‘acaba uçan halı nerede devreye girecek’ diye sorarken bu kavramı öykünüzde sadece simgesel olarak kullanacağınızı da düşündüm; ancak son anda gerçek bir uçan halıyla bizi karşılaştırmanız, harika bir fikirdi. Seçkide buna benzer bir öykü daha var. Böyle öyküleri nedense hep severim. Anlatımınız oldukça başarılı, sokak jargonuna oldukça hakimsiniz. Benim bilmediğim bir tek deyim var; “üçlü çekmek” şu anda bu yazıyı yazarken internet bağlantım olmadığı için burada yazıyorum. 🙂
Şimdi… Öncelikle amacımın sizi kırmak olmadığını belirterek öyküde fark edebildiğim bazı hataları göstertmek isterim;
1. Yanlış yazdığınız sözcükler: ‘şöförönden’ doğru yazımı: ‘şoföründen’, ‘diyip’ sözcüğünden tam olarak emin değilim; ben her zaman ‘deyip’ olarak yazarım, internet bağlantım gelince bunu araştıracağım :), ‘müsadenle’ doğru yazılışı ‘müsaadenle’
2. Ayrı yazılması gereken sözcükler: ‘farkedince’, ‘ondört’ ve ‘onbire’ sözcükleri ayrı yazılmalıydı. Sayılar her zaman ayrı yazılır. Bunu aklınızda bulundurmanızda fayda var.
3. Klavye hatasıyla yanlış yazdığınız sözcükler: “Fırat bu yüzden evden çıktığına doğrudan kuaförün olduğu sokağa gitti, Mami’yle haber gönderdi.” Cümlesinde ‘çıktığına’ sözcüğü yerinde ‘çıktığında’ yazması gerekirdi. Gözünüzden kaçmış olmalı.
Aynı şekilde gözünüzden kaçmış olabilecek başka bir sözcük de; “Kankası Mami’yle beraber koordine çalışıyor, yolda karşılaşıtklarında birbirlerine selektör yapıyorlardı.” Cümlesindeki ‘karşılaşıtklarında.’
4. Konuşmalarınızı, sonrasında ‘dedi’ gibi sözcüklerle bitirecekseniz her zaman virgül ile bitirin. Yoksa ‘dedi’ sözcüğü otomatik olarak büyük harfle başlıyor.
Bunların dışında söyleyeceğim bir şey yok. Öykünüzü gerçekten çok beğendim, tekrar umuyorum ki yorumum kalbinizi kırmamıştır. Ellerinize sağlık… 🙂