Öykü

Beyis Bey’in Elinden Gelen Budur

Bunu kim yapmıştı, tam olarak tarihi neydi gerçekten hatırlamıyorum. Üçüncü çağın iki yüz yirmi bir yılında olmuş olabilir. Kolcular olay yerine geldiklerinde, ilk başta ne gördüğümü sormuşlardı.

O yıllar ben bir nalbantta çalışıyorum. Ustaya yardım etmekle birlikte getir götür işlerini de yapıyorum. Bir gün dükkanda çivi bitmiş, ustam beni çivi almaya göndermişti. Belki aranızda bilen bilir, Dalgun Nehri üzerine köprü yapılalı neredeyse on yıl olmuştu ve köprüden geçip öbür taraftan çivi almak daha kolaydı. Ya da bilmiyorum belki genç olduğum için o köprüden geçmek hoşuma gidiyordu. Çivi kasasını almıştım ve tam dükkana dönecekken iri yarı bir herifin köprüden aşağıya uzunca bir şey fırlattığını fark ettim. O şeyi fırlatan kişi, -ya da şey demeliyim çünkü görünüşü hiç öyle insana benzemiyordu—  fırlattıktan sonra bana baktı ve işte ilk defa onunla göz göze gelmiştim. Suratı kıllarla kaplıydı ve gözlerinin beyaz olması gereken yerleri kıpkırmızıydı. Uykusuzluk veya yorgunluktan dolayı olabilir. Belki öfkesindendi veya ağlamıştı, bilmiyorum. O sırada köprünün öbür tarafında veya benim bulunduğum tarafta benden başka kimseyi görememiştim. Yani bu olayı sadece ben görmüştüm ancak anlaşılan bu olayı gören sadece ben değilmişim. Aksi takdirde kolcular gelip beni sorguya çekmezdi.

Ertesi günü kolcular gelip “Ne gördün ?” diyerek doğrudan dalmışlardı konuya. Ben de, bunlar benle fazla uğraşıp yorulmasın diye tüm bildiklerimi, o sırada nerede ve ne yapıyor olduğumu, gördüğüm şeyin suratının nasıl olduğunu anlattım. Surat hakkında anlattıklarıma fazla inanmamışlar olacaklar ki bununla ilgili soru sormayıp gittiler.

Fırlatılan o uzun şeyin kadın cesedi olduğunu bir gün sonra gazetelerden öğrendim. Kadın, konakta çalışan birisiymiş ve oldukça genç, güzelmiş. Tabi genç ve güzel olduğunu öğrenince çoğu kişinin aklına sevdiği kişi tarafından öldürülmüş olabileceği geliyordu.

Sonraki günün gazetelerinde köprüden atılan cesedin katilinin bulunduğu ve bunun sevdiği kişi tarafından yapılmış olduğunu, tutuklandığını yazan gazeteyi okumuştum. Kızın boğazına bakarak boğularak öldürüldüğünü tespit etmişler. Öldürüldüğü gün yüksek sesle konak önündeki bahçede tartıştıklarını ve o tartışmadan sonra kızdan bir daha haber alınamadığını belirten yaşlı bir kadın vardı. Benim usta bu yaşlı kadını tanıyormuş meğer. Eskilerden bir akrabasıymış ve bu cinayet şehirde oldukça ses getirdiği için işin aslını astarını bir de kadının ağzından duymak için yanına uğramıştı ustam. Ertesi gün ise dükkanda konuşup duruyor, gelen gidene “Ben bu yaşlı karıya inanamadım. Olayı bir kere görmemiş bile, sadece tartıştıklarını duymuş ancak ne dediklerini bile duyamamış. Zaten bir soru sorsan on defa tekrarlıyorsun karıya, kulakları doğru düzgün işitmiyor. Yok, ben görmeden, dinlemeden etmeden yaşlı kadının söylediği tek bir şeyden dolayı birisini tutuklamazdım.” diyordu. Benim usta işte böyle akıllı bir adamdı, toprağı bol olsun.

Bu cinayetin ardından bir hafta geçmişti ve bu sefer başka yerde bir olay patlak verdi. İri bilekleriye bilinen Kabakçı Ağa namlı bir kabadayı sabaha karşı sokakta ölü olarak bulunmuştu. Bu lakabı henüz kendisi on sekiz yaşlarındayken babası kendisine cinsi münasebetle yanaşmaya çalıştığı için yakınında bulunan satırla kafasını kabak gibi yardığından dolayı verilmiş. Bu sefer ise kendisinin kafası kabak gibi yarılmıştı ama ne yarılma! Satırla veya başka bir kesici aletle değil, birisi eliyle elma yarar gibi yarmış. Zavallının gözleri yukarı doğru kaymış, ağzı bir karış açık vaziyetteydi ve kafasından akan kan ağzına dolmuştu. Ustam bunu görmemi istemediğinden omzumdan tutup kalabalığın arasından çekmişti. Kolcular olay yerine geldiklerinde yaptıkları ilk iş  milleti uzaklaştırmak olmuştu. Bir gün sonra ise gazetelerde, kolcuların, Kabakçı Ağa’nın hasımlarından biri tarafından öldürülmüş olabileceği ihtimali üzerinde durduklarını yazıyordu.

Kabakçı Ağa’nın bilinen en büyük hasmı Nasır Paşa’ydı. Paşa falan değildi gerçekte. Bu adam eskiden askerde yer alıyormuş. Paşa’nın biri gelip buna dayılanınca bu da kendisine yediremeyip Paşa’ya kafayı gömüp bir güzel dövmüş. Tabi daha sonra da kendisini tutuklayıp bir güzel dövmüşler. Kellesini zor kurtarıp, hapis yatıp çıktıktan sonra ve her askerin elinin nasırlı olmasından dolayı kendisine Nasır Paşa demişler. Ancak kendisi bu olaylar olduğunda yaklaşık bir yıldır ortalıkta görünmüyordu. En son bir hastalığa kapıldığından dolayı buraları terk etti demişlerdi o zamanlar.

Kolcular olayı araştırmaya devam ediyorlardı. En çok Kabakçı Ağa’nın kafasının nasıl yarıldığı sorusu kafalarını meşgul ediyordu. Keskin olmayan sert bir cisimle vurmuş olabilirler demişlerdi ilk başlarda. Sonra bunu değiştirip başka bir şey dediler. İşi cin çarpmasına, şeytan büyüsünün etkisi altında kalıp kafasının patladığını öne sürenler bile çıkmıştı.

Bu olaydan beş gün sonra ise devlet dairesinin bir müdürünün öldüğü haberi duyulmuştu. Tam iş çıkış saatleri sırasında olmuş olay. Kabakçı Ağa’nın kafası gibi aynı şekilde patlatılmış demişlerdi. Koltuğunda otururken yapılmış bu iş. Bu devlet dairesinde çalışanlar çıktıktan yaklaşık bir saat sonra müdür çıkabiliyordu. Çünkü oluşturulan günlük raporların gün sonunda imzalanıp postalanması gerekiyordu. Raporun ne zaman neye göre geleceği belli olmadığından en son çalışan kişi daireden çıkana kadar rapor gelebilirdi. Müdür ise bunları inceleyip imzalardı.

Öldüren kimse müdürün geç saate kaldığını biliyor olmalıydı. Belki ailesinden birisi veya dairede çalışanlardan birisiydi. Ancak kolcuların dikkatine takılan diğer şey ise pencere olmuştu. Müdürü odasında ölü bulduklarında pencere açıkmış ve yağan yağmur içeriyi iyi bir şekilde ıslatmış. Yani kolcuların fikrine göre katil pencereden girmiş olabilirdi. Bu durumda katilin, müdürün çıkış saatini bilip bilmemesine gerek kalmazdı. Çalışanların olduğu sırada bile pencereden girip müdürü öldürebilirdi. Kolcular, çalışanlardan birisi olup olmadığı üzerinde durdu. Tartıştığı veya kendisini tehdit eden birisi olup olmadığını öğrenmek için çalışanların hepsini sorguya çektiler. Tabi bunu yaparken katilin pencereden girmiş olabileceğini gözardı ediyorlardı. Bunun sebebi ise müdürün odasının doğrudan ana caddeye bakması ve bu caddedeki kalabalık düşünülecek olursa katilin hiç görünmeden binaya tırmanıp pencereden girmiş olma ihtimali yok. Ancak pencereden girdiyse, bunu ancak binanın arka tarafından tırmanarak yapabilir. Yine de cevaplanamayan soru ise yüksek bir binaya bu kişi nasıl tırmanmış olabilir?

Bu olaydan üç gün sonra ise kafası yarılarak ölen son kişinin Çakal Doktor lakaplı birisi olduğunu öğrendik. Bir hastasını muayene ettikten sonra akşam saatlerinde evine giderken öldürülmüş. Çantasının bir cadde geride olduğuna bakılırsa Çakal Doktor katili görünce kaçmaya çalışmış ancak en sonunda onun da sonu diğerleri gibi olmuş. Ancak olayların ilginçleşmesi esas bundan sonra başlıyor. Çünkü kolcular araştırma yapmak için Çakal’ın üç katlı olan evine girdiklerinde bilmedikleri şeylerle karşılaşıyorlar. Daha önce hiç görülmemiş mekanik kurmalı aletler, değişik türde bitkilerle yapılmış ilaçlar ve zarlı dokusu olan şeylerle karşılaşıyorlar. Kolcu olan bir tanıdığım bunların insan veya bilinen bir canlıya ait olmayan organlar, uzuvlar olabileceğini söylemişti. Anlaşılan Çakal Doktor kendi araştırmasını yapıyormuş. Bodrum katına indiklerinde ise çok pis bir koku geliyormuş. Üç kilit ile kilitlenmiş ve demir ile sürgülenmiş bir kapıyı açtıklarında ise iki adet kafes bulmuşlar. Bunların büyüklüğü bir aslanın içine sığabileceği kadarmış. Kafeslerden birinin kapısı parçalanmış olarak bulunmuş. Diğerinin ise üstü bir örtü ile örtülüymüş. Örtüyü açtıklarında ise ne görmüşler dersiniz? İri yarı vücudu olan ve suratı kıllarla kaplı olan, boyu yaklaşık iki metreye yakın ölü bir yaratık. Evet, benim köprüde gördüğüm yaratıktan. Şimdi izin verin size bu yaratığın neden öldüğünü ve diğer yaratığın ise neden kafeste olmadığını Çakal Doktor’un günlüğünden kısaca okumak istiyorum. Neyse ki kolcular bunların yayınlanmasına izin vermişlerdi.

 

*

 

3.Ç-220-17,02

Sonunda uygun bir denek buldum. Bu da diğer evsizler gibi sokakta yaşıyordu ve aşırı derecede sarhoştu. Aslında bu adamı uzun zamandır izliyordum acaba iyi bir denek olabilir mi diye. Sonunda onu diğer sarhoşlarla birlikte uyumuyorken yakaladım ve iğne ile derin uykuya bıraktım. Sarhoş bile olsalar başkasının bu olayları görmemesi gerekir. Risk alamam. Deneği el arabasına zorla taşıdım ve üstünü örterek ara sokaklardan evime getirdim. Eve girerken karşı evin perdesinin oynadığını fark ettim. Beyis Bey umarım görmemiştir…

 

3.Ç-220-18,02

Hazırladığım ilacı uyku halindeki sarhoşa verdim. Sarhoş olması gerçekten işime yaradı. İlaç verirken zorluk çıkartmıyor. Yıllardır feylosoflar üstinsanın nasıl olması gerektiğini düşündü, ben ise bunu gerçekleştiriyorum. Gerçi onlar olmasa aklıma böyle bir şey gelmeyebilirdi. Sarhoş veya denek demek yerine ona bir isim vermeliyim…

 

3.Ç-220-20,02

Zerruş’un bugün damar renkleri değişip daha koyu bir renge büründü. Adını Zerruş koydum ama kulağa biraz garip geliyor. Gerçi söyleye söyleye alışırım herhalde. Sipariş verdiğim diğer malzemeler ise kapıma kadar gelmiş bugün ben evde yokken. Benim yerime Beyis Bey’e bırakmışlar tanıyorlar diye. Akşam eve geldiğimde Beyis Bey haber verdi, gittim aldım eşyalarımı. Bunların ne olduğunu sorduğunda doktor eşyaları diyerek geçiştirdim. Pek inanmışa benzemiyordu…

 

3.Ç-220-09,05

Zerruş’un boyu uzamaya ve irileşmeye başladı. Suratı ise kıllanmaya başladı. Böyle olmaması gerekiyordu. Bir şeyler ters gitti anlaşılan. Yeni ilaçlar denemem lazım…

 

3.Ç-220-22,08

Olmuyor! Ne tür ilaç hazırlayıp iğne yaptıysam işe yaramadı. Zerruş daha çok irileşip suratı iyice kıllandı. İlacın yan etkilerinden dolayı bağırıp duruyor. Karanlıkta kaldığı için kendisini güvende hissedip belki sessizleşir diye kafesin üstünü örttüm…

 

3.Ç-220-24,08

Beyis Bey bugün kahve içmeye geldi. Genç ve sessiz bir adam. Gün boyunca müdürü hakkında konuşup durdu. Müdürünün kendisini nasıl ezdiğini söyledi. Buna karşılık ne yaptığını sorduğumdaysa “Hiç” dedi. Garip insan doğrusu. Böyle bir olay karşısında nasıl tepkisiz kalabiliyor, hayret. Sevdiği birisi olup olmadığını sorduğumda önce cevap vermekten kaçındı, daha sonra ise birisini sevdiğini ancak onun kendisini sevmediğini söyledi. Beyis Bey ile konuşurken aşağıdan Zerruş bağırdı. Beyis Bey bunu duydu ve sesin geldiği yöne doğru bir süre baktıktan sonra gözlerini bana çevirdi. Bir şey demeden kahvesini yudumladıktan sonra kahve için teşekkür edip evden ayrıldı. O sesin ne olduğunu sorsaydı eğer ne derdim bilmiyorum…

 

3.Ç-220-30,08

Beyis Bey yine kahve içmeye geldi, sohbet ettik. Öyle bir adam ki yanı başınızda yürüse fark etmezsiniz, kendini göstermeyi beceremiyor. Söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla kafası çok karışık, ne yapacağını bilemiyor. Gözleri sürekli bir yere takılıyor ve o şekilde gözlerimin içine bakmadan konuşuyor. Sorduğum şeyleri tekrarlattırıyor bana. Duyamadığından değil, odaklanamadığından söylediklerimi anlamıyor. Odaklanamamasının sebebi kafasının sürekli bir şeylerle meşgul olduğunu gösteriyor. Acaba benimle konuşurken o sırada başka neler düşünüyor, gerçekten merak ediyorum. Zerruş iyi, denek başarısız olduğundan ne yapacağımı bilemiyorum…

 

3.Ç-220-15,09

Bugün, deneyim için yeni bir fırsat çıktı karşıma. Beyis Bey yanıma geldiğinde bana içini döktü. Artık yaşamak istemediğini ve hayatına belki benim yapacağım bir iğneyle son verebileciğimi söyledi. Umarım bunu başkasına söylememiştir yoksa yanarım. Hayatı boyunca kendisine bir amaç edinemediğini, bu yüzden hayattan zevk alamadığını ve bu yaşına kadar isteklerini gerçekleştiremediğini söyledi. Özellikle bir isteğini gerçekleştirmek için yaşının geçmiş olduğunu belirtti ancak ne isteği olduğu hakkında bir şey söylemedi. Hayatını boşa harcamış gibi hissediyor. Beyis Bey’in sorunu ruhsal. Yapabilirse ancak kendi kendine yardım eder ama onu gördüğüm kadarıyla çok zor. Uçurumdan atladıktan sonra atlamamayı dilemiş olmak gibi bir şey. Kendisine iğne yaparak hayatına son vermeyi kabul ettim ancak hayatına son vermek yerine onu üstinsan yapacağım! Beyis Bey benim deneğim olacak ama ilaçların etkisindeyken bunu zaten anlayamaz. Üstinsan olduğu zaman ise eski yaşamından eser kalmayacak zaten…

 

3.Ç-220-17,09

Beyis Bey’i bugün yatağa yatırdıktan sonra iğneyi yaptım. Öleceğini, gözlerini bir daha açmayacağını zannediyor. Çektiği acılardan sonra huzurlu olmak istiyor. Üstinsan olduğunda daha huzurlu olacak. Buna şüphe yok!

 

3.Ç-220-05,10

Beyis Bey’e, Zerruş’a verdiğim gibi uyku ilaçları vermiyorum. Ama buna rağmen çok sakin. Şu an kendisinin Beyis Bey olup olmadığını, geçmişte kim olduğunu hatırlıyor mu bilmiyorum. Yeni bir kafes getirttim ve ne olur ne olmaz diye Beyis Bey’i içine koydum. Elleriyle başını kapatmış vaziyette tüm gün sessiz bir şekilde oturuyor.

 

3.Ç-221-07,01

Beyis Bey’in suratı kıllanmaya başladı. Beni görüp görmediğini bile bilmiyorum. Yarattığım şey benimle iletişime geçmiyor! Acaba Tanrı bizim hakkımızda aynı şeyi mi düşünüyor?

 

3.Ç-221-12,02

Beyis Bey çıldırmaya başladı! Tüm gün bağırıyor, inliyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. İğne yapacak kadar bile yanına yaklaşamıyorum. Üstinsan deneyi ise yine başarısız oldu. Sanırım Beyis Bey kendisi olduğunu biliyor. Bu yüzden bana kızgın olabilir…

 

3.Ç-221-09,04

Bunun olduğuna inanamıyorum! Beyis bey kafesten kaçmış. Bir kaç hastayı muayene etmeye gitmiştim ama döndüğümde Beyis Bey yoktu. Kafesi parçalamış ve bodrum kapısını kırarak evden kaçmış. Kaçarken ise en üst katın penceresinden çıkmış olabilir, giderken açık bırakmıştım. O ellerle istediği her tür binaya tırmanıp kaçabilir. Güvende değilim…

 

3.Ç-221-23,04

İki hafta oldu Beyis Bey’den haber yok. Bu yağmurlu havada nerede sığınıyor olabilir? Büyük ihtimalle karanlık, kuytu köşeleri seçmiştir…

 

3.Ç-221-03,05

Çok kötü şeyler oldu! Bugün Beyis Bey’i bulabilmek için ara caddelere, kuytu yerlere bakıyordum. Uzun süre aradıktan sonra tam evime dönecekken Delgun Nehri üzerindeki köprüden geçecektim ki köprünün üzerinde Beyis Bey’i gördüm! Omzunda taşıdığı büyük bir şeyi köprüden fırlattı. Umarım tahmin ettiğim şey değildir. Benim yüz metre kadar önümde ise bu olayı gören, elinde kasa taşıyan genç bir adam vardı. Beni görmemesi için hemen saklandım. Beyis Bey işini bitirdikten sonra köprünün diğer ucundan kaçmıştı. Bu adamın ise kim olduğunu onu takip ederek öğrendim. Nalbantta çalışan bir çırakmış meğer. Ne yapacağımı bilemedim. Bu durumu bildirmek için kolcu karakoluna uğradım ama kendimi belli ettirmemeliydim. Not defterimi çıkarıp köprüden bir ceset atılmış olabileceğini, daha fazla bilgi için şu yerdeki nalbantta çalışan çırak ile konuşmaları gerektiğini yazan bir not yazdım ve kağıdı taşa sarıp karakolun kapısından içeri doğru yavaşça fırlatıp hemen oradan kaçtım. Umarım yazımı dikkate alırlar…

 

3.Ç-221-05,05

Tahmin ettiğim gibi, Tanrım! Beyis Bey sevdiği kadını öldürmüş. Gazetelerde öldürdüğü kadının fotoğrafları var, tıpkı Beyis Bey’in bana uzun uzun anlattığı gibi bir kadın. Onu boğarak öldürmüş. Ancak Beyis Bey’in bunu isteyerek yaptığını sanmıyorum. Bu kadar sakin ve üzgün biri birden canavara dönüşmüş olamaz. Onun yanına gitme sebebi yaşadığı yalnızlıktan dolayı olmalı. Sadece ona görünmek istemiş gibi ama kadın kendisini görünce bağırdıysa eğer ne yapacağını bilemeyip susturmak için istemeden öldürmüş olabilir. Kadını öldürdüğü için şimdi kendisine daha kızgın olacaktır…

 

3.Ç-221-14,05

Kabakçı Ağa’yı öldürmüş bu sefer. Kendisinin öldürdüğüne şüphe yok. Kafası ortadan ikiye yarılmış ve bunun keskin bir şeyle yapıldığına dair kanıt yok. Beyis Bey onun kafasını elleriyle ikiye yardı, kesin. O ellerle istediği şeyi yapabilir. Kabakçı Ağa’yı neden öldürdüğünü bilmiyorum ama analiz yapacak olursak Kabakçı ağa baskın ve zorba bir insan. Beyis Bey ise yıllarca böyle insanlardan eziyet görmüş birisi. Beyis Bey artık güçleri elinde tuttuğunu anlayınca ona karşı gelebileceğini anlamış ve bir bakıma isyan etmiş. Gücü elinde bulunduran kişi diğerlerine eziyet ederse ve eziyet görenler toplum tarafından küçümsenirse yıllar sonra bir canavar yaratmış olurlar. Beyis Bey’in başına bu geldi. Ama tam olarak neden onu hedef aldığını bilemiyorum…

 

3.Ç-221-19,05

Ölümler umarım artmaz derken bugün Beyis Bey’in müdürünü öldürdüğünü öğrendim. Daha doğrusu öldürenin Beyis Bey olduğunu benden başka kimse bilmiyor. Binaya öyle birisinin girdiğini kimse görmemiş ama müdürün penceresi açıkmış. O ellerle o binaya tırmanır, üstüne o adamı öldürür. Bunu daha önce yazmıştım sanırım, hatırlamıyorum. Müdürü neden öldürdüğü konusuna gelelim. Tıpkı Kabakçı Ağa’da olduğu gibi bunda da baskın bir karakter görüyoruz. Beyis Bey yıllarca içine attığı ve şimdiye kadar hiç fark edemediği öfkesini ortaya çıkartmış. Böylesine ezilmiş biri öfkesini anca böyle insanlardan çıkartır…

 

3.Ç-221-21,05

Her an ölebilme ihtimalim var. Beyis Bey peşimde olabilir. Ben öldükten sonra Zerruş’u bir sirke götürebilirler veya ona eziyet edebilirler. Daha kötüsü ise onun tekrar sokaklara dönüp görünüşünden dolayı toplumun onu dışlaması olacaktır. Sarhoş olduğu zamanlar yeterince dışlanmıştır diye tahmin ediyorum. Ya da toplum tarafından dışlandığı için sarhoş olmuş olmak istemiş olabilir, bilemiyorum. Bu yüzden en iyisi ona iğne yapıp öldürmek. Bunu Beyis Bey’e kendisi istediği zaman yapmalıydım…

 

*

 

Size Çakal Bey’in günlüğüne yazdığı son sayfayı okudum. Sizin de bildiğiniz gibi bu tarihten bir gün sonra Çakal Doktor’un kafası yarılmış bulunuyor. Yani Beyis Bey tarafından öldürülmüş. Beyis Bey bir tür intikam almak istemiş anlaşılan. Zaten bu hayatta istekleri yerine gelmemiş bir insanın bir de son isteği yerine gelmediği için aşırı öfkelenmişe benziyor. Çakal Doktor’u öldürme sebebi bu olmalı.

Peki tüm bu olaylardan sonra ne oldu bilir misiniz? Çakal Doktor’un ölümünden iki gün sonra ise bir köprünün altında yine bir ceset bulundu. Öyle bir köprü ki kimse kullanmıyordu. Güneş ışığı bile vurmaz, bu yüzden gölgede sşırı soğuk olurdu. Cesedin kafası diğerleri gibi ortadan ikiye ayrılmış. Ancak bu bulunan ceset zayıf birisiymiş. Yani  görünüşü Çakal Doktor’un raporlarındaki gibi baskın ve zorba bir karaktere benzemiyormuş. Yarık, kafasından başlayıp ağzına kadar iniyormuş. Çok güçlü bir şekilde yarılmış olmalı. Yapılan uzun araştırmalardan sonra cesedin Beyis Bey’e ait olduğu ortaya çıktı. Yani kendi kafasını kendisi yarmış.

Beyis Bey intihar etmek istiyordu, doğru. Ancak intihar etmek istediği için mi kendisini öldürdü yoksa kendisinin de baskın ve zorba birisi yani bir kabadayı olabileceğini anladığı ve bunun önüne geçmek için mi kendisini öldürdü, bilemiyorum. Ama yarım kalan bir işi bitirmek istediği daha çok ağır basıyor.

Beyis Bey’in Elinden Gelen Budur” için 2 Yorum Var

  1. Yazarın bir önceki öyküsüne yaptığım yorumu bu öyküsü için de yapacağım. Nedense yazar bir süredir yazdığı halde öykülerinden acemilik okunuyor. Ancak geçen ayki öyküsüne nazaran bu öyküsü daha başarılı; öykünün unsurları, betimlemeler, ifadeler daha bir yerli yerinde olmuş. Öykünün hikayesinin çıkış noktası son derece ilgi çekiciyken olay örgüsü ile bu ilgi okuma esnasında dağılıyor, olay örgüsünün üstüne pek düşülmemiş, planlama yapılmamış gibi. Ancak öyküde yazım yanlışlarının hiç denecek kadar az olmasına da ayrıca değinmek gerekiyor.

  2. Öykü ilgi çekiciydi. Konuyu sevsem de hikayenin işlenişinde biraz eksiklik var gibi. Karakterin anlatımını başarılı buldum, final güzel bağlanmış. Biraz daha detayla hikaye daha etkileyici olabilirdi. Ellerinize sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *