Öykü

Bir Panayır Palyaçosu & Bir Işık Düştü O Gece Gökten

Efendim hikâyemiz, yakın tarihimizin meçhul bir zamanında, yurdumuzun herhangi bir kıymetli bölgesinde geçmekte ve bir ecnebi kumpanyası ile seyahat eden köksüz, kimsesiz, bir fakir palyaçonun efsunlu gecesini anlatmaktadır. Öykünün bazı yerleri size inanılmaz gelebilir fakat işte olan budur. Buyurunuz;

Derme çatma kurulmuş bir bez oda, çadırdı. İçeride beş adam vardı. Beşin üçü haydut. Haydutların elebaşı ağır ağır yürüdü oda içinde. Yarısı yenmiş elmadan bir ısırık daha aldı ve ağır ağır yürüdü, ağır ağır. Saatler sürse de bu yürüyüş, nihayetinde geldi o an ve kara esvaplı, varıp palyaçonun önünde durdu. Eğilip, onun beyaz boyalı suratına iyice yaklaştırdı bet suratını. Bu haldeyken elmasını tekrar ağzına götürdüğünde, bahtsız meyve öbür yandan neredeyse palyaçonun kızıl burnuna yapışacaktı. Bet adam sularını palyaçonun suratına fışkırtarak koca bir ısırık daha aldı elmadan. Sonra da bunu komik bularak elma püresiyle dolu habis ağzını aça aça güldü. O gülünce adamları da güldü. Fakat palyaço gözünü bile kırpmadı. Haydut başı sordu:

“Kız nerede?”

“…”

“Hepinizi keseyim mi istersin? Söyle, nerede o çingene aşüfte” Yine güldü çirkin çirkin: “Söyle yoksa seni oynatırım onun yerine”

Bu haydut çetesi, cihan dönmüş ecnebilerden mürekkep panayırın şu toprağa kurulasından altı ay kadar önce tebelleş olmuştu kasabanın başına. Dert gibi dertlerdi. Esnafın çırağını, tüccarın malını, eşrafın saygınlığını tüketmiş, dahi cemi cümlesinin namusuna dikmişti gözünü. Her ay iki üç evli kadın, oğlan yahut da gelinlik çağında kız kaçırılıyordu ki bunların ancak bir iki tanesi bulunabilmişti, onların da ancak cesetleri. Dağda asker, belde polis, mücavirde jandarma; nerde kim baksa, çete hepsinden paçasını kurtarmıştı. Öyle yordam bilir bir bela idi bunlar.

Haydutların başı konuşmadığı vakit, esasen, hayduttan çok köylüye benzer bir adamdır, bu gibi giyinir. Göbekli, orta boylu, eli ayağı iri, kafası dazlak, sakalı seyrek, yüzü yuvarlak… Velhasıl sıradan görünümlü biridir. Fakat o bet ağzını açıp da turuncudan karaya dönen çapraşık dişleri meydana çıktı mı, o su görmemiş ağzının kokusu havayı doldurup kirletti mi, na o zaman bu herifte bir dalavere olduğu anlaşılırdı. Fakat ne kadar olsa, sık sık tebdili kıyafet çarşı pazar dolanan bu sıradan görünüşlü adamın bir haydut, hem ne haydut olduğuna kimse ihtimal veremezdi. Haydut başı söyledi:

“Konuş ulen konuş. Dilini mi yuttun boyalı surat?”

Bu sefer, odadaki diğer döşeğin sahibi yaşlı seyis lafa girdi: “Konuşamaz, bîzebândır.” Bunu söyleyince iki parmağını makas edip dilini keser gibi yaptı. Haydudun ağzı bir yana kıvrıldı:

“O vakit kalkıp gösterecek yerini, o sakladı bilirim. Göstermezse dilini hakikaten keserim onun, suskunluğuna değer o vakit.”

Fakat o bunu söyler söylemez palyaço öyle kuvvetle hapşırdı ki burnunun ucundaki kızıl top fırlayıp ta karşıki köşeye uçtu. Ve sonra da olanlar oldu.

 

Bu, yaylı bandı “La Follia” çalmaya başlamadan dört saat yirmi sekiz dakika, palyaço küçük abdest bozmak üzere kuytuda bir ağaç dibine yanaşmazdan dört saat bir dakika ve gökte bir yıldızın kaydığı o kutlu vakitten de tamı tamına dört saat sonraydı. Sıralama tam olarak böyleydi ve sonra da bam! Ormandan art arda birkaç el silah sesi duyulmuştu. Panayırın bu gürültüyü ruhu duymadıysa da, kolluk gelip sorgu çekmiş, tüm civar milyonuncu kez didiklenip aranmıştı. Ve onlar gidince ve ortalık tenhalaşınca, panayır çalışanları çadırlarına dağılıp tüm yorgunluklarıyla uykuya dalmıştı. Palyaço hariç. Çünkü onun bir sırrı vardı.

Evet, her şey o sinir bozucu kemanların akortsuz tellerini gıcırdata gıcırdata, başarısız bir “La Follia” çalma çabasıyla başlamıştı. Palyaço bu ucubenin de ucubesi şova tahammül edemeyerek ana çadırı terk etmiş, kendi gösterisinin vakti gelene kadar biraz yürüyebileceğini düşünmüştü. Saat akşamın dokuzuydu. Yürümeyi severdi. Esasen Vivaldi’yi de severdi ve La Follia dinlemek de hoşuna giderdi elbette ama bu gülünç yaylı dörtlüsü tüm ciddiyetiyle, iyi bir iş yaptığına inanarak, onu mahvediyor, eğip büküyor, tüm güzelliğini kırıyordu. Bu çirkin ses, ahraz palyaçonun kalbini kırıyordu.

Çadırlardan yeterince uzaklaştığına kanaat getirince tenhada kalan bir ağaca yanaştı, uçkurunu çözdü ve çöğdürmeye başladı. Son haddinde sıkışmış mesanenin vanasını gevşetip de böyle uzun uzun işemek biçarenin duygularını gevşetti. Fakat işte o anda başını keyifle geriye atmış bulundu ve gördü. Gökte, ardında bir huzme bırakarak kayıp gelen bir göktaşı, bir yıldız, bir ışık patlaması, neyse… Az ilerisindeki ormana doğru alçalıp son bir parıltı ile yandı ve kayboldu sık ağaçların arasında. Vay canına yahu! Palyaço ağzı açık bakakaldı fakat sandı ki temaşa bununla sınırlıdır, şaşkınlığını yutup gülümsedi. Vay ki ne vay! Dilek tutmak gelmedi aklına, gelse de dileyecek bir şey bulamazdı muhtemelen; belki şu kemanların ıslahını… Böyle beklenmedik bir anda ve aniden ne dileyebilirdi ki insan? Fakat işte, siz dilemeseniz de olur olacak olanlar.

Az sonra birkaç el silah sesi duyuldu ki palyaço bu esnada uçkurunu toplamış, ayakkabısının ucuyla toprağı eşeleyerek kayan yıldızın güzelliğini düşünüyordu. Sesi duyunca ellerini kulaklarına kapatıp gayriihtiyari eğildi, o halde koşup bir ağacın arkasına gizlendi. Ses orman içlerinden, evvelce ışığın düştüğü yönden geliyordu. Kurşunlar kesilince bir müddet bekledi. Ve sonra bir başka ses duydu, panayırın uzaktan gelen her şeyden habersiz şetaretli gürültüsü müstesna tekinsiz gece sessizliği içindeki tek kıpırtıydı bu. Kendisine doğru yerdeki yaprakları hışırdatarak hızla yuvarlanan bir şey… Ağacın arkasında durmaksızın atan nabzı, tuttuğu soluğu ve neredeyse tamamen duran zihin akışına rağmen nasıl olduysa aklına getirdi ve kırmızı topçuk burnu çıkarıp cebine attı. Bir arbede anında, ola ki kaçabildi, kaybetmek isteyeceği son şey olurdu bu buruncuk.

Sesi nihayet yanı başında duyunca gözlerini kapattı. Ancak beklediği ve korktuğu gibi olmadı. Yalnız misketten ufak ışıklı, parıltılı bir beyaz topçuk yuvarlandı geldi, ayağının dibinde durdu. Bir müddet bekleyip başına bir hal gelmeyince, palyaço da gözünün birini açıp baktı ki bu hayal topu karşısında. Nedir, demeye kalmadan evvela yakından bir el silah sesi daha geldi, saniyen ışıklı topçuk destursuz sıçradı, palyaçonun burnunu koyduğu cebe sıvıştı. Sonra da sanki eli, parmağı varmış gibi biçareyi sıkıştırıp çimdikledi, yerinden kalkana kadar haniyse etini morarttı adamın.

Bit, pire midir, böcek mi yahut bir efsun, bir tılsım mıdır? Neyse nedir, oğlanın canı öyle yandı ki panayıra doğru koşturmaya başladı. O koştukça arkasında bir takım sesler peydah oluyor, dahası bunlar giderek yaklaşıyordu, neyse ki devasa şov ayakkabıları yerine bir çift burnu havada çarık vardı ayacıklarında. Nihayet bir el silah sesi daha gelip, kurşun biçare palyaçonun kulağı civarından vınlayarak geçince Palyaço can derdi ve cımırılıp bükülen etinin acısıyla tabana bir kuvvet verdi ki ardındakilerle arası epeyce açıldı.

Hamdüsenalar olsun, tek parça vardı panayıra. Fakat işte şimdi aklı hepten durmuştu, yiyecek tezgâhlarını, salıncaklarla diğer oyuncakları geçti; her şey birbirine girmiş gibiydi, her yer kalabalık, sesler yüksek… Koşan bir palyaçoyu işaret eden parmaklar, alnına doğru uzanan parmaklar vardı ve silahlar patlamamış gibi şen gülüyordu insanlar. Uğultu, uğultu, uğultu…

Sonunda tamamen el ayak alışkanlığı ile ana çadırı buldu. Yaylı çalgılar dörtlüsü, kim bilir hangi gösterinin arasında yine bir şeyler çalıyordu. Tuhaf müzikleri kendisine getirdi palyaçoyu. Arka kapının ağzındaydı. İnsanlar oturma sıralarında yerlerini alırken, sırtından biri itmiş gibi tökezleyip sendeleyerek sahneye daldı. İnsanlar, elbette, bambaşka bir şov için bilet almıştı ve fakat karşılarında bir palyaço duruyordu. Seyirci şaştı, orkestra şaştı, palyaçonun kendisi bile şaştı bu işe. Hepsi bir anda durdu. İlk ayıkan, işi pişirip kotaransa, ilginçtir, orkestra oldu. Bir anda evvelce çaldıkları o heyecanlı, barok besteye, La Follia’ya geri döndüler. Fakat bir tuhaflık vardı, sanki besteyi bizim beceriksiz dörtlü değil de harikulade bir senfoni orkestrası çalıyordu, Vivaldi duysa kıskanır ve gurur duyardı buncağızlarla. İlahi bir el dokunmuş gibi omuzlarına, üstlerine peri tozu serpilmiş gibi… Sanki yıldız kayarken dilemediği dilek gerçek olmuştu palyaçonun. Yıldızların da mizah anlayışı var. Fakat tüm tuhaflıklara rağmen ortada bir gerçek de vardı: Palyaço sahnedeydi! Ve herkes bilir ki şov devam etmelidir.

Elvan boyalı adam en mühim aksesuarını, sahte, kırmızı topçuk burnunu çıkarıp, düzgün ve karakterli gerçek burnunun ucuna taktı, lastiğini başının arkasından geçirip tutturdu. Burnu takar takmaz bir kaşıntı hissedip bir iki kıvırdı, hava çekti içeri. Sonra klasik şovlarından birine başladı. Ön sıradaki orta yaşlı bir Yahudi kadına reverans ederek boynundaki şık ipek şalı, el çabukluğuyla, yumuşakça çekip aldı. Kadına tatlı bir tebessümün yürek çarpıntısını bırakıp göz kırptı. Üç dört sıra yanındaki bir adamdan da fötr şapka yürüttükten sonra sahneye döndü. Burnunu iki kere daha kaşıntıyla çekti bu esnada.

Şapkayı evirdi çevirdi, ne yapacağını bilemez gibi bakındı; ayağına, koluna, omzuna, büyük bir ciddiyetle, elbette kahkahalar eşliğinde, giymeyi denedi; hiçbirine oturmayınca arkaya doğru yükselttiği poposuna giyecek oldu ki son anda aydınlanmış bir tebessümle bu işten de vazgeçti, tabi ki yeri orası değildi! Şapkayı bilmiş bir edayla döndürüp göbeğine yerleştirdi bu defa. Ve bu hamleden öyle memnun kaldı ki, sırtını geriye yatıra yatıra sessiz kahkahalar attı. Sessizliği seyirciler kendi kahkahaları ile doldurdu. Evet, bir zamanlar böyle şeyler komik bulunurdu.

Şapkayı göbeğinden zıplatıp parmağının ucuna geçirdi, şöyle bir döndürüp başına oturttu. Sırayı ipek şala getirdi. Niyeti bu küçük şovu da bitirip sahneyi esas sahibine terk etmekti. Fakat yıldızlar… Onlar bu kadarcık şakayla yetinmezdi.

İpek şalı iki elinde ters yöne döndürerek burguladı, bu esnada seyircilerin dikkatini, onlara doğru hafif eğilip, ayakları sabit halde 180 derece dönerek üzerine topladı. İki elini düşman kardeşler gibi oynatıp şalı iki ucundan çekiştirmeye başladı, boyalı yüzü öyle şaşkın bir hal almıştı ki neredeyse bu eller bu adamın değil denebilirdi. Palyaço fal taşı gibi açılmış gözlerle ellerinin şovunu izler, tedirgin halde seyirciden medet umarken, nihayet sol el havlu attı ve ipek şal sağ yumruğu içinde kaldı. Muzaffer el öyle coşkuya kapılmıştı ki tüm salonun tezahüratı eşliğinde şalı döndürüp havada kırbaç gibi üç kez şaklattı. Ve jübilesini yapmak üzere, giderek hızlanan hareketlerle, şalı burgudan çözüp zarifçe havaya fırlattı. Şal yükseldi, dalgalandı ve alçalmaya başladı. Fakat işte yıldızlar… Yeterince yaklaşamadan palyaçonun eline, adam müthiş ve dahi engellenemez bir kaşıntıyla şala doğru yüksek perdeden, sarsıntıyla hapşırdı. Kırmızı burun havaya doğru fırlayıp geri döndü, yerine oturdu. Fakat kimse böyle hapşıramaz, dahası hiçbir hapşırık böylesi bir olaya vesile olamazdı. Hayır, burnun kusursuz biçimde yerine dönüşünden bahsetmiyorum. Daha büyük bir şey oldu.

Kimse, ne olduk diyemeden, ortalığı ışık bastı; yer gök kör edici bir parıltıyla doldu. Yalnız kör değil, hem sağır ve dilsiz oldu tüm salon aniden ve biran için tüm zihinler çalışmayı bıraktı. Sonra ışık küçülüp yok oldu, salon eski haline döndü, insanlar gözlerini kırpıştırarak havsalalarını geri kazandı. Ve karşılarında, palyaçonun yanında, peri kızı gibi dünyalar güzeli bir dilber duruyordu. Hem peri gibi, kuğu gibi, eteği dalgalı bembeyaz bir mini elbise vardı üstünde. Başında, alnını dönen tüylü, tüllü, elmaslı bir beyaz bant ve ayağında ipi dizine kadar dolanmış simli bir zarif, beyaz yemeni.

Orkestra kalakaldı, seyirci keza. İlk kendine gelen fötrü alınan adam oldu, şaşkın bir takdirle alkışlamaya başladı bu benzersiz doğaçlamayı. Ardından, bir iki derken tüm salon alkış ve tezahüratla doldu. Palyaço şok içinde arkasını dönüp kaçacakken peri kızı bileğine yapıştı ve kendisine doğru çekti onu: “dans et benimle”. Konuşan kızın dudakları değil gözleri, belki zihniydi. Palyaço iyice ürküp kaçmak istedi, kız tutup yeniden kendisine çekti onu. Bu ihtiraslı kedi fare oyunu, seyirciyi neşelendirdi. Orkestra da havaya uyup, müziğe kaldığı yerden devam etti. Kız tüm zarafetine rağmen öyle güçlü ve baskındı ki hayranlık uyandırıyordu oyunu. Karşısındaki komik giyimli, boyalı adam bu perice kızın yanında bir hilkat garibesi, bir berduş gibi kalmıştı. Kız onu kah ileri itiyor, kollarını yana açarak halkı selamlatıyor kah yanına çekiyor, efsunlarla gözlerinin içine hapsediyordu. Palyaçonun yeşilli, kırmızılı, mavili, morlu, elvan kostümü; bembeyaz boyalı suratı, al makyajı ve kırmızı topçuk burnu, kafasında tüm bu curcunadan yorgun asık suratlı fötr. O makyajın altında uzun, güvenilir bir surat ve toprak gibi koyu, derin gözler vardı. Kız o gözlere sarılıyor, onu kolları arasında en güvende hissettirdiği anda kendisinden uzaklaştırıp şöyle bir döndürüyor ve tutup koluna yatırıyordu. Palyaço bu ucube danstan hem utanıyor hem de bir yanıyla hoş buluyordu onu. Bu tuhaflığın içinde hoş bulduğu şey güven duygusuydu muhakkak. Şu uzun ve yalnız ömründe, tüm çalkantıların ortasında tutulacak bir eldi sanki bu zarif, ışıltılı el.

Onlar böyle aksak kumrular gibi aynı anda hem hayranlık uyandıran hem de gülünç duran bir dansla kavrulup giderken, ikinci bir sahne ışığı, tepeden inip, arka kapının ağzına vurdu. Kapıdan girmiş sahneye doğru yürüyen orta boylu, göbekli bir adamı takip etti. Adam önce kasketini, ardından ceketini çıkarıp savurdu. Kollarını iki yana açıp dövüş pozisyonu aldı. Açık bir davetti bu. Palyaço, önce anlamadı bu adamın ne idüğünü fakat sonra aklında bir ışık çaktı. Bu sıradan görünümlü adam, ormanın kıyısında arkasından koşup kurşun sıkan sütü bozuk namert olmalıydı. Ve bu, ormandan sıyrılıp gelen silahlı namert, görünümü aksini söylese de ustaca gizlenmiş o meşhur dağ hayduduydu muhakkak. Sahne kalabalıklaştıkça kahkahası büyüyen seyircinin şevkine sığınıp ve onun varlıklarını bir tılsım, bir koruyu kalkan gibi gererek göğsüne sahnede kalmaya, nihayet bir ara punduna getirip tüm bu tuhaflıktan sıvışmaya karar verdi.

Kız, palyaçoyu yanına çekti, elini eline kenetledi. Bu defa haydut hamle etti, atılıp kızın boşta kalan bileğine yapıştı. Eh, işte şimdi ormanlar sahasında bir çiftleşme ritüeline, gerçek bir mücadeleye dönüşmüştü bu tuhaf dans. Haydut kah kızın bileğine kah palyaçonun boğazına davrandı. Kah palyaço kıza kah kız palyaçoya siper oldu, yeri geldi birlik oldular, haydudu tutup balerin gibi döndürdüler ekseninde, kollarından çekip sırtından itip reveranslarla seyirciyi selamlattılar ve yaylı dörtlüsü de yükselip alçalan müziğiyle eşlik etti onlara. Müzikle hemhal, alçalıp yükseliyor, incelip kalınlaşıyor, uzayıp kısalıyorlardı. Ve nihayet müzik sona erdiğinde ve dans bittiğinde, iki adam kan ter içinde, hatmi gibi mağrur yükselmiş peri kızının ayakları dibindeydi.

Bir alkış kıyamet, kahkahalar… Bu esnada, şapkasından olmak istemeyen ve tüm gösteri boyunca bir gözü şapkada kalan fötrsüz adam, sahneye fırlayıp palyaçonun başına müthiş bir dirayetle yapışıp milim oynamayan fötrünü kaptı. Onun bu atılımıyla, davranışını yanlış değerlendiren başkaca insanlar da dansçıları tebrik etmek üzere sahneye çıkmaya başladı. O sırada sahne sırası esasen kendisinde bulunan kovboy kız da atıyla sahneye fırlamasın mı? Haşr ile mahşere itilmiş şetaretli bir cemaat, keyfine göz değmesin neuzibillah. Üstüne bir de silah sesini araştıran polis otoları, sirenlerle panayıra dalınca… Hadi buyurun cenaze namazına.

Palyaço, tüm bu kargaşadan faydalanıp peri kızını tuttu, insanları üstlerinden sıyıra sıyıra çadırdan kaçtılar. Haydudun gözü döndü, polis demedi, düştü peşlerine… Amma az ileride palyaçoyu, polis tutmuş sorgular görünce, usu başını bulup oturdu, akıllandı. Tebdili kıyafet de olsa, evvelce haydut yüzünü kimse görmemiş, gören de eşek cennetini boylamış olsa, yine tedbir alıp tenhaya gizlendi. Panayır girişinde bıraktığı adamlarından yana kuşkusu yoktu, ehil gardaşlar, sireni duyunca erketeye yatmış işin sakinleşmesini bekliyordu muhakkak.

Haydut çetesinin aylardır yakalanamamasından kaynaklanan baskı ile polis üç saate yakın soruşturup araştırdı panayırla ormanı. Haydut bu esnada göze batmadan karabatak kuşu gibi o tenhadan bu tenhaya dalıp çıktı. Palyaço, kaçmak için hangi yola dönse ya bir polis yahut da bir panayır ahbabı durdurdu onu. Kaçmaya en yakın olduğu an, ışığı yarı çalışır yarı bozuk arka kapının köşesine, dört kez durdurulduktan sonra nihayet vardığıdır. Fakat çıkmadan evvel, gözüne orman tarafında bir gölge ilişti, az dikkatli bakınca gölgeler iki, üç, dört… oldu. Bunlar muhakkak haydudun yarenleriydi. Bereket onları fark etmişti de ağlarına düşmeden geri döndü, bereket haydut başını da ikinci saatin başlarında, dondurma tezgahı ile zincirli salıncağın arasında bir yerlerde düşürmüştü peşinden. Bereket perice kızı tam vaktinde saklamıştı da, cebindeki kırmızı burnu kontrol etti, bir de onun dikkat çeken parıltısının hesabını vermeye mecbur kalmamıştı sağa sola.

Vakit böylece geçti, tahkikat sonuçsuz kaldı, panayıra iki devriye bırakıp ayrıldı polisler. Dağılan ahaliyle bir palyaço da, gözden düşmüş yaşlı seyisle paylaştığı odasına çekildi. Niyeti biran evvel iki parça eşyayla biriktirdiği üç beş kuruşu heybesine tepip toz olmaktı. Burnu kaybetmemek için cebinden çıkarıp, gerçek burnunun üzerine taktı. Bir kapağı düşük topal dolabın kulpuna astığı tek takımını; göğüs kısmında ufak bir delik olan fakat temiz, yakası kolalı gömlek, üstünde bol duran ceket ve beli panayır terzisi tarafından daraltılan kat izli kumaş pantolonu dürüp heybeye tıktı, zemindeki halıyı sıyırıp toprağa gömdüğü para kutusunu da yanına kattı. Üç senedir aynı avuç içi çadırı paylaştığı yaşlı seyise işaret diliyle anlattı: “başımda bir dert var, gidiyorum, buradan göçtüğünüzde sizi bulurum. Ne olur ne olmaz, hakkını helal et baba.”

Oğlan kasketine uzandı, seyisin bir şey demesine kalmadan, kapı gıcırtıyla ağır ağır itildi ve dışarıdan sızan lamba ışığıyla bir, kapıda haydut başı göründü. Kafalar birken iki, ikiden üç oldu. Üç kara esvaplı, ağır ağır yürüyüp geldi odanın ortasına. Dışarıda fazlası vardı belli ki. Bir yol bulup kendini dışarı atabilse devriyelerden medet umabilirdi amma o daha hamle yapmadan bu kerkenezler kesiverirdi soluğunu. Sakince bıraktı kendini döşeğine. Dik durdu. Haydut başı kokulu bataklık ağzını aça aça, ne dayanılmaz işkencedir, güldü, söyledi:

“Benimle oynarsınız ha? Bak bakalım son gülen kim oldu boyalı surat?” kâseden bir elma kapıp şapırtıyla ısırdı.

Ve işte başta bahsettiğimiz olaylı hapşırık vakasına kadar da odayı turlayarak kendince gözdağı verdi, işkenceyi uzatmak için şapır şupur elma ısırıp tehlikeli bakışlar attı ve tehditkâr imalarla yüklü başarısız bir sorgu yürüttü. Sonunda palyaço kendisini tutamayarak öyle kuvvetli hapşırdı ki topçuk burun karşı köşeyi boyladı. Ve burun yere değer değmez bir ışık patlaması oldu, herkes kör, sağır, dilsiz kaldı. Işık çekilip yerinde, bu defa, uzun siyah bir esvap donanmış perice kız belirince, sadık gardaşlar çetesi kendilerini dışarı zor atıp arkalarına bakmadan kaçtılar. Geriye seyis, palyaço, peri kızı ve haydut başı kaldı. Haydut başı ormandayken kızın bir ağacın arkasına atılıp kaybolduğunu görmüştü ama kaçtığını ve onu karanlık yüzünden bulamadıklarını düşünmüştü. Fakat şimdi anlıyordu ki bu kız bir ateş mahlukuydu, bir peri, bir cin yahut da öyle bir şeydi. Ne erkeklik ve daha ziyade haydutluk gururuna yedirip kaçabilirdi ne de onu tutup bir yere sürükleyebilirdi. Oyunun palyaço ile aralarında döndüğünü düşünmüştü amma şimdi anlıyordu ki zar tutup atan, en başından beri, bu kinaver karıydı. Geriye tek seçenek kalıyordu, palyaço ile dövüşüp verdiği zayiatın onuruyla yetinmek ve sonra da son sürat tabanları yağlamak.

Fakat daha oğlana doğru attığı ilk adımda peri kızı yolunu kesip söyledi: unut! Sonra da yüzüne doğru üfledi adamın. Fakat sanki bir soluk değil de kasırga esmiş gibi suratına, adam çadırın derme çatma kapısından uçup gitti, az gerideki bir ağaçtan ve şangırtıyla sarsılan birkaç tezgahtan sekip meydana düştü. Düştüğü yerde, bu unut lafı nasıl bir efsundu ki, meczup gibi kendini bilmez, avare yatmaya başladı. Seslere koşan polis dili tutulmuş, aklı uçmuş yoldaşlarının ardından onu da yakaladığında zavallı adamın zihninde söyleyecek tek bir kelime bile kalmamıştı. Boşlukta süzülür gibi bembeyaz zihninin içinde gezinirken, bir memurun ‘haydut’ diye bağırıp üstüne koştuğunu duydu. Ve bu kelimeyi öğrendi, haydut, eski tatlı huzurlu bir hissi vardı buncağızın ve kalan ömrü boyunca yalnız gülüp bu kelimeyi bağırdı. Haydut, haydut, haydut…

Peri kızıyla palyaçoya gelince… Palyaço kıza teessüf etti, madem böyle kuvvetli efsunun vardı beni ne için kandırdın da hayduttan korkar gibi burnuma saklandın, diye sordu. Peri kızı da insan olmaya karar verip de gökten törenlerle yer küreye fırlatıldığında düşe düşe bu haydudun civarına düştüğünü, sonra da ‘göksel güçlerim hepten yitip gitmeden şu ciğersize bir oyun edeyim’ diye düşündüğünü anlattı. Fakat sonra karşısına palyaço çıkmıştı. Boyalı suratı, sevimli burnu ve o tuhaf güzel kostümü ile peri kızını güldürmüştü. Esasen bir yıldız olduğu ayyuka çıkan peri kızı, bu yeni fani ömründe, ilk defa olmak kaydıyla gülmüştü. Gülmenin ne demek olduğunu da böylece öğrenmişti. Bu hoşuna giden tepkiyi izlemeye karar verdi, dünyada geçireceği vaktinde bu şey onu bol bol gıdıklasın istiyordu. Bu yüzden palyaçonun peşine takılıp burnuna gizlenmişti ve ona temas ettiğinde başka bir ilk şeyi daha öğrendi. Ondan hoşlanmıştı, bu komik görünümlü adamın ruhunun beyazı, karasından fazlaydı ve tüm korkusuna rağmen kendisine duyulan güveni boşa çıkarmayacak, yürekli biriydi. Bu yüzden oyunun akmasına izin verdiğini söyledi.

Peri kızı, yaşlı seyisin önünde, palyaço ile birbirlerine söz vermeden evvel onun gözleri içine baktı ve son kez zihnine konuştu. Ona, eğer isterse lal dilini açabileceğini, söyledi. Palyaço bunu düşündü fakat sonra, hayır, dedi, konuşmadan da anlaşabilir ve gülebiliriz. Öyleydi elbette fakat aynı zamanda hep bildiği, sığındığı kabuktan da koparılmak istememişti, hep bildiği kendinden başkaca olmak, başkalığı efsun marifetiyle tepesine bindirmek istememişti. Peri kızı anladı. Anlar anlamaz da periliği, yıldızlığı gitti; insan oldu. Amma ışığı, güzelliği hiç sönmedi. Palyaço ile birbirlerine söz verdiler, birlikte oldular. Birlikte gülüp güldürdüler. Hüzün, yokluk, yorgunluk, mutsuzluk… zaman zaman çalsa da kapılarını, ellerinde olanı sevmeyi denediler ve deneyip de başardılar. Birlikte, uzun ve güzel bir hayat yaşadılar.

İşte böyle oldu.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *