Öykü

Buzul Tehlike

Yazdıklarım sona erdiğinde benden mutlu bir son veya sona ermiş bir hikâye beklemeyin. Çünkü yazımın ne zaman sona ereceğini ben de bilmiyorum. Bunları yazmaktaki amacım, son on gündür şahit olduğum birçok açıklanamayan ve ürpertici olayı aktarmaktır fakat daha da önemlisi yaklaşan tehlikeye karşı sizleri uyarmak istememdir. Eğer dediklerim dikkate alınmazsa insanoğlunun yeryüzündeki bu kısa tatilinin sona ereceğinden eminim. Açıkçası yazdığım bu şeylerin umursanacağını düşünmüyorum fakat size tek ulaşma şansım bu olduğundan yine de şansımı deneyeceğim, buna mecburum. Bu notları yazmaya karar verdiğim bugünlerde, kaptanı olduğum Blasphemous’tan bahsetmezsem olmaz. Blasphemous, içinde otuz üç kişilik bir mürettebat bulunduran, 70 metre genişliğinde ve 403 metre uzunluğa ulaşan dünyanın en büyük ticari yük taşıma gemisidir. Kendisi ayrıca “Buzların Fatihi(Conqueror of the Ice)” ya da “Soğuk Denizlerin Musa’sı(Moses of the Cold Seas)” olarak anılmakla birlikte benim ona verdiğim isim olan Blasphemous, yeryüzünde var olması büyük bir günah sayılabilecek ve tanrının tüm ihtişamını gölgeleyebilecek bir “kafir” olarak adlandırılabilirdi sadece. Dünya üzerindeki hiçbir kayalığın ya da buz kütlesinin onu batıracak cüreti kendinde bulamaması bu geminin bir günahkâr olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Kimsenin itiraz edemeyeceği üzere yeryüzünün en harikulade ve en zarif gemisi olan bu geminin yanında -bu konuda hiç mütevazi olamayacağım- herkesin ağzından düşüremediği “Titanic”, hantal ve çirkin bir demir yığını olarak kalır. Blasphemous’un kendisi her ne kadar saat başı methiyeler düzülesi bir gemi olsa da son yaşananlardan sonra bu zarif meleğin içinde bir kıyameti taşıması ya da ona aracılık etmesi beni kahrediyor doğrusu. Maalesef sebep olacağı şey için gün geçtikçe ona daha da nefret ve düşmanlık besliyorum. Yıllarca özenle tasarlayıp yarattığım ve benim için bir oğuldan farksız olan bu yük gemisinin insanoğlunun sonunu getirecek ya da onu bir canavara dönüştürecek şeytani bir amaca hizmet etmesi, Kuzey Buz Denizi’nin en diplerine batması için dualarıma, hatta çabalarıma neden olması benim için trajikomik bir durum oluşturdu açıkçası. Gerçi biraz düşününce Blasphemous’un pek bir suçu olmadığını anlıyorum. Gemi kapkaranlık okyanusun ortasında bir gece vakti seyir halindeyken onu, sahip olduğu kütlesine rağmen büyük bir gizlilik ve inanılmaz bir kararlılıkla durdurmaya çalışan devasa bir buz kütlesi bu duruma sokmuştu. Gemi her ne kadar bu çarpışmadan etkilenmemiş olsa da yanımızda götürmek zorunda olduğumuz o aptal profesörün ve ekibinin yoğun ısrarlarıyla dev buz kütlesini incelenmek üzere gemiye taşıdık. Bütün vaktimizi Antarktika’nın soğuk sularında saçma sapan bir buz kütlesi için boşa harcadık. Tabii bunu ona sorsanız bu harcanan vakte daha çok “bilim için yapılan bir fedakârlık” şeklinde cevap verirdi. Bilim adamlarından işte bu yüzden nefret ediyorum. Yapacakları tüm iyi ya da kötü şeyi bilim maskesi altında kendilerine hak görürler. Yapacağımız her küçük eleştiride, “Olur mu öyle şey? Biz bunu insanlık için yapıyoruz. Her şey bilim için…” şeklinde safsatalarla cevap verirlerdi.

İşte bu zorlu şartlarda Arktik Okyanusu’na sefere çıkan gemimize, yukarıdan birinin ya da birilerinin dayatmasıyla yük gemisinden çok yolcu gemisi gibi davranılarak anakaradaki üslerine bırakılmak üzere birkaç bilim adamından oluşan bir ekip emanet edildi. Bize verilen emir basitçe, onları K… Limanı’na bırakmaktı fakat o garip buz kütlesini bulduktan birkaç gün sonra amaçlarının tamamen farklı olduğunu yeni anlamıştım. Gerçi o zamanlar amaçlarını tam olarak bilmesem de başından beri buz kütlesi ile ilgili planları olduğuna hala pek inanamıyorum. Gemimdeki bu insanlara her ne olduysa o buz kütlesini gemiye aldıktan sonra olmuştu ve Profesör D… her ne kadar suçlu olsa da bunu kasıtlı bir şekilde yaptığını düşünmüyorum. Biliyorum, anlattığım şeyler çok uçuk ve anlamsız gelebilir fakat yazımın devamında her şeyi açıkça anlayacaksınız.

Yaşadığım bu garip olayları anlatmaya buz kütlesini gemiye aldığımız geceyle başlayacağım. O gece deniz şaşırtıcı derecede sakin ve dalgasızdı. Kapkaranlık okyanusu aydınlatan ay ışığı tek ışık kaynağımızdı. Fakat ay her ne kadar aydınlık olsa da büyük bir kısmı suyun altında kalan buz parçasını görmemize yeterli olamamıştı. Geminin gövdesine çarpan o şeyin ortalığı ayağa kaldıran sesiyle tüm mürettebat bir anda irkildi. Bu sularda bu tür şeylerle karşılaşmak her ne kadar alışık olduğumuz bir şey olsa da gecenin sessizliğinde yaşanacak herhangi bir çarpışma bu ıssız okyanusun ortasındaki bizleri tedirgin olmaktan alıkoyamıyordu. Bizi ikinci kez ayağa kaldıran ses Profesör D…’den başkası değildi. Aniden büyük bir çığlık atarak eliyle parçalanan buzu işaret etti. İlk başta bütün herkes bu tür işlerden uzak olan bir bilim adamının bu anlamsız harektini hoş karşılayıp gülüp eğlenmekle yetindi. Fakat Profesör’ün şaşkınlığının sebebi gemimizin buza çarpması değildi. Daha farklı bir şeydi…

“Bakın! İşte orada… Görmüyor musunuz, aşağıda… Hayır, hayır suyun üstünde. Buzun içinde… Heh orada!”

Bu çatlak bilim adamının ilk başta dediklerinden bir şey anlamasak da parmağının gösterdiği yere bir süre bakınca onu bu kadar çıldırtan şeyin ne olduğunu fark etmiştik. Parçalayıp geçtiğimiz buz parçalarından bir tanesinin içinde çok garip bir şey vardı. Nasıl desem… Bembeyaz buzun içinde parlayan kırmızı bir sinir sistemi gibiydi. Öyle göz alıcı bir parlaklıktaydı ki ışık panellerini üzerinden çektiğimizde bile hala parıldamaya devam ediyordu. Tüm mürettebat -ben de dahil olmak üzere- o gece dakikalarca o şeye baktı. Profesör D… tahmin edeceğiniz üzere onu gemiye taşımayı önerdi ve bu fikrinde oldukça ısrarlıydı. Yolculumuzdan yapacağımız birkaç saatlik fedakarlığın bilime ne kadar faydalı olacağından, o şeyi incelemekte ne kadar sabırsız olduğundan ve benim de en az onlar kadar merak ettiğimden bahsederek sonunda beni ikna etmeyi başardı. Yalan söylemeyeceğim. O şeyin ne olduğunu ben de merak ediyordum ve her ne kadar onları suçlasam da o şeyi gemiye almaktaki nihai karar bana aitti ve ben buna izin vermeyebilirdim…

Birkaç saatlik çabamızın ardından gemideki filikaların da yardımıyla o büyük buz parçasını parçalayarak ideal boyuta getirdikten sonra nihayet yukarı taşımayı başardık. Profesör merak içindeki bizlerin arasından hızla sıyrılarak yanındaki diğer iki bilim adamının da yardımıyla buz kütlesini bir arabaya bindirdikten sonra çalışma odasına götürdü. Mürettebatımızdan fazla meraklı birkaç kişinin ofise girme çabalarına rağmen hiçbirine fırsat vermeden kapıları kitledi ve en azından sabaha kadar kendilerine rahatsızlık verilmemesini, ne olduğunu anladıktan sonra tüm bilgiyi mürettebatla seve seve paylaşacaklarına dair söz verdi. Ben ise tüm bu olanları tıpkı ekibimin geri kalanı gibi şaşkınlık ve merakla izlemekle yetindim.

Sabah olup güneş açtıktan sonraki ilk iş elime bir tepsi alıp kahvaltı götürme bahanesiyle Profesör’ün odasına uğramak oldu. Kapıyı Profesör’ün kendisi açmıştı. Sabahın ışığıyla onu gördüğüm ilk anda karşımda bembeyaz ölü gibi bir surat bulmuştum. Anlaşılan o ki, bütün gece ayakta kalmıştı. Kapıda beni görmesine rağmen beynindeki meşguliyet beni tam olarak algılamasına izin vermemişti. Karşımda bana donuk bakışlarla bakan bu yaşlı adamdan biraz ürkmüştüm doğrusu. Kahvaltısını getirdiğimi söyledikten sonra yarım bir şekilde aralanmış kapının arasına inatla başımı sokarak içeriyi görmeye çalıştım. Her ne kadar bu hareketimden memnun kalmamışsa da sonunda pes edip beni içeri aldıktan sonra o garip şey hakkındaki fikirlerinden bahsetti. Dün geceki emrivaki ve telaşlı halinin yerini bir anda mahçup ve utangaç bir adam alıvermişti.

“Kaptanım… Öncelikle dün geceki anlamsız ve sinir bozucu davranışlarımı maruz görün. Dün gece okyanusun bu karanlık ve soğuk sularında büyük bir keşif yaptığımız kanısındayım. Daha önce böyle bir şeyi ne gördüm ne de okudum. Sanki bu unutulmuş denizlerde asırlardır bulunmayı bekleyen bir şeye rastladık” dedi ve soğutucu kapsülü işaret ederek, “Dediğim gibi bu anlattıklarım size anlamsız gelebilir fakat iş nihayete erip tatmin edici bir bilgiye ulaştığımız zaman sizin ve geminizin buna öncülük etmekle ne kadar şanslı olduğunuzu anlayacağınızdan hiç şüphem yok. Vakti geldiğinde siz ve meraklı mürettebatınıza her şeyi açıklayacağım ama şu an birazcık anlayışa ve zamana ihtiyacım var. Takdir edersiniz ki dün geceyi uykusuz geçirdim. Bu nedenle biraz istirahata ihtiyacım var. Selametle…” şeklinde bir konuşma yaptı ve elimdeki tepsiyi alıp teşekkür ettikten sonra beni nazikçe dışarıya uğurlayarak tekrar inzivasına çekildi.

O günü izleyen birkaç gün boyunca hiç dışarı çıktığını görmedim. Artık yemeğini bizzat bizden değil diğer iki bilim adamı aracılığıyla alıyordu. Yaşlı bilim adamının bu tavırlarına gitgide alışmıştım ama merak etmiyor da değildim. “Bilim adamları böyle heralde. Hepsi kaçık…” diye geçiştirmiştim içimden. Sonuçta okuduğumuz ve izlediğimiz çoğu şeyde bu tarz “kaçık” diye adlandırabileceğimiz bilim adamlarına sık sık rastlıyorduk. Ben olayları bu tarz basit şeylere yormayı seven biriydim. Beni endişe edecek şeylerden alıkoyuyor ve rahatlatıyordu fakat bu rahatlığım çok uzun sürmemişti. Yine ofisinin etrafında ilgi çekici bir şeyler duyarım ümidiyle volta attığım gecelerin birisinde birtakım garip sesler işittim. Sesleri tarif etmem ne kadar zor olsa da bir insandan gelmediğine emindim. Birbiri ardına çıkan, tıpkı uyuz bir köpeğin hırıltılı seslerini andıran garip seslerdi bunlar. Bir yandan bu rahatsız edici hırıltılar devam ederken başka bir tanesi de sanki kusacak bir kişinin böğürmesini andıran bir sesle katılıyordu bu seremoniye. İçeride birden fazla kişi- ya da uyuz köpek- olduğu belliydi. Bir an endişeye kapılıp içeridekilerin can çekiştiği ya da rahatsızlanmış olabileceği aklıma geldi ve vakit kaybetmeden kapının koluna atıldım. Kapıyı açmamla birlikte seslerin kesilmesi de bir oldu. İçerideki ışık karanlığa alışmış gözlerimi kamaştırmasına rağmen çok geçmeden üç beyaz silüeti de net bir şekilde görür olmuştum. Bunlar Profesör ve yardımcılarıydı hepsi de beyaz önlükleri giymiş bir şekilde yaşlı adamın avucunda tuttuğu bir şeye bakıyorlardı. Üçünün de sırtı bana dönük olduğundan neye baktıklarını tam kestiremiyordum. Üstelik içeri birisinin girdiğini de fark etmemiş olmalıydılar. Tam içeri birkaç adım daha atıp dikkat kesildikleri şeyi görmeye çalışacaktım ki içlerinden bir tanesi tekrar böğürüp kafasını bir anda tavana kaldırdı. Ardından diğeri ve diğeri… “Neredeyse boyunları kırılacak!” diye geçirdim içimden. Ama asıl dikkatimi çeken şey hepsinin de gözlerinin kan çanağı gibi olmasıydı. Kafalarını kaldırmalarına rağmen beni hala fark ettiklerinden şüpheliydim. Ardından tekrar yukarı doğru böğürdükten sonra nihayet kafalarını düzelttiler. Birkaç saniye öyle kaldıktan sonra üçü birden başını bana çevirdiler ve şiddetle hırlamaya başladılar. Bir anda yüreğim ağzıma gelmişti. Tüm vücudum kaskatı kesilmiş, ayaklarımdan başıma doğru yoğun bir ürperme hissetmiştim. O korkuyla birlikte kapıyı da peşimden sürükleyerek hızla oradan uzaklaşıp kendi odama dönmüştüm. Odama giden o uzun mesafeyi nasıl oldu da birkaç dakika da aştığımı hala tahayyül edemiyorum. Tek hatırladığım şey, o gece yapmış olduğum gürültüyle tüm mürettebatı ayağa kaldırmış olmamdı. Odama ulaştığımda ise kapıyı kitlemekle yetinmeyip bir de önüne yatağımın yanındaki ağır komodini çekmiştim. Üstüm başım ter içinde kalmıştı ve büyük bir yorgunlukla kendimi yatağa atmıştım. Sanki humma geçiren birisi gibi ateşler içinde öylece yatakta kalakalmış ve bayılmıştım…

Ertesi gün kapımın şiddetli bir şekilde yumruklanmasıyla anca kendime geldim. Uzun uğraşlar sonucu kapıyı kilitlerinden kurtardıktan sonra nihayet açabildim. Karşımda yardımcı kaptan ve mürettebatımızdan birkaç kişi daha vardı. Sabahtan beri beni aradıklarını ve kapıyı açmayınca kendime zarar verdiğimi zannetmişler. Neyse ki korkulacak bir şeyin olmadığını onlara açıkladıktan sonra hepsini işinin başına yolladım. Dün gece yaşadığım o ürpertici olayın bir rüya olduğunu düşünmeye çalışmış fakat maalesef kendimi kandıramamıştım. Kendime gelip günün sıradanlığına alıştıktan sonra Profesör’ü kontrol etmeye karar verdim. Onu alt katta birkaç kişiyle neşeli bir halde kart oynarken buldum. Hatta beni görünce hemen masaya davet etti. Rahatsız edici bir yakınlık göstermeye başlamıştı. İlk başta sarhoş olabileceğini düşündüm fakat hiç de öyle değildi. Sanki tanıdığım o yaşlı mızmız adam gitmiş yerine şen şakrak birisi gelmişti. Tüm bu enerjisine rağmen asıl dikkatimi çeken şey solgun yüzü, boynundaki ve şakaklarındaki kırmızı damarlar olmuştu. Bu damarlardan diğer iki bilim adamında da olduğunu fark ettim. Onlara hasta olup olmadıklarını sorduğumda durumu hemen şakaya vurup denizin onlar gibi güçsüz ve alışık olmayan bilim adamlarına pek iyi gelmediğini söylemişlerdi. Üstelik tavırlarına bakılırsa dün geceki olaydan haberleri yok gibiydi ya da sadece rol yapıyorlardı. Kafamda yeni yeni soru işaretleri oluşmaya başlamıştı. Artık gözlerimi onlardan bir an olsun ayırmamam gerektiğini düşünmeye başlmıştım. İçimde onlarla ilgili beni huzursuz eden bir şeyler vardı.

Devam eden günlerde pek garip şeyler yaşanmadı ama onları her görüşümde damarlarının daha da şişip belirgin bir hal aldığını ve kırmızılaştığını fark ediyordum. Mürettebatımızdan birisinin her zaman olduğu gibi makine dairesine kontrole çıktığı akşamların birinde fenalaşmasıyla olaylar daha ciddi bir boyuta ulaştı. Diğerlerinin söylediğine göre bir anda başı dönmüş ve yere düşüp bayılmıştı. Oradakilerin yardımıyla kendine geldikten hemen sonra vücudunda tıpkı epilepsi krizi geçiren birisinde olduğu gibi şiddetli kasılmalar olmuş ve ağzından köpükler çıkmaya başlamıştı. Bu, geçenlerde karşılaştığım şeye çok benziyordu. Yanına ulaştığımda kontrol ettiğim ilk şey, boynundaki ve şakaklarındaki damarlar olmuştu. Henüz çok belirgin değildiler fakat onda da çıkmıştılar. Aklımdan, hepsi birbirinden acayip teoriler geçiyordu. Fakat en olası görüneni ve akla yatanı gemiye aldığımız o şeyle alakası olması fikriydi. Tabiiki de bu fikirlerimi mürettebatın geri kalanıyla paylaşmadım çünkü bu tür haberlerin nasıl yayıldığını bilirsiniz. Tıpkı bir virüs gibi yayıldıktan sonra tüm tayfayı paronayaya sürükler. Özellikle de okyanusun ortasındaki bir gemideyseniz bu çok daha tehlikeli bir durumdu. Üstelik teorimi henüz ispatlamış da değildim. İnsanları sırf bu yüzden korkutup germenin de anlamı yoktu. O gece kriz geçiren görevlinin durumunu takip ettikçe hem kişilik hem de fiziksel olarak geçirdiği değişikliği fark etmemem işten bile değildi. Özellikle davranışları çok dengesiz ve öngörülemez bir hal almıştı. Bir an çok neşeli ve sevecen olurken bir an da çok huysuz ve durgun oluyordu. Daha da kötü olan şey ise bu hastalığın sadece onunla sınırlı kalmamış olmasıydı. Onun bu hastalığa yakalanmasından hemen hemen bir gün sonra birkaç kişiye daha bulaşmış ve hepsi de aynı dönüşümleri geçirmişti. Hatta bunlardan ikisine ben de şahit olmuştum.

Bu son yaşananlardan sonra mürettebat oldukça huzursuzlanmaya ve ortada bir salgın olduğuna inanmaya başlamıştı. Artık teorimin gittikçe daha da sağlamlaştığını hissediyordum. Gemide küçük çaplı bir karantina bile uyguladım. Herkesi yeterince birbirinden uzak kalması hususunda da şiddetle uyardım ama hiçbir faydası olmadı. Bu olaylar yaşanırken rahatsız edici bir şekilde sessiz kalan Profesör ve ekibini artık ziyaret etme vakti gelmişti. Onların bu hastalıkla ilgili bilgisinin benden daha çok olduğuna emindim. Bir öğlen vakti odasına gittiğimde sadece kendisi vardı. Onu son görüşümden beri fazlasıyla değişmişti. Üstü başı pislik ve koku içinde beni karşıladı. Tamamen mosmor olmuş göz çukurları derinleşmiş, gözleri ise kıpkırmızı olmuştu. Suratı sanki bir haftada en az on yaş yaşlanmış gibiydi. Sonunda sessizliği ilk bozan ben olmuştum. Kendisine yaşananlar hakkında bilgisi olup olmadığını nazikçe sordum fakat umursamaz ve sıkkın tavırlarıyla adeta beni yok saydıktan sonra daha sert bir tutum sergilemenin daha etkili olacağına karar verdim. Hızlı bir hamleyle yakasına yapışarak beni aptal yerine koymamasını, yaşananların gemiye soktuğu o şeyle ilgisinin olduğunu bildiğimi ve susmaya devam ederse onu denize atacağımı söyledim. Tabii ki de öyle yapmayacaktım fakat bir bilim adamının böyle şeylerle tehdit edilmeyi sevmeyeceğinden emindim. Ne yazık ki bu blöfüm ona sökmemişti. Kendisi gülmekten başka bir şey yapmadı. Aniden odaya giren iki kişi beni tuttuğu gibi kapıya doğru fırlattı. Bu kişiler Profesör’ün yanında gezen asistanlarıydı. Böyle bir gücün onlardan nasıl çıktığına şaşırmıştım. Oldukça zayıf olmalarına rağmen hastalık sanki onları daha da güçlü yapmıştı. Tekrar kalkıp üstlerine saldıracağım sırada aralarından birisi tıpkı geçenki gibi yine hırıldamaya başladı. Yapacağım yanlış bir hamlede boğazıma sarılacaklarından emindim. Daha fazla ileri gitmemeye karar verdikten sonra yerimden doğrulup bu işin burada bitmeyeceğini söyledim ve orayı terk ettim.

Mürettebatım gün geçtikçe gözlerimin önünde eriyip gidiyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Neredeyse ekibin yarısından fazlası bu hastalığa yakalanmış ve gün geçtikçe söz dinlemez, iş görmez hale gelmişlerdi. Sağlıklı olanlar ise tedirginlerdi ve benden bir şeyler yapmamı bekliyorlardı. Akşama doğru herkesi geminin meydanı diyebileceğimiz geniş bir alana topladım ve bir konuşma yaptım. . Beni dinleyen on beşe kişi ya vardı ya yoktu. Diğerleri gelmeye tenezzül bile etmemişti. Onlara sakin olmalarını ve biraz daha dayanmalarını, iki gün içinde mola vereceğimiz S… Limanı’nda olacağımızı, oraya vardığımızda ise bu lanetten kurtulacağımızı söyledim. Sözlerimin üzerlerinde etkili olduğunu düşünüyordum çünkü aramızda uzun bir mazi vardı. Bu zamana kadar güvenlerini sarsacak hiçbir şeyi onlara yaşatmamıştım. Bu yüzden işleri yoluna koyacak bir plana ihtiyacım vardı.

S… Limanı’na ulaştığımızda mürettebatı ve bilim adamlarını birkaç günlüğüne dinlenmek üzere bir otele yerleştirdim. Tabii bu sırada ben de boş durmayarak Profesör’ün odasını detaylı bir şekilde araştıracaktım. Profesör her ne kadar bu işten işgillense de otele yerleşmesi için onu kandırmayı bir şekilde başarmıştım. Onları yerleştirdikten sonra hızla gemideki doğru koştum. Kendisi kapısını kitleyecek kadar temkinliydi ama bu gemi onun değil benimdi. Her odanın fazladan birkaç anahtarını hep elimde bulundururdum. Böylece hiç zorlanmadan kapıyı açmış ve içeri girmiştim. Oda bıraktığım gibiydi. İçinde dikkat çekici hiçbir şey olmamakla birlikte o gece denizde bulduğumuz şeyden eser yoktu. Dondurucu kapsülün içinde olmasını ummuştum ama karşımdakinin onu burada bırakacak kadar aptal olmayacağını daha sonra kendime hatırlattım. Etrafı bir şeyler bulma ümidiyle araştırmaya devam ettim. Dolapları ve çekmeceleri karıştırdığımda ilginç şeyler bulacağımdan emindim ve öyle de oldu. Profesör’ün günlüğünü bulmuştum. İçindeki dehşet verici saplantılı fikirleri ve planları ve başından beri gemide yayılan o hastalıkla bağlantısı olmamasını umduğum yazıları titreyen ellerle bir çırpıda okudum. İçinde yazan şeyleri tarihe not düşülmesi için birebir buraya aktarıyorum:

“19 Kasım 2021: Müjde! Milyonlarca yıldır buzulların derinliklerinde saklı o muhteşem şey şu anda karşımda duruyor. Ne kadar da güzel ama… Aralıksız üç gündür öylece kendisini izliyorum ve bir an olsun gözlerimi ondan ayırmadım. Basitçe tarif etmem gerekirse parlak bir kırmızılıkta olan salkımlı bir beyin gibi. Her bir salkımı dallanıp budaklanan bir ağaç kökü kadar detaylı. Onu yerleştirdiğim kapsülden hala çıkarmaya cesaret edemiyorum çünkü ölme ihtimalinden korkuyorum. Bu şey her ne kadar büyülü olsa da sıcak ortama geçtiğinde ne olacağını henüz kestiremediğimden bu riski almakta tereddüt ediyorum. Onunla tesadüfen karşılaştım. Bir gece vakti okyanusun ortasında… Kapkaranlık suyun ortasında, dev bir buz parçasının içinde pasparlak görüntüsüyle bulunmayı bekleyen bu şeyi fark etmemek için kör olmanız gerekirdi. Gemidekilerin yardımıyla onu bir şekilde mahsur kaldığı yerden kurtarıp hemen odamdaki soğutucu kapsüle taşıdım. Kim bilir ne zamandan beri bu ıssız sularda oradan oraya sürükleniyordu. Gerçi bulunmasında küresel ısınmanın da etkisi büyük çünkü içinde bulunduğu buzul biz ona rastladığımızda oldukça parçalanmış ve erimiş gözüküyordu. Her ne kadar mistik şeylere ya da tesadüflere inanmasam da onu bulmamın bir nedeni olduğu konusunda kendimi inandırmaya meyilliyim. İnanıyorum ki, onun ne olduğunu ve buraya nasıl geldiğini öğrendiğimde bilim dünyasını kökten değiştirecek devrim niteliğinde bir buluşa imza atmış olacağım. Şimdiye dek bildiğimiz birçok şeyi rafa kaldıracağından eminim. Yapmam gereken tek şey, üzerinde daha fazla çalışmak.

20 Kasım 2021: Asıl merak ettiğim şeylerden birisi de bu şeyin nasıl dünyaya geldiği… Dünyanın oluşumundan beri zaten burada olan bir şey mi yoksa dışarıdan (meteorlar, uzaylılar, aklınıza ne geliyorsa…) taşınan bir şey mi? “Nasıl” sorusunu merak ettiğim kadar “ne zaman” sorusuyla da ilgiliyim açıkçası. Bu isimlendiremediğim şeyin yaşı da bir gizem. Kim bilir kaç milyon yıldır yalnız başına öylece duruyordu…

22 Kasım 2021: Dayanamadım ve sonunda onu avucumun içine aldım. Merak insana yapmaması gereken şeyleri yaptırabiliyor bazen ama pişman değilim. Çünkü onu kapsülden çıkardığımda ölmeyi bırak aksine daha da canlı hale geldi. Tıpkı bir denizanası gibi kıpırdamaya başladı. Belki de onun sevdiği şey soğuk değil, sıcaktır.

23 Kasım 2021: Onu bir kez daha bulunduğu kapsülden çıkartıp elleme cüretine kapıldım. Çok fazla dokunulmayı sevmediğini fark ettim çünkü daha öncesine kıyasla daha kıvrak bir hal almıştı. Hatta bir ara elimden kayıp yere düştü fakat şanslıyım ki bir zarar görmedi. Bir süre zeminde sürünmesine izin verdikten sonra onu tekrar eski yerine koydum.

25 Kasım 2021: Artık onunla ilgili her şeye vakıfım. Hediyesiyle beni resmen aydınlattı ve bu bir gecede oldu. Benimle tüm bilgeliğini paylaştı. Sabah uğradığım küçük kaza dolayısıyla kolumdaki kesik yaradan damarlarıma, oradan da tüm vücuduma nüfuz etti. Kendisiyle adeta bir bütün oldum. Bana atalarının tüm DNA’sını saniyeler içinde aktardı. Kendisi tahmin ettiğim gibi buraya sonradan gelmişti. Fakat DNA’sının bir bölümü hasarlı olduğundan, gelmesinden önceki zamanı bilmiyorum. Amacının mümkün olduğunca yayılmak olduğunu düşünüyorum ve ilk kurbanı da… düzeltiyorum ilk kutsadığı varlık da ben oldum. Bunun için ne kadar gururlu olsam az. Benden istediği şey onu mümkün olduğunca daha fazla vücuda aktarmak. Böylelikle aciz bizleri, insanlığı daha zeki, çevik ve üst boyuta taşıyabileceğini söylüyor. Böyle bir şeyin olduğunu düşünsenize! İnsanlık 2.0 hatta ne 2’si, 5.0… İnsanlık asırlardır beklediği güncellemeyi bu sayede alabilecek. Yıllardır dibindeki Mars’a bile gidemeyen insanoğlu belki de tüm güneş sistemini hatta galaksiyi fethedecek. Kendi kendini yiyip bitirmekten başka hiçbir vizyonu olmayan bu aciz varlığa yüce bir misyon kazandırabilirim. Onu daha işlevsel ve daha anlamlı hale getirebilirim. Tek yapmam gereken onu daha fazla kişiyle paylaşmak. Ama nasıl?

27 Kasım 2021: Artık ne yapacağımı biliyorum. Bu şey sadece kan yoluyla değil sindirim yoluyla da yayılmaya müsait. Eğer bir şekilde onun özsuyunu mürettebatın yiyeceklerine ya da içeceklerine koymayı başarabilirsem hiç fark ettirmeden bu işi halletmiş olurum. Şimdiye dek iki asistanıma bu özsuyu içirmeyi başardım ve vücutları kolay bir şekilde onu kabul etti. Vücuda nüfuz ettikten 12 ila 24 saat içinde ilk belirtilerini göstermeye başlıyor. Bu belirtiler; şiddetli baş ağrısı, yoğun mide bulantısı, damarlarda şişkinlik ve kızarma diyebilirim.

1 Aralık 2021: Şu, geminin kaptanı olacak aptal biraz şüphelenmeye başladı. Onun icabına yakında bakmam gerekecek.”

O anki ruh halim karmakarışıktı. Sudan çıkmış bir balık kadar çaresiz bir halde ne yapacağımı düşünüyordum. Yokluğumu oteldekilere, özellikle Profesör’e fark ettirmemek için gemiden inip karaya ayak basacağım sırada gemiyi karaya bağlayan platformda dikilen adamları gördüğümde gözlerime inanamadım. O gece vaktinde, mürettebatın her bir üyesi gözlerini dikmiş ifadesiz bir şekilde bana bakıyorlardı. Önlerinde de Profesör vardı. Profesör ise kendinden emin bir komutan edasıyla “hayatın benim ellerimde” dermişçesine gülümsüyordu ve birazdan askerlerine kaleye girmeleri için emir verecek gibiydi. Ben ise geç kalmıştım… Onları kurtaramamıştım. Hepsi çoktan dönüşmüştü ve beni ortadan kaldırmak üzere içeri akın ediyorlardı. O gece yapabileceğim tek şey kaçmaktı ve öyle de yaptım.

Kendimi saklama konusunda bir sıkıntı çekmemiştim çünkü bu geminin her bir karışını biliyordum. Üstelik olurda bir gün korsanlar tarafından saldırıya uğrarsa diye geminin belli noktalarına gizli sığınaklar bile yaptırmıştım. Kendimi onlardan birisine atmış ve olan biteni oradan takip etmeye başlamıştım. Yardımcı kaptanlar Profesör ve ekibinin her dediğini eksiksiz yapıyorlardı. Buna gemiyi harekete geçirmek de dahildi. Mürettebattın neredeyse tamamı beni aramaya başlamışlardı. Neyse ki bu sığınaklardan hiç kimsenin haberi yoktu ki bulunmam zorlaşmıştı. Geminin her bir yerini didik didik arıyorlardı. Bu süreçte Profesör her türlü yolu deneyerek beni ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Hatta virüsün bana çoktan bulaştığını, saklanmamın manasız olduğunu ve bu yüzden işleri hem onlar hem de kendim için zorlaştırmamamı söylüyordu. İlk başta bu dediklerinin beni korkutmak için söylediği şeyler olduğundan emindim. Fakat biraz düşününce, eğer Profesör’ün yazdıkları doğruysa yediğim içtiğim şeylerden bulaşması mümkündü çünkü mürettebatın yediği şeylerden ben de yemiştim.

Ertesi gün mazgalların birisinin altında olup bitenleri izlerken başımda şiddetli bir ağrı hissettim. Zihnim sürekli Profesör’ün haklı olduğunu bana hatırlatsa da bunun havasızlıktan olabileceğini kendime inandırdım. Nereye kadar saklanacaktım, gemi karaya çıkana kadar mı ya da elimdekiler bitince açlıktan ölene kadar mı? Üstelik bu geminin yakın bir zamanda bir yere demirleyeceğini de düşünmüyordum. Çünkü geminin rotası tamamen tersine akıyor gibi gözüküyordu. Profesör’ün asıl amacını biraz düşününce aslında anlamamak imkansızdı. Gemiyi sıcak yerlere götürüyor olabilir miydi? Evet, kesinlikle öyle olmalıydı. O şeyin soğuğu pek sevmediğini söylüyordu. Eğer daha hızlı yayılmasını istiyorsa onu daha sıcak yerlere götürmeliydi. Böyle bir şey olduğu vakit dünyanın sonu demekti. Ana karadaki tek bir kişiye bile bu virüs bulaşırsa insanoğlunun sonu yakın demektir.

Yaklaşık bir hafta geçtikten sonra profesörün gemidekilere yaptığı konuşma ile, kendisinin asıl amacı hakkındaki argümanımı doğrulamıştım. Profesör rotayı Avrupa’ya ayarlamıştı ve yaklaşık bir hafta sonra orada olmamız bekleniyordu. Tabii bu süreçte beni tamamen unutmuş görünüyorlardı. Aslında unutmuş demek de yanlış olurdu, umursamıyorlardı. Belli ki Profesör artık tehlikeli olmayacağımı düşünüp beni kaderimle baş başa bırakmıştı.

Yukarıda dediklerimde yanılmıştım. Profesör beni unutmuş ya da umursamıyor değildi. O kahrolası virüsün bana da bulaştığı konusunda haklıydı. Bugün bir anlığına kontrolün bende olmadığını fark ettim. Gözlerim resmen kaybolmuş ve önümü göremez olmuştum. Bu olaylarla karşılaştığım ilk gece şahit olduğum şeylerin neredeyse aynısı bana da olmuştu, bundan emindim. Kendisi bu yüzden tam olarak kontrolü kaybettiğimde onlara katılmamı bekliyordu. Zaman ondan yanaydı…

Bugün 12 Ocak 2022. Artık tamamen onlar gibi olacağım su götürmez bir gerçek. Açıkçası çok hastayım… Onlardan birisine tamamen dönüşmeden önce bir bilemedin iki saatim olduğunu düşünüyorum. Günlerdir bir fare gibi kapana kısılmış bir şekilde mucize olmasını bekliyordum ama ne yazık ki hiçbir şey olmadı. Profesör’ün planı başından beri kusursuz işlemişti. Şunu diyebilirim ki ben bu süreçte oldukça ağır kalmışım. Eğer olacakları önceden tahmin edebilseymişim ya da öğrenebilseymişim bugün bu durumda olmayabilirmişiz. Fakat hayat bu… Bazen bazı şeyler insanın kontrolünde olmuyor… Yine de umutsuz değilim. O şeylerden birisine dönüşmek asla istemiyorum. Profesör’ün bu akıl almaz derecedeki takıntılı fikirleri insanlığın geleceğini çok farklı bir yere sürüklemeden önce onu durdurabilmek için en azından bir şansım var. Hayatımın eseri Blasphemous’u içindeki kıyametle birlikte yok edebilirim. Hayatımdan daha çok değer verdiğim gemimin böyle bir sonla karşılaşacağını hayal dahi etmezdim. Artık mürettebattan da kendimden de umudu kestim ve bu gece yapmam gerekeni yapacağım. Gemiyi içindeki her şeyle birlikte havaya uçuracağım ve sessiz sedasız okyanusun derinliklerinde sonsuza dek kaybolmaya mahkûm edeceğim. Eğer olur da başarısız olursam diye gerçeklerin bilinmesi için bu notları korunaklı bir halde denize emanet ediyorum. Umalım da bunu doğru kişilere ulaştırsın. Tüm insanlığın kaderi bu gece belli olacak…

Gökten boşalırcasına yağan yağmurun altında orta yaşlarında iki balıkçı bir hazine bulmuş edasıyla ellerindeki balıklara bakıyorlardı.

“Bu balıklar da ne böyle!”

“Bakayım…”

“Baksana kıpkırmızı balıklar. Böyle balık gördün mü daha önce?”

“Hayır, görmedim…”

“Sanki balıkların içine ampul koymuşlar gibi…”

“Evet, haklısın. Bence geri salmayalım bunları. Bakarsın yeni bir tür keşfetmişizdir. İyi paraya okuturuz bunları. Ne dersin?”

“Hay hay derim ama ilk tadım testini bizim yapmamız daha doğru olur” dedi yeşil kapüşonlu olan sırıtarak ve katıldı ona sarı kapüşonlu olan gülerek. Ardından omuz omuza vererek bir meyhanenin yolunu tuttular. Arkalarından büyük bir dalga vurdu limana. İçine kâğıt sokuşturulduğu belli olan bir bira şişesi dövüyordu limanın betonlarını ısrarla…

Fatih Selim Baltacıoğlu

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *