“Vurdum kahpeyi!” diye bağırdı Zeytunî, o kalın sesiyle. İki yıldan beri henüz anne karnındaki beş aylık bebekleri kaçıran kadının peşindeydiler. Yağmurun şiddetinden birbirlerini göremez olmuşlardı. Öfkeli olan bu köylülere arada sırada da şimşek çakarak sanki doğa da öfkelenerek onların öfkesini paylaşıyordu.
Ay ışığının yeryüzüne yansıması sonucu bu kadını yaralı kadını takip ediyorlardı. Yaralı olmasına rağmen kadının alışılmadık bir hızı vardı. Bu olayı daha sonraları “Domuzu vursan anında soluğu kesilirdi” diye anlatacaklardı. Başı, uzun kırmızı bir örtüyle örtünmüş olan kadın, bir ağacın arkasına girip bir başka ağacın arkasından çıkarak adeta yılan gibi kıvrılıyordu. Kucağında ise Zeytunî’nin henüz son şeklini almamış bebeğini taşıyordu. Garipti ki bu bebeğin göbek bağı olması gerekenden daha uzundu. Uzunluğundan göbek bağı yere sarkıyor, kadının kırmızı eteğiyle beraber çamura bulanıyordu. Kadın bir iki defa bu göbek bağına ayağı takılıp düşmüştü.
Bebek kaçırma olayları Cevat’ın bir gün eve gece geç vakit gelmesiyle başlamıştı. O gün yine şiddetli yağmur yağıyordu. Sabaha karşı eve geldiğinde şapkasını askılığa astı, odaya geçti. Tüfeğini duvarın üstüne tam asacakken yerdeki kanları gördü. Kanların izi başka bir odaya götürüyordu kendisini. Aklına hemen hamile karısı geldi. Ona bir şey olmuş olmasından korktuğundan önce evin içinde karısının adını çağırdı. Cevap gelmeyince kendisini duvara karşı konuşmuş gibi hissetti. Ses gelmeyince kan izini takip etti ve yerde karnı yarılmış, cansız bedeni boylu boyunca yerde uzanan, pembe tenli, rengi soluklaşmış karısını gördü. Kadının bağırsakları ve midesinin yarısı vücudundan dışarıya sarkıyordu. Evin eğik bir yere kurulmuş olmasından dolayı kadından süzülen kanlar aşağıya doğru akıp odanın bir köşesinde birikmişti. Onu o halde gören Cevat’ın başı döndü ve öğlen yediği bir lop geyik etini dışarıya kustu. Daha sonra bu olaydan köydeki büyükten küçüğe herkesin haberi oldu. “Cevat’ın karısını kurtlar öldürmüş, karnındaki beş aylık bebeğini de yemişler!” diye tüm köye yayıldı. Köy ahalisi birlik olup kara ormanın içine girdiler. Ne kurt gördüler ne de kan izine rastladılar. Bu işe anlam veremeyip Tanrı’nın işidir diyerek Cevat’a başsağlığı dilemekle yetindiler. Bu olaydan sonra Cevat artık köye, evine hiç uğramaz olmuştu. Arkasından “Zavallı, insanlara küstü” diyorlardı. Oysa Cevat kimseye küsmemiş, karısının kaybından sonra bir de aklını kaybetmiş, hiç görmediği bebeğini ormanda kayaların altında, mağaraların içinde arar olmuştu.
Aradan üç ay geçmiş ve Cevat’tan bir daha haber alınamamıştı. Kimisi onun öldüğüne kimisi ise ormanı bile geçip Antlar Çölü’nün çok uzaklarına, keşfedilmemiş yerlere gittiğini söyleyenler oluyordu. Bu söylentilerin dolaştığı günlerde bir gece yarısı Sabuncu’nun evinden domuz bağırtısı gibi bir ses duyuldu. Herkes toplaşıp Sabuncu’nun evine vardı. Cevat’ın karısı gibi Sabuncu’nun karısının da karnı yarılmış, dört aylık bebeği yok olmuştu. Mutfak olduğu gibi kan içindeydi. Yerde kırılmış bardak vardı ve kadının su içmeye kalktığı sırada öldürülüp bebeğin kaçırıldığını anlamışlardı. Bunun bir hayvanın işi olmadığı açıktı. +++
Koca bir yılı devirmişler, bu sırada köyde iki hamile kadın daha öldürülmüş, bebekleri çalınmıştı. Köylülerin öfkesi giderek artmış, eski efsanelerde anlatılan kahramanların öfkesine dönmüştü. Köydekiler birbirlerinden şüphelenir olmuş, kendilerine kötü bakanı hemen suçlar olmuşlardı. Köy kahvehanesinde bunun yüzünden az kavga çıkmamış olup birçok dost, akraba birbirine düşman olmuş, akşam uyurken yastık altlarında tabanca da uyur olmuştu. Kapıları kapatıp, saraylardaki hazine odalarının kapısı gibi bin kilit takar olmuşlardı. Garip kıyafetli bir adam gördüklerinde “Aha gördüm onu!” dedikten sonra vurmuşlar, vurdukları kişinin ise uzak diyarlardan gelen bir gezgin olduğu daha sonraları ortaya çıkmıştı.
Bir gün gündüz vakti bu kavgalardan birisi yaşanırken Yakup’un en küçük oğlu avazı çıktığı kadar “İsmet Ağbi, İsmet Ağbi!” diye bağırarak geliyordu. İsmet o sırada elleriyle kahvehanenin masasını havaya kaldırmış, kavga ettiği kişinin kafasına geçirecekken öylece kalakalmıştı. Bir kaşını havaya kaldırıp “Ne var lan, ne bağırıp duruyon?” diye sordu. “Abi karını öldürmüşler, bebeğini de çalmışlar” dedi. İsmet’in alnından soğuk terler dökülmeye başlamıştı. “Ne diyon lan sen?” diyerek masayı başka bir köşeye fırlatıp evine doğru koştu, diğerleri onun arkasındaydı. Yerde yirmi yıllık eşi, gönüldaşı ölü bir şekilde yatıyordu. Üçüncü çocuklarına hamileydi. Yere eğilip karısının ölü bedeninin üzerine çöktü, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Herkes üzgün gözlerle kapının eşiğinden onu izliyordu. O sırada omzunda tüfekle Zeytunî içeriye girdi. Karısının üzerine kapanmış adamı izledi. Yere yayılmış kanların üstüne basarak İsmet’in omzundan tutup kaldırdı ve ceviz ağacından yapılma koltuğa oturttu. Kendisine, saç renginin kahverengiden biraz yeşile çalmasından dolayı Zeytunî diyorlardı. “Merak etme İsmet Ağbi, bunu yapanı kısa sürede buluruz biz” dedi ve kapı eşiğinde duran köylülerin ağlamaklı haline bakıp evden dışarıya çıktı. Az önce kavgada kafasına masayı yiyecek olan Rahim, Zeytunî’yi kolundan tutarak durdurdu. Zeytunî Rahim’in ne demek istediğini anlayıp “Bebeği kaçırırken gördüm onu,” başıyla ormanı göstererek “Ormanın içine doğru kaçtı, yetişemedim. Kırmızı çarşaflı bir karıydı, yüzünü göremedim ama çarşafından aşağıya örülmüş kızıl saçları sarkıyordu” dedi. Zeytunî omzundaki tüfeği eline alıp ormanın içine doğru yol aldı. O sıralar Zeytunî’nin karısı henüz hamile bile değildi…
Günler birbirini kovalamış yedi ay geçmiş, Zeytunî ormandaki kadını aramış ama bulamamıştı. Altıncının ise Zeytunî’nin karısı olacağını herkes biliyor ancak kimse tedirgin olmasın diye bunu konuşmuyorlardı. Tam beş ay önce hamile kalmıştı ve bu durumdan hem Zeytunî hem karısı korkuyordu. Bu korkuyla Zeytunî’nin garip saç rengi geçen her gün daha başka bir renge, kızıla dönüyordu. Onun saçının kırlaşması da böyleydi. Sabahtan öğleye kadar ormanda kadını arıyor, hava kararmadan eve dönüyordu. Kadının gündüz vakti de bebek kaçırması bilindiğinden Zeytunî’nin karısı sabah o ormana giderken tanıdıklarına gidiyordu. Zaman geçtikçe herkesi bir kasvet basıyor, geceleri uyuyamayanlar ise ellerinde mumlarla köyün toprak yollarında dolaşıyordu. Aralarında ölümü beklemekten, bu kötü haberi duymayı beklemekten sıkılan korkaklar ise kadının bir an önce ölüp bebeğin kaçırılmasını içten içe diliyordu.
En sonunda olan olmuştu. Bir akşam vakti nerdeyse tüm köy halkı tedirgin bir şekilde kafayı yastığa koyup yatmışken, üç gündür uyuyamayan Zeytunî’nin vücudu bu uykusuzluğa dayanamamış ve uykuya dalmıştı. Yanında da o güzel karısı yatıyordu. Zeytunî bir ara gözlerini açıp, tavana baktı. Hareket etmeyi denedi ancak vücudunun üzerinde sanki bir şey çömelmiş oturuyordu. Bu varlık arkasını dönüp Zeytunî ile göz göze geldi. Sıradan bir insan gibi görünen bu varlık çırılçıplaktı ve ağlıyordu. Var olmaktan acı çeken insanlar gibi üzgün görünüyordu. Zeytunî’nin gözlerine bakıyor olmasına karşın adeta boşluğa bakıyor gibiydi. Ağlamış olmaktan gözleri kızarmıştı. Bu insanımsı şey kafasını çevirip Zeytunî’nin yanına, karısının yattığı yana baktı. Korkudan karısını bile unutan Zeytunî yanına, karısına bakmak istedi ancak başını çeviremiyordu. Yapabildiği tek şey yanındaki garip sesleri duyabilmekti. O garip sesler kesilmiş, şimdi ise birisi ahşap zeminde ilerliyordu. Kapı yavaşça gıcırtıyla açılmış ve şiddetli bir şekilde kapanmıştı. Üzerindeki bu varlık yavaşça Zeytunî’nin üzerinden kalktı, çıplak haliyle gözünün önünden kayboldu. Korkudan Zeytunî’de ağlamıştı. Son kez hareket etmeyi denediğinde karnı yarılmış, gözleri açık olan karısıyla karşılaştı. Cansız bedeni yanında yatıyor, vücudundan akan kan beyaz yatağı kızıla boyamış ve ıslaklığını hissettiriyordu. Zaten ağlamış olan Zeytunî’nin ise gözleri dönmüş, karısına üzülecek vakti ayırmadan odanın duvarından tüfeği kaptığı gibi kapıdan dışarıya çıktı. Dışarıda şiddetli yağmur yağıyor, o öfkeli gözler birilerini arıyordu. Ormana doğru kaçan kızıl kadını gördüğünde vakit kaybetmeden peşine düştü. Çıplak ayaklarıyla çamurda hem koşuyor hem “Uyanın, kahpe ormana koşuyor!” diye bağırıyordu. Uyananlar tüfeklerini kaptıkları gibi Zeytunî’nin peşinden gidiyordu.
Bir grup köylü ormana girmişti. Kimisi bu şiddetli yağmurda o kadını bulmanın imkansız olduğunu söylüyor, kimisi ise gözünün dönmüş olmasından o şimşeklere, köyleri boğan yağmura aldırmadan devam ediyordu. Bir iki el ateş sesi duyduklarında, sesin çıktığı yere yöneldiler. Bir el daha ateş edildi sonra “Vurdum kahpeyi!” diyen Zeytunî’nin sesini duydular. Hemen onun yanına koşup o kadının işini bitirmek istiyorlardı. Vurulmuş olmasına rağmen kadın durmuyor, o haliyle bile köydeki tüm delikanlılardan daha hızlı koşabiliyordu. Kovalamaca yaklaşık bir saat sürdü. Kayaların arkasından, mağaraların içinden geçildi. En sonunda daha önce hiç fark etmemiş oldukları nehrin kıyısında ufak bir ev gördüler. Kadın evin kapısını açmış, kayalığın tepesinde duran köylülere bakmıştı. Nişan alan Zeytunî’nin ise bu bakışla cesareti kırılmıştı. Arkasında duran köylüler onu iteleyerek eve doğru ilerlemeye başladılar.
Evin kapısı tekmelerle kırılarak açıldı. Evi aydınlatmak için her köşesine birer mum konulmuştu. Tavana baktıklarında hepsinin gözleri açıldı, üzüntüyle inlemeye başladılar. Tavana göbek bağlarından asılmış yere sarkan doğmamış bebekler vardı. Hemen hemen hepsi anne karnında beş aylıkken sökülüp alınmış, içleri doldurulmuştu. Odanın içindeki mumlar küçücük bebeklerin büyük gölgelerini oluşturuyordu. Zeytunî böyle bir görüntü karşısında donup kalmış, nereye geldiğini, ne yapacağını düşünmeye başlamış, adeta kendisinin kim olduğunu unutmuştu. Diğer odadan ses geldiğini duydular. Zeytunî elindeki tüfeğiyle yavaşça odaya girdi, kırmızılı kadın büyük bir beşiğin önünde durmuş bir şeyler yapıyordu. Zeytunî tüfeği kaldırıp kadının kafasına dayadı. Kadın arkasını döndüğünde bir kez daha şaşırdı. Kadının elbisesinin önü açıktı ve altı tane memesi vardı. Kadının iki kolunda da birer bebeği vardı ve memelerinden süt içiyordu. Anneleri oldukça güzel olmasına rağmen bebekler iğrenç birer canlıya benziyordu. Zeytunî kafasını eğip beşiğe baktığında ise 4 bebeğin daha olduğunu gördü. Bebeklerin ağzı kanlı, organlarla beslleniyorlardı. Yedikleri organlar ise Zeytunî’nin bebeğine aitti. Diğer odada duran köylüler bir el ateş sesi duyduktan sonra birisinin yere yığıldığını duydular. Daha sonra kulak cırtlatan bir ses duymaya başladılar. Sanki bir şeyler bağırıyordu. Köylüler ise o odaya girmeye cesaret edemiyordu. “Zeytunî!” diye bağırdılar. Zeytunî cevap vermemişti. Aralarından seçtikleri birisini kapıya doğru ittiler. O kişi tam kapıyı açacaktı ki üstü başı kanlı Zeytunî bir elinde kanlı kanlı bıçağı, sırtında tüfeği ve omzuna attığı bir çuvalla kapıdan dışarıya çıktı. Çuvaldan kanlar damlıyordu ve Zeytunî tek bir kelime bile etmiyordu. Zavallı adam kapının aralığından kanlı beşiği ve memeleri kesilmiş, cansız bedeni yerde yatan kadını gördü, olduğu yere bayılıverdi.
Aradan uzun zaman geçmiş, kadınlar artık bebeklerini büyütebiliyor, onların gençliğini görebiliyordu. Zeytunî’de köyden bir kadınla evlenmiş, üç cocuğu olmuştu. Kendisine yeni bir huy edinmişti. Ava çıktığında avladığı hayvanların bir parçasını kavanoza koyuyor, hazırladığı özel bir suyla o parçanın seneler boyunca o kavanozda bozulmadan kalmasını sağlıyordu. Kavanozları evin her köşesine koyuyor, evi süslüyordu. En küçük oğlu bu kavanozlara bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir tanesinde ayı pençesi vardı. Bir diğerinde domuz kuyruğu, ceylan dili, tilki kuyruğu, altı ayrı kavanozda garip görünümlü bebek, altısında ise kadın memesi.
Merhabalar. Gayet eğlenceli ve güzel bir öyküydü. Üslubunuz da hoşuma gitti konunun ilginçliği de. Öykünün sonunda cadının öldürülme kısmında daha büyük bir çatışma beklerdim. Sonuçta onlarca köy kadınının hakkından gelmiş bu yaratık. Hiç karşı koyamamasını doğru bulmadım. Ama yine de sonu da gayet güzeldi. En sevdiğim ve samimi bulduğum kısım:
“İsmet Ağbi, İsmet Ağbi!” 🙂
Ellerinize sağlık diyorum.
Merhabalar.
Anladığım kadarıyla Zeytûni, koleksiyoncudan koleksiyon yapmış 🙂 Dinamik bir öyküydü. Baştan sona koşturmaca akıcılık sağlamış. Biraz kanlı-canlı, sert bir şeyler yazmışsınız. Sonuç olarak başı sonu belli güzel bir kısa öykü çıkmış ortaya. Elinize sağlık..
Hoşgörünüze sığınarak, gözünüzden kaçtığını düşündüğüm birkaç hususu vurgulayayım:
“Öfkeli olan bu köylülere arada sırada da şimşek çakarak sanki doğa da öfkelenerek onların öfkesini paylaşıyordu.”
cümlesinde olduğu gibi (ki bu cümle daha ilk paragrafta yer alıyor), fazlalık kelimeler barındıran, kurulumu yanlış ve sonuçta “amaçlanan anlam”ı lafzına uymayan cümleler hikayeyi gölgede bırakıyor. Hele daha öykünün başında böyle bir cümleyle karşılaşan okurun öykünün devamını okuması oldukça güç olacaktır diye düşünüyorum. Mesela bu tek cümlede 3 tane öfke kelimesi var. 2 tane “-erek” var. “olan bu” ifadesi gibi kaldırıldığında anlamı daraltmayan fazlalık ifadeler var. Özne-yüklem uyuşmazlığı var…
Çözüm belli! Zaman ayırıp kontrol okuması yapmak. Varsa dil bilgisi yanlışlarını düzeltmek. Fazlalık kelimeleri acımadan atmak. Mümkünse bir başkasına okutup, gözden kaçan yanlışları da ayıklamak. Umarım eleştirimi yanlış anlamazsınız. Size akıl vermek gibi bir niyetim yok. Sadece gözden kaçabilecek bazı hususları faydasını görürsünüz niyetiyle yazmak istedim. Umarım faydalı olur. Sonuçta bunlar hepimizin dikkat etmesi gereken noktalar. Diğer seçkilerde görüşmek üzere..
Merhaba;
Yukarıdaki iki yoruma da katılıyorum; özellikle yazım konusunda biraz daha dikkat diyorum ben de.
Öykünün konusu farklıydı kesinlikle. Ayrıca sürükleyiciydi öykünüz ve son ana kadar merak duygusunu taze de tuttu.
“Yaralı olmasına rağmen kadının alışılmadık bir hızı vardı. Bu olayı daha sonraları “Domuzu vursan anında soluğu kesilirdi” diye anlatacaklardı.” Buradaki anlatımı beğendim.
Kaleminize kuvvet.
Merhaba,
Sürükleyici bir öykü kaleme almışsınız. Yazım hataları vardı evet ama birkac kez daha gozden geçirip yüksek sesle okudugunuzda zaten hemen ayiklayabilirsiniz diye dusunuyorum.Begenerek merakla okudum. Kaleminize sağlık
Merhaba, öykünüzü beğenerek okudum. Sürükleyici ve farklı bir öykü olmuş. Son olarak arkadaşların yazdığı yorumlara katılıyorum. Ellerinize sağlık ve kaleminize kuvvet. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…