O kapkara toz bulutu yükseldiğinden beri tepelerinde, bulutsu bir beyazlık vardı gözlerinde. Ayaklarında upuzun, çıkmaz yollar ve başında saçsız deriler… Ha bir de diri diri yanmaktan giden bir akıl. Yeni aklıyla yeni bir yürüyüş tarzı da edinmişti kendisine: çenesini ve boyunu tamamen yere değdiriyor, ağzı açık, dili dışarda dizlerinin üzerinde sürünüyordu. Fizik kurallarına aykırı gibi görünen bu duruş artık ev ahalisi tarafından doğal kabul edilmişti. Tüm günü kapısı daima iki kere kilitli minicik odasında geçiriyordu. Annesi günde üç öğün mamasını, suyunu veriyor, sonra derhal odadan çıkıyordu. Korkudan mı, tiksintiden mi yoksa acımadan mıydı bu kaçış? Gözleri olsa belki yorum yapardı, tabii bir de aklı. Dili dışarda durmaktan öyle kurumuştu ki konuşmayı dahi unutmuştu. Ne zamandan beri bu odadaydı? Daha ne kadar kalacaktı?
Ayın bazı günleri kendini tuhaf hissediyordu. Bir şeyler bacaklarından süzülüyor, karnı ağrıyor, o tanıdık koku burnuna geliyordu. O zamanlar annesi daha sert davranıyor, bezini daha bir sıkı bağlıyordu. İşte yine o döngülerden biri. Ancak bugün farklıydı diğerlerinden; bir kanat çırpışı, bir çığırış uyandırmıştı gece vakti onu. Gökyüzünde Ay gözlerine benziyordu bugün. Aylardan Mayıs, günlerden pazartesi, Akrep burcunda dolunay… Kapısı her zamanki gibi iki kere kilitli. Ancak yazılı olmayan bir kural vardır: “her kilitli kapı bir gün açık unutulur”.
O gün de açıldı kapısı usulca. Taptaze çiçek kokusu geldi önce burnuna. Onu hatırlıyordu hâlâ, hiç unutmamıştı aslında. Yasemin, yıldız çiçekli yasemin; Trachelospermum jasminoides. Şeceresini bilirdi bütün yaseminlerin. Kokusunu buram buram içine çekti. Şimdi oradaydı, o yemyeşil bahçede. Tam yedi çocuktular oynayan birlikte, artık altısı ölü, biri dolunay gözlü yedi çocuk. Yemyeşil misketinin küçücük bir deliğe girmesi, bu kadar kulakları sağır edecek bir gürültü çıkarabilir miydi? Hayır, ses bu minik çukurdan gelmiyordu.
Kafasını kaldırdı, şimdiye kadar hiç görmediği parlaklıkta bir ışık gördü. Son gördüğü şey de bu kocaman ateş topu oldu. En son gördüğü şey o olduğu için mi peşini bırakmıyordu bu parlak ışık? Derisini yakan o acı, bıçak gibi kesen o kabarcıklar, ateşler içinde yanarken kustuğu o geceler, her defasında ta midesinde hissettiği o baş dönmesi; hepsi, tüm bunlar gerçek mi, rüya mı? Bir patırtıyla parlak rüyası bitti. Yemek geldi, tıngırtısından belli, doluydu tepsi. Yasemin çiçeksiliği, yerini salçalı tarhananın ekşiliğine bıraktı.
Odaya adımını atar atmaz annecağzının ayağı eşiğe takılıvermişti. Kadın yerde, tepsi önünde, tarhana duvarda, fasulye halıda, pilav koltukta, cacık boş bulduğu her yerde süzülüyordu. Kadın ne olduğunu anlamadan yerde bulmuştu kendini, apar topar koştu banyoya, açık kapıyı bırakıverdi ardında. Birden kafasında çaktı parlak ışık, annesinin peşinden yemekleri yalaya yalaya gitti mutfağa. Yolu biliyordu, aklını o derece kaybetmemişti daha. En üst çekmeceyi açtı, en büyük bıçağı kaptı ağzıyla. Alırken dili kesilse de sesi çıkmadı, kanlı dişleriyle tuttu sapını. Hadi doğruca banyoya! Annesi üstünü çitilerken, sapladı bıçağı en hassas yerinden. Kadın gıkı çıkmadan serildi yere. Sıra geldi ötekine.
Odaya doğru süründü, ağzında kanlı bıçağı. Yaseminleri koklayarak odanın yolunu bulmak kolaydı. Önce bir dal çiçek aldı vazodan, taktı kulağının arkasına. Yöneldi sağdaki koltuktan gelen horultuya. Bir iki yoklamadan sonra sapladı bıçağı sırtı dönük yatan adamın tam da boynuna. Babasının kanları doldu ağzına, bir kısmını yuttu bazısını tükürdü halıya. Ne bir çığlık, ne bir bağırış, ne de bir feryat, her şey bitmişti bu tertemiz sonla. Şimdi evde tek bir ses vardı; zayıf bir miyavlama. Luna hissetmişti olanları. Onun gözlerinin yokluğu doğuştandı ve hisleriydi gören, sezen, kavrayan. Bunlar sevinç çığlıklarıydı anlaşılan.
Yanına gitti, kanlı ağzıyla tuttu onu, annesi gibi boynundan. Sesi kesilen hayvanı kuyruk sokumuna denk gelecek şekilde sokuşturdu annesinin sımsıkı bağladığı beziyle donu arasına. Vitrinden, anneannesinden kalma gümüş kâseyi aldı, içine suyu doldurdu. Kare salonun tam merkezine kondurdu. Kanlı diliyle bir çember çizdi etraflarında. Artık her şey hazırdı. Aldı eline Luna’ yı, kâseye soktu sığanını, merkezden başlayarak bir spiral çizdi onunla. Bir yandan debelenen hayvanı sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da aklında kalan son sözcükleri sıralamak için açınca ağzını, tiz bir ses çıktı boğazından. Bu ses, kendi sesi miydi?
Sit corpus eius meum, animae nostrae unum sint
Sit corpus eius meum, animae nostrae unum sint
Sit corpus eius meum, animae nostrae unum sint
Diz çöktü kâsenin yanı başına, bıçağı yeniden aldı eline. Tam da kaburgalarının hemen altından yardı kendini ikiye. Tek elini öne attı, kesiği getirdi tam da kâsenin üzerine. Kanlar damlarken şıp şıp kâseye, soktu kediyi yarığının içine. Yakasında her zaman ilişik duran iğne ve simsiyah iplikle birleştirdi göbeğinin iki yakasını. Hâlâ debeleniyordu Luna içinde. Son bir kez daha sıraladı tılsımlı sözcüklerini:
Sit corpus eius meum, animae nostrae unum sint
Söyler söylemez küçülmeye ve tüylenmeye başladı.
Yine o kanat çırpışı, yine o çığırış:
Kolları kısalsın, eklemleri değişsin, kemikleri dönüşüp dişleri eksilsin, ağız burun dışarıya, kulaklar üçgenleşip yukarıya, bıyıklar beyazlayıp uzasın yanlarda, beyaz gözler yok olunca, simsiyah uzun kuyruğu çıksın ortaya!
Durmadan küçülüyordu belirsiz bir zaman aralığında, tarifsiz bir hızla. Siyah, sarı, beyaz tüyleri, bedeni küçüldükçe arttırıyordu yoğunluğunu vücudunda. Damarlarında dolaşan sihir, kalın kemiklerini törpülerken yerine ince eklemleri yerleştiriyordu özenle. Kararmıştı bembeyaz burnu küçülüp uzarken havaya doğru. Kokusunu hiç bu kadar derinden hissetmemişti yaseminlerin. Minik kara burnunun altında, sürekli cımbızla kökünden söktüğü bıyıkları hem beyazlaşıp hem uzuyordu. Dökülürken dişleri kâseye; ellerine, ayaklarına sıçradı sular ve dönüştürdü her birini bir patiye. Neyse ki alışkındı dört ayak üzerinde yürümeye.
Kulakları sivrilirken yukarıya, şaşırdı duyabildiği ufak ayrıntılara. Bembeyaz gözlerinin eriyip yok oluşu can vermişti kuyruk sokumunda uzayan simsiyah kuyruğuna. Etini delercesine çıkan minik sivri dişleri, hatırlattı iki suretinin de dünyaya gelişini ve her bir doğumunda şefkatlice ona uzanan büyülü elleri. O eller bir hamur gibi yoğuruyordu şimdi içini. Ve aynı eller başını okşayınca pamuksu bir yumuşaklıkla, hissetti değişimin ürpertisini sırtında. Özgürlük oluk oluk akıyordu damarlarında.
Ses telleri de büzülerek ayak uydurmuştu bedenine. Minik, pıtırlı dilinde cılız bir miyavlama ile yöneldi kokuya doğru ve yalamaya başladı çemberin kanını. Artık uzun bir süre hissetmeyecekti açlığın muhtaçlığını.
Zamanı gelmişti. Atladı açık pencereden. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Bir kanat çırpışı, bir çığırış; doğru yoldasın, onu düşün. Patileri kabuk tutana kadar yürüdü. Dosdoğru ona doğru yürüdü, sadece yürüdü. Ne açtı, ne de susuz, ne çaresizdi, ne de umutsuz. Üzerinden aylar geçmesine rağmen duyabiliyordu hâlâ havadaki o yakıcı kokuyu. Ondan başka bir canlı yoktu etrafında. Belki birkaç uzvu eksik ama yine de sağ kalanlar, kaçabilecekleri kadar uzağa kaçmıştı o parlak günden sonra. Hayalet bir şehirdi artık burası. Her yeri kaplamıştı gri bitki örtüsünün yası. Her birinin kalbi o uğursuz günde kuruduğundan beri, etrafta tek bir canlı ağaç kalmamıştı. Yaşamın, canlıların, canlılığın üzerine serilmişti ölüm bulutu. Yaklaşmıştı. Heyecanı damarlarındaydı, hissedebiliyordu onu hırıltısında.
Sonunda buldu tepeyi. Daha körpecik olan sivri tırnaklarıyla başladı tırmanmaya. Bir kanat çırpışı, bir çığırış; onu düşün, bunu da aşacaksın, onu düşün, bu son engel, onu düşün, başaracaksın, onu düşün. Ve son pati atışı boşluğa gelince anladı tepenin zirvesinde olduğunu. Onu bulmuştu, kalan son ağacı, doğduğu ağacı, onu doğuran ağacı. Bir kara kanat çırpışı, bir çığırış, o da kondu ait olduğu dala. Ağacın kokusunu çekti içine, bu iç çekişle toprağın ruhu doldu her bir zerresine. O enerjiyle tırmandı ulu ağaca, çıktı en tepesine. Gözleri görmese de tüm haşmetiyle hissedebiliyordu Dolunayı ve geceyi ve karanlığı ve onun sessiz duruşunu. Yükselirken gümüş anne gökyüzünde, geldi bütün bulutlar tepenin zirvesine. Akıttılar bembeyaz sularını, yıkadılar bütün yolun kirini pasını.
Hiç bu kadar temiz hissetmemişti bedenini, ruhunu. O böylesine bütünleşmişken benliğiyle, çaktı şimşek göğü delercesine, kim görse derdi parlak ışıktan daha parlaktı, görmemiştik hiç böylesine bir mucize! Bir ucu göğün en tepesinden gelen şimşeğin öteki ucu saplanmıştı tam da minicik kalbinin en derinine. Öyle kuvvetliydi ki kül etti onu; Luna bedenini, insanlığını, kediliğini, ağacını, dalını, kökünü. O anda tam otuz kuş yükseldi göğe doğru. Kapkaranlık gölgeleri düştü bembeyaz Ay’ın üzerine. Tüm kasveti, tüm yıkıcılığıyla hâlâ duran o gri toz bulutu dağıldı o sırada çivit mavisi gökyüzünde. Ve otuz kuşun gölgesi bir araya toplandı, dönüştü uzun kuyruklu, kanatlı bir düşe.
Dünya başladı geriye dönmeye.
Kanatlarını çırptıkça düş, o lanetli çekirdek düştü ulu ağacın külüne.
Ve tam da o tepenin zirvesinde yeniden can buldu bizim ulu meşe.
Ardından bir kanat çırpışı, bir çığırış…
- Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız - 1 Eylül 2024
- Cennet-ül Cinnet - 1 Temmuz 2024
- Bir Garip Yolcu - 23 Mayıs 2024
- Topal - 1 Şubat 2024
Belki alakasız gelecek ama bana Zima Mavisi’ni hatırlattı. Güzel bir anlam arayışı. Tebrikler kaleminize sağlık
Teşekkürler Sezi. Yorumların her zaman çok değerli❤️
Teşekkür ederim. Aslında benzer yönleri var alakasız değil. İkisi de özüne, onu doğuran forma dönüyor. Zima Blue için havuz bir rahim gibi Luna için de ağacı. Çok ufuk açıcı oldu benim için de yorumunuz.
‘Dönüşüm’ vibeı aldım kaleminize sağlık, ilginç bir okuma oldu.