Esasında pek huzurlu bir manzara idi. Rengarenk ışıltılarında perilerin gülüştüğü onlarca kağıt gemi nehrin sakin suyunda kayıp gidiyordu. Güneşi yenice batmış göğün altında çiçekler kadar sessiz ve narin, değme elmasları çatlatacak değin göz alıcıydılar. Anaların canı cananı, babaların gözbebeği, eti taze yavrular için kurulmuş tüm tuzaklar gibi.
Kurulmuş kapan işe yaradı. Oğlan çocuğu görür görmez vuruldu gemilere. Üçü beşi, hiç olmadı en az biri benim olmalı dedi kendince. Aklı kıt bir şeyde değildi oysa. Adamı sulu dereye götürür, susuz getirir cinstendi. Lakin göz görüp de gönül bir kere düştü mü ateşe gerisi ıvır zıvırdı. Hele ki çocukların gönül ateşi öyle bir yanardı ki insan evladı değil aklının sesini, davulların gümbürtüsünü dahi duymazdı. Çocuk da duymadı. Ne ederim de o gemilere giderim diye arandı durdu. Ve sonunda da aradığını buldu: Eski bir sandal. Nehrin kenarında sallanan sazların lütfettiği küçük bir aralığa iliştirilmişti. Ya kanlı canlı adam olsa kendine bile hayrı dokunmaz bunun denirdi ancak. Tahtaları aşınmış, kırmızı beyaz boyalarının çoğu dökülmüştü. Kullanılmaktan bel vermiş kürekleri ölü balıklar misali tozlu zeminde yatıyordu. Dert değil, diye düşündü oğlan. Onu taşıyabildiği sürece sandalın eskiliği sorun olmazdı.
Bir gözü nehrin ortasında salınan gemilerde, bir gözü yaptığı işte olan çocuk sandalın sazlara dolanmış ipini zorlanmadan çözdü. Usta bir kaptan gibi de tek hareketle ipi küreklerin yanına attı. Yavaşça yürüyüp sandalın kenarına tutundu. Heyecandan eli ayağı zangır zangır titriyor, yanlış olduğunu bilse de yapacağını yapmaktan geri durmuyordu. Dikkatle ayağının birini sandalın içine attı. Sonra diğerini. Küreklerin yanına, ortadaki sıraya geçmek isteyince su üstündeki tahtadan ibaret zemin başladı sallanmaya. Çocuk anında olduğu yere çöktü. İnce parmakları tahtaları sıkıca kavradı. Derin derin nefesler aldı. O vakit aklı biraz başına gelir gibi oldu. Ciddi ciddi sandaldan inmeyi bile düşündü.
Derken, pat! Tırnaklarının içi çamur dolu bir el sudan fırlayıp sandalın kenarına yapıştı. Oğlancağız büzüştüğü yerde öyle bir sıçradı ki sandal yele tutulmuş ağaçlar gibi bir sağa yattı bir sola. Çocuk sandalı mandalı boş verdi, soluğu gırtlağında takılı halde ele bakakaldı. Sonra aklına gelen şeyle rahatladı. İri iri açtığı gözleriyle merakla başını uzattı. Suda ona dik dik bakan bir kafa vardı. Pekmeze benzer bir sıvıyla dolu gözlerini gören ona ne dost derdi ne de düşman. Yosunumsu saçlarının arasından çamur akıyor, sulu toprak bembeyaz derisinde izler bırakarak çenesinden suya damlıyordu. Lakin onu görünce oğlan irkilmedi. Hatta kalbine dolan ferahlık yüzünde gülücükler açtırmıştı.
“Hadi,” dedi sudakine. “Gidelim.”
Suyun içindeki belli belirsiz gülümsedi ve başladı sandalı çekmeye. Eski şey rahatça ilerledi. Beraber nehrin ortasına, rengarenk ışıklar saçan kağıt gemilere doğru gittiler.
Bir saat ya geçmiş ya geçmemişti. Ay gül cemaliyle gökteki yerine kurulmuş, gecenin koyu laciverti yenice ona yetişiyordu. Tatlı yüzünde sakin, hatta neredeyse sıkkın bir ifadeyle küçük bir kız çocuğu kenardan nehrin ortasındaki eski sandala bakıyordu. Oğlandan olsa olsa iki üç yaş küçüktü. Hani ressamın tuvalinden fırlamış derler ya, işte öyle bir havası vardı. Pileli kırmızı elbisesiyle, bukle bukle sarı saçlarıyla göz alıyordu. Onun bu şirin tabiatına tezat, siyahlar içinde uzun boylu bir adam hemen yanında dikiliyordu.
“İnsanları şimdilik bu civardan uzak tutuyoruz,” dedi adam. Konuşması rahat ve saygılıydı. Nehre kaçamak bir bakış attı. “Sandala yaklaşmamıza izin vermiyor.”
“Fark ettim,” dedi kız.
Suya kapılıp sürüklenmesi gerekirken, geniş nehrin ortasında sandal kıpırdamandan duruyordu. Kurbağalar dut yemiş bülbül olmuşlardı. Sazların arasında şakıyan kuşlardan tek bir tanesinin kanat sesi duyulmuyordu. Baba sinirlendiğinde evin ahalisi sus pus olurdu ya, burası da öyleydi.
Kız küçük sarı kaşlarını kaldırdı. “Uzun zamandır Sahibin bu kadar kızdığını görmüyordum.”
“Belki de karışmamalıyız,” dedi adam. Kızın hınzırca sırıttığını görünce omuzlarını düşürdü. “Oğlan hala yaşıyor. Daha da kızdırırsan çocuğa zarar verebilir.”
“Her işte biraz risk vardır. Ayrıca neler döndüğünü öğrenmek için buradayız, değil mi?”
“Canın sıkıldığı için geldiğini sanıyordum.”
Kız eğilip ayakkabılarının bağcıklarını çözmeye koyuldu. Pamuk çoraplarını da çıkarıp, hepsini adamın eline tutuşturdu. Küçük çıplak ayaklarıyla taş diken demeden nehrin kenarına vardı. Tam önünde duran, öfkenin görünmeyen, ancak uyaran engelini hissedebiliyordu. Elini eteğinin cebine daldırıp jel şekerinden üç tanesini çıkardı. Çöp adam şeklindeki rengarenk yumuşak şekerler talihsiz kaderlerine rağmen mutlu mesut gülümsüyorlardı. Kız da onlara gülümsedi ve basit bir hareketle onları suya atıverdi. Şekerler kısa bir uçuştan sonra şıp diye suya düştüler. Kırık dal parçaları gibi akıntıyla sürüklenmeye başladılar.
Şekerler gitti, gitti ve ansızın suyun içine batarak gözden kayboldular. Kız önündeki engelin eridiğini hissetti. Sahibin onu geri çevirmemiş olmasını hayra mı yorsa, yoksa buna işkillense mi bilemedi; ya olsun. Suların üstüne basarak yoluna devam etti. Sandalın yanına değin yürüdü. Oğlan çocuğu tahta zeminde sere serpe yatıyordu. Mışıl mışıl uyuduğuna bakılırsa da ya çok rahattı, ya da birisi rahatlığı umursamamasını sağlamıştı.
“Sorun nedir?” diye sordu kız nehre. “Senin bilgeliğin derya deniz, benim ki bir damla. Sabırsızlığımı hoş gör. Çorak toprakları kazıp kendine yol eden ak sularınla bana da yol göster.”
Cevap gecikmedi. Suları köpürtede köpürtede içindekilerle beraber sandal batmaya başladı. Taş misali doğruca dibe iniyorlardı. Dehşete kapılmayı geç, kızın gözü bile seğirmedi. Kayıp gitmesin diye oğlanın göğsüne elini bastırdı ve en ufak bir korku duymaksızın nehrin kendilerini yutmasına izin verdi.
Su karanlık ve soğuktu. Bir de aşağı çekiliyorlardı. Battıkları hızla dibe oturmalı an meselesiydi. Öyle olmalıydı. Fakat sandal yosun kaplı çamura oturacağına, suları yara savura yüzeye çıkıverdi. İçindeki suları döke döke sağa sola bir iki sallandı. Dengesini bulduğunda sakinleşip eski kayıtsızlığına büründü.
Donuna değin ıslanmış olmaktan çok cebindeki mahvolmuş şekerline üzülen kız derin bir iç çekti. Eskiler eski numaralarla kibirlenmekten hiç bıkmıyorlardı. Cidden. Batıp çıkmaları gerek değildi yani. Suyu ayna gibi de kullanabilirdi. Ama yok, böyle olacak illa. O kız o suda ıslanacak. Şekerleri mahvolacak. Neyse, dedi kendi kendine. Olan olmuştu. Gözlerine damlayan suyu sildi. Onca patırtıya rağmen hala horlayan oğlanı yakasından tutup sudan çıkardı. Nehri geçip de sandaldaki bir kaşık suda boğulursa trajikomik bir hikayenin başkahramanları olurlardı.
Kız oğlanı sağlama alıp etrafına bakınca batmadan önceki yerde durduklarını gördü. Yalnız akşam değil de, güneşin inmeye durduğu bir saatteydiler. Hava daha aydınlıktı. Rüzgar çürüyen yosunların ağır kokusunu taşıyor, kurbağanın teki vıraklayıp duruyordu. Nehrin bu kısmı her zamanki gibi ıssızdı. Onlardan tarafa koşarak gelen çocuğu fark etmek o yüzden hiç de zor olmamıştı.
Gözlerini hafifçe kıstı kız. Nehir geniş olduğundan kıyı yakın değildi, fakat koşan çocuğun ayaklarının dibindeki sızmış oğlan olduğunu anlaması için şahin gözlerine ihtiyacı da yoktu. Çocuk yavaşlayıp durdu. Büyülenmiş bir halde nehre bakakaldı. Uyurgezermişçesine suyun kenarına kadar geldi. Daha da ileri gitmek istediği her halinden belliydi, ya iki okkalık cesareti nehirde yüzmeye yetmiyordu. O sırada suyun içinden bir kafa çıktı. Çamur gibi saçlarıyla, bembeyaz teniyle tanıdık bir yüzdü. Yüksek kademeli ruhlardan biriydi ve kendisi buraların sahibi, gözeteniydi. Oğlanla konuşup az ötedeki bir yeri işaret etti. Sazların arasındaki eski sandalı bulduğunda çocuğun gözlerindeki parıltıyı kız olduğu yerden bile görebiliyordu. Apaçık tuzağa yürüdüğünü anlamaktan yoksun çocuk sandalla uğraşa dursun, kız kıyıya, ağaçların olduğu yere bakınca görmesi gereken şeyi gördü. Gölgelere sinmiş bir adam çocuğa bakıyordu. Sevgisinden falan olmadığı da gayet açıktı.
“Çocuğu bu adamdan mı koruyordun?” dedi kız. “Anladım. O halde müsaadenle. Gidip derdi neymiş bir sorayım.”
Kız çevik bir hareketle sandaldan suya atladı. Batmak şöyle dursun, toprakta koşar gibi suyun üstünde koşmaya başladı. Adımları öyle çevikti ki bir nefeslik zamanda adamın yanına varmıştı.
Kendi zamanını yaşayan adam doğal olarak kızın farkında değildi. Teni güneşten yanmış, aşınmıştı. Ter ve balık kokuyordu. Tırnaklarını ağacın kabuğuna geçirmiş, oğlanın nehre açılmasını kinle izliyordu. Büyük ihtimalle bilmiyordu, onu yakalayamamasının sebebi Sahibin bunu istemiyor oluşuydu.
Adamın duymayacağını bile bile, “Pek akıllı bir şey de sayılmaz,” dedi kız. “Ona neden bu kadar kızdın?”
Uzandı ve parmaklarının ucuyla hafifçe adama dokundu.
Suya değmişçesine etraftaki görüntü dalgalandı. Her şey pas yeşili bir buğunun içinde eriyip kayboldu. Bir an sonra buğu dağıldı. Nesneler şekillenip yeniden görünür oldular. Nehrin kenarındaki ağaçlıkta yaşanan başka bir zamandaydılar şimdi. Adam kızın hemen yanı başındaydı. Kızgın değil, kederliydi bu sefer. Nasırlı elleriyle küçük bir çukur kazarken, kıpkırmızı yüzündeki gözleri bir doluyor bir boşalıyordu. Ak tüyleri kana bulanmış, bir lokmacık başı düşmüş bir kuş içindi bu minik mezar. Tek de değildi. Üzerlerinde daha ot bitmemiş yarım düzinesi yan yana sıralıydı.
Olup biteni anladıktan sonra kız sandala geri döndü. Görü sonra erdi ve kendi zamanlarının akşam karanlığı sandala yeniden çöktü.
Kız cebindeki ıslak şekerlerden birini çıkarıp ağzına attı. Şekeri yavaş yavaş dişlerken uzandı ve uyuyan çocuğun suratına okkalı bir tokat patlattı. Çocuğun gözleri fal taşı gibi açıldı. Kız neşeyle güldü. Böyle zamanlarda işini sahiden seviyordu.
Şaşkın şaşkın bakan oğlan, hem kendinden küçük hem de bir kız çocuğundan tokat yemenin acıyla nerede ne halde olduğunu boş verip efelenmeye başladı.
“Kime vurduğunu sanıyorsun kızım sen?”
“Kıpırdanıp durmayı kes. Eski bir sandaldayız sonuçta.”
O vakit oğlan çevresine bakmayı akıl etti. Yine de yiğitliğe toz kondurmayacak ya kıza çemkirmekten geri durmadı.
“Kimsin sen?”
“Birçok adım var, da şu an hiçbiri seni zerre ilgilendirmez. Kulaklarını aç, beni iyi dinle. Seni eşek sudan gelinceye kadar dövmek isteyen bir adam var. Muhtemelen o eşek sudan gelmez, sen de muhtemelen ölürsün. Adamcağız haklı tabii. Kuşlarını telef ettiğin gibi o da seni telef etmek istiyor.”
Çocuğun suratı çarpıldı. “Ben yapmadım…”
“A, bir de yalancıyız. Ne hoş!”
“Kim söyledi ki yaptığımı?”
“Kes. Sen yaramaz bir çocukmuşsun.” Kız olan zalimliğiyle sırıtınca oğlanın ense tüyleri dikildi. “Doğal olarak cezanı da çekeceksin. Benim elime bırakılmaman kötü oldu biraz. Büyük ihtimalle böyle yaşarsın. Uslu dur, tamam mı? Suya falan atlayım deme. Buranın sahibi istemediği sürece kıyıya çıkman mümkün değil. Denersen en fazla ölürsün. Ha, ölürsen de senin gibi faniler sana acırlar. Eski bir sandal parçasıyla nehre açılma aptallığını gösteren zavallı çocuk, derler. Belki bu ceza sana kuşlardan çok, içindeki kibri öldürmeyi öğretir.”
Oğlan daha ağzını açmadan kız sandaldan atladı ve seke seke kıyıya doğru gitti.
Masalsı bir tat var yazımında. Gayet eğlenceliydi. Sadece ‘ya’ kelimesini fazla kullanman gözümü yordu okurken. Tebrik ederim güzel hikayeydi.
Teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim. ‘ya’lar konusunda da daha dikkatli olacağım. Sağ olun.
Selamlar.
Öncelikle çok etkileyici bir anlatımınız var. Biraz masalımsı, sanki birine bir şey anlatıyormuş gibi.
Hikâye de gerçekten çok güzel ve etkileyiciydi. Fakat küçük kızın değişik davranışlarını anlamlandıramadım. Kılık değiştirmiş olabilirmiş gibi geliyor bana.
Ama Neyse, ellerinize sağlık, görüşmek üzere.
Çok teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim. Küçük kız hakkında öyle düşünmeniz de güzel. Anlatmak istediğimi bir yere kadar dile getirebilmişim demek ki. Kendisinin olduğu gibi görünmediği aşağı yukarı doğrudur. Tatlı küçük bir kıza benzese de yaklaşık bin beş yüz yaşlarında, saygı uyandıracak kadar güçlü, biraz zalim, biraz kafadan çatlak birdir. Ama bunları hikayede özellikle belirtme gereği duymadım. Göründüğü gibi biri olmadığı anlaşıldıysa yeterli.
Okuduğunuz ve yorumladığınız için tekrardan teşekkür ederim. 🙂
Öyküyü çok beğendim (bu mesajı henüz bitirmeden yazmaya başladım)
Anlatımın, özellikle başlarda çok güzeldi. Düşlerin titreşimlerini, onları algılayabilecek bilgeliği bana vererek dinlemiş ve müziklerini kavramış gibi hissetim ki bir yazarın yapmasından en çok hoşlandığım şey budur. Anlatımındaki o tarz zamanla solsa da(ki, olaylar başladıktan sonra bunu korumak çok zordur) benim için hiç rahatsız edici olmadı.
Bu kadar güzel bir hikayeye “bazı yerlerde yazım yanlışları fark ettim” gibi gubik bir yorum yapmak istemediğimden yanlış yazıldığını düşündüğüm kısımları elimden geldiğince göstermeyi dilerim:
” “Uzun zamandır Sahibin bu kadar kızdığını görmüyordum.”” 🙂 Gizemli özel karakter isimlerinin büyük harfle yazılması çok hoşuma gider. Bazı durumlarda malum ekleri ayırmamak bir tercih olsa da sanırım burada “sahip’inin” gibisinden bir ifade kullanman daha doğru olurdu. bilemedim.
“Mışıl mışıl uyuduğuna bakılırsa da ya çok rahattı, ya da birisi rahatlığı umursamamasını sağlamıştı.” sanırım burada anlatımsal bir hata var. Şöyle bir şeyler olabilirdi galiba:
“… bakılırsa ya çok rahattı ya da birisi rahat olduğunu sanmasını sağlamıştı.” veya “…bakılırsa ya çok rahattı ya da rahatsızlığı umursamaması sağlanmıştı”
“da”nın kullanımından emin değilim. varlığı yazım yanlışı olmayabilir.
“Su karanlık ve soğuktu. Bir de aşağı çekiliyorlardı. Battıkları hızla dibe oturmalı an meselesiydi. Öyle olmalıydı. Fakat sandal yosun kaplı çamura oturacağına, suları yara savura yüzeye çıkıverdi. İçindeki suları döke döke sağa sola bir iki sallandı. Dengesini bulduğunda sakinleşip eski kayıtsızlığına büründü.” Buradaki “ikileme ve türevleri” biraz sık kullanılmış. Sürekli aynı veya benzer hareketleri yapan bir sandalın varlığını hissettirmesi anlamında olumlu olsa da göz rahatlığı açısından bazıları için sıkıntı çıkartabilir.
“Donuna değin ıslanmış olmaktan çok cebindeki mahvolmuş şekerline üzülen kız” 🙂 “şekerlerine”
Öyküdeki pek çok anlatımı(öfkeli, hedefe odaklanmış, gizemli vs.) çok güzel kotarmışsın. Bu kıvraklığını başka hikayelerde de kullandığını dilerim.
“ya” ların kullanımı çok hoşuma gitti. Sözlükten baktım ve tam olarak kullandığın ve alışılmadık şekilde kullanılabiliyormuş.
Şimdilik bunları söyleyebileceğim sadece, öykü çok güzel gidiyor fakat gece 3 oldu ve yarın erken kalkmalıyım. Devamını okuduğumda bir şeyler yazmaya çalışacağım.
not: yanlış hatırlıyor olabilirim ama bir yerde bitişik yazılması gereken bir “-ki” yi de ayrı yazmıştın sanırım. Emin değilim.
Tekrar ediyorum, öykü okuyabildiğim kadarıyla harika.
Öncelikle bu güzel yorum için teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim. 🙂
Yanlış yazıldığını düşündüğünüz noktalara gelir isek;
– Benim bildiğim kadarıyla da “Sahip’in” şeklinde olacak. Karakteri kendimce mimlemek adına bilerek yanlış yazdım.
– “Mışıl mışıl uyuduğuna bakılırsa da ya çok rahattı, ya da birisi rahatlığı umursamamasını sağlamıştı.” Bu cümle ile ilgili ne desem bilemiyorum. Aslında tam olarak aklımdaki fikri yansıttığı için uygundu. Dayandığı felsefi mantığı kaybetmeden nasıl daha iyi yazılabilir araştıracağım tabii. İmla olarak ise “da” ekinin olmasına gerek yok, vurgu yapsın diye koydum. Aynı şekilde virgülü de. Zaten bildiğim kadarıyla oraya virgül konmaz.
– İkilemeler konusunda haklısınız. Genellikle ardı ardına yazılmazlar. Ben oradaki akıcılık hoşuma gittiği için öyle bıraktım. Sizin de belirttiğiniz gibi o sandalın varlığını hissettirmesi açısından güzeldi. İkilemeleri azalttığımda ya da cümleyi böldüğümde bana göre hoş durmamıştı.
– “şekerlerine” demek. Ihm, bu tamamen gözümden kaçmış, evet. 🙂
Zaman ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için tekrar teşekkür ederim. 🙂
Safir öykülerinin hayranı olarak bir yorum yazmasam olmaz.
Bu masalı da pek sevdim doğrusu. Arka planın, karakterlerin çok güzel tasarlanmış yine. Zaman geçişlerinde biraz afalladım sanki biraz daha hazırlık cümlesi istiyor o kısımlar ama yine de tadını bozmamış. Hiç isim kullanmamanın sebebini merak ettim, bunu özellikle yaptığını sanıyorum.
Ellerine sağlık…
Çok teşekkür ederim. 🙂
Gerekmedikçe isim kullanmıyorum, evet. Ahım şahım bir sebebi de yok aslında. Böyle bir parça gizemli olması hoşuma gidiyor. Belli bir duruşu, kişiliği olan birini anlatıyorsun, ama o her hangi biri olabilir. İlla bu budur, şu şudur diye parmakla göstermek çok da lazım değil bence.
Zaman geçişlerinin olduğu kısımları ise öyküyü tekrar gözden geçirirken düzeltmeye çalışırım artık.
Okuduğunuz ve yorumunuzu eksik etmediğiniz için teşekkür ederim. 🙂