“A rabbit in his meadow lair
Imagines none to see him there.
But aided by a looking lens
A man with eager diligence
Inspects the tiny long-eared gnome
From a convenient near-by dome.
Yet him surveys, or so we learn
A god from far off, mild and stern”
Christian Morgenstern
“Nereden geliyorsun?” diye sordu Birinci. Sigarasını yaktı, odanın karanlığını dağıtamayacağını bilen lambaya doğru üfledi dumanını. Dumanda bir kadının yüzü, bir çivi, bir aslan ve bir haydut belirdi, ardından basit, yoğunsuz bir şekilsizlik geldi ve kızıl halkanın küllere bastırılmasıyla küçük ve soğuk odadaki bulut kayboldu. Lambanın bildikleri arasında bir eriyiğin tekrar katılaşması, bir suskunluğun her zaman kabulleniş anlamına gelmeyeceği gibi şeyler vardı, ne ki üflenen dumanlardan karardığı için sorgulayanlara kızgındı, bütün cevapları bildiği halde hiçbir şey söylemedi, sesini bile çıkarmadı.
“Cevap ver!” diye bağırdılar. Yankılar kaybolmak bilmedi. Kulaklarda bir çınlamadır başladı. Huzursuzluğun, gelmeyecek cevabın beklentisi içinde geçen dakikaların bıraktığı bir iz yok. Belki masaya, kirli ışığa, yüzlere çökmüş bir durgunluk, o kadar. Zaman algısı tükenmiş. Hangi gün, hangi saat, hangi zamansızlık, hiçbiri bilmiyor. Birbirlerine bakıyorlar, gözlerde fersizlik. Bir çınlamadır belerdi iyice. Tiz, tek bir nota.
Önce duvarlardan geliyor sandılar.
Lambanın ışığı pesleşiyordu. Gölgeler koyumaya başlamıştı. Yüzler git gide sönüyordu.
İkinci, Üçüncü’ye göz kırptı, başını sola eğdi. Odanın köşesinde yan yana durdular.
“Arkadaşlarını gösterirsek konuşmaya başlar,” dedi İkinci.
“Konuşmaz, sonunun onlar gibi olacağını kendi de biliyor.”
“Belki de bilmiyor.”
“Bilmiyoruz. Başka bir yol da düşünmüyoruz, çünkü hiçbir şey konuşturamadı bunları.”
Birinci yanlarına geldi.
“Biraz daha zorlayalım. Hohlamaya hazır olun. Yan odalarda diğerlerini konuşturmaya çalışıyorlar.”
Zamanı çığlıklar yırtıyor. Üçü de sorgulananın karşısında, kulaklarını elleriyle kapamışlar. Uğultular geliyor, lamba hâlâ sönmedi mi?
Şimdi bir oturmuş kalmıştır sorgulanan. Dökülürdür. Bilgi uğruna ne acılar çekildiğini bilendir. Söylenemeyecek için yakılan ağıtlardır. Etrafına bakar, koyuşmuş beyazlıklardan başka bir şey değildir gördüğü. Düşünemez, düşündüklerini anlayacaklar diye korkudan aklı uyuşmuştur. Ne olduğunu bilmez, işte, söyleyecek bir şeyi yoktur.
Bilmediği şeyi düşünemedi, hayal edemedi. Rüyaları yoktur, gündüşleri hiç olmadı. Bildiği şeyleri iyice, yaşamak gibi bildi. Gökyüzüne yazılmış şiirler olan ağaçları bilir, havanın gerçekten de mavi olduğu zamanları, yerleri bilir, göllerin doruklarında yüzdüğü sıcak günleri bilir, toprağın ılıklığını, bağrına basışını, kollarını salıp serbest bırakışını, göklere eriştirmesini bilir. Rüzgarı bilir, savrulduğu aydınlıkları, karanlıkları bilir. Acıyı bilir; ta özünde hissettiği ve ruhunun bir parçası olmuş acıyı. Büzülürken, küçülürken çepeçevre kuşatan yalazlardan ötesi bir kıyılma bilmiyor lakin. Umutsuzluk, doğumsuzluk, düşüneceği şeyler değil. Ne zaman aklına getirse o yalazları, diplerinden bir güneş yükseliyor, kalıyor öyle. Tam karşısında. Haykırmaktan başka bir şey bilmiyor, sonuna kadar açık ağzından bütün nefesini boşaltırken buluveriyor kendini. Sanki başkasıymış gibi, kendini dışarıdan gözlermiş gibi hissediyor. Hiçbir şeyi göstermeyecek bir karanlık çökmüş. Güneşler dolusu ışık gelse bir gedik açılmaz karanlığı. Üç gölge var, karanlıktan daha koyu. Kim oldukları, nerede yaşadıkları, ne yaptıkları bilinmez. Yerde ve gökte, hiçbir zaman bilinmedi. Aramalar boşunadır, kaybolurlar. Sebep oldukları acılarda gizlidirler, bulunmaları bu yüzden imkansızdır. Hangisi o acıları deşmeyi, hatırlamayı, hatırlamayı göze alandır ki bulur onları, kendini kaybeder bu kez. Bir yürüyüştür bu. Bir ağacın dalından köklere doğru süren yürüyüş uzundur, sündürücüdür. Her adımda bir resim, bir ses, bir kıvranış… Ardından gelir o gölgeler, iyice gizlenmişlerdir. Yüz yüzeyken siliniverirler. Ağaç yıkılır, kökler yılana dönüşür.
Şafağa daha vardır.
Sabahın şarkısını söyleyecek Hüthüt Kuşu susturulalı çok olmuştur.
Sorgulananın karşısına kendi benzerleri de getirildi. Kara, soğuk, şekilsiz. Dokunmak istediler birbirlerine. Başarılır bir iş değildi dokunmak, onlara yasaktı. Yasaktı ve her seferinde tekrar denemek onlar için büyük bir zevkti, süzülmekle birlikte tek zevk.
Konuşmadılar. Konuşmak yalnızca gölgelere, nehirlerdeki balıklara, ağ ören örümceklere, gecenin ucuna yolculuk edenlere mahsustu. Bilirlerdi bunu, unutacak gibi olan olursa bir bakış hatırlatırdı her şeyi. Hiçbiri konuşmayacaktı, ne olursa olsun. Gölgeler anlamazdı; gölgeler için daima konuşacak, acı çektirilecek birileri vardı. Müzik durduğunda, koyunan notaların arasında gölgeler vardı. Sesleri, ölen bir hayvanın çığlıklarıydı başkaları için.
Çığlıkların arasında, sorgulananın içinde bir zemberek boşaldı. Vurulmuş kilitler bir bir kırıldı ve karanlıktan aydınlığa, aydınlıktan karanlığa geçişlerde izi kaybedilen zamanın yorgun, ağrılı sesi doldurdu odayı.
“Bilmiyorum! Ne sorarsanız sorun, bilmiyorum!”
Şaşkınlıkla geri çekildiler. Her şey sustu. Dünya’nın dönüş sesi bile duyulmaz oldu.
Uzak zamanlardan sonra içlerinden biri ilk kez konuşmuştu.
Üstü başı dökülüyordu. Ağır ağır doğrulurken sırtından, boynundan çıkan gıcırtıları işitti dördü de. Üç gölge, sallanmaya başlayan odanın duvarlarına yaslandılar. Çoktan sararmış ışıkların ilk adımları. Duvarlarda belirmeye başlayan çatlakların biçimsiz bir yapbozu andıran
“şekillerden ibaret olduğunu mu sandınız? Güneş’in ayak sesleridir! Sizi duymuştum, sizi duyururlar. Sizden bahsedilir. Toprak sizden kurtuluş olmadığını söylediğinde, bizi göğsüne aldığında sizinle er geç karşılaşacağımızı biliyorduk. Hazırlıklıydık. Dilimiz yoktur bizim. İstediğinizi konuşacak dilimiz yoktur. Birimizin dediğini diğerimizin tamamlaması bu yüzdendir. Ne söyleyeceğimizi, ne düşündüğümüzü biliriz…”
Duvardan bir parça düştü. Ardına dek açılmış gözlerde, arınmaya başlayan gözlerin renginde bir korku parıltısı belirdi. Lambanın parlayışı, karanlıkların ışımaya boğulması görülecek şeydi.
“…ve sizin öğrenemeyeceğinizi de biliriz. Söylediklerimi unutacaksınız, sonra dipsiz bir çukurun karanlığında başkalarını yakalayacaksınız, sorgulayacaksınız. Yine çizgiler belirecek odanızın duvarlarında, yine ışıkta yaşayamayacaksınız.”
Yere büyük bir parça düştü, pırıltı parçacıklarına ayrıldı. Delikten koca bir dünya giriyordu; aydınlığın kokusu, elleri ve şarkısı. Işığın ortaya çıkardığı ipler, kim bilir nerelere kadar uzanan, hangi ustanın ellerinde oradan oraya salınan ve her bir ilmeğinde başka bir ruhun acısını barındıran ipler bir bir kopmaya başladı, gölgeler boş çuvallar gibi yere yığıldı.
Söylenenler duyulmuyordu artık, oda gökyüzüne ayrılırken armonisinde güneşlerden izler taşıyan şarkının notalarından başka bir şey işitilmiyordu. Karanlıkların zerreleri toprağa kaçıştı. Bembeyaz bir göğe koştu sorgulanan, kenardan aşağı atıverdi kendini. Milyarlarca kardeşiyle birlikte düşmeye başladı. Özgürlüklerini kutlarcasına yan yana düştüler, düştüler ve kimi göllerle, kimi toprakla buluştu. Sorgulanansa toprağa kavuşmayı beklemedi, en başından beri içinde biriktirdiği zerrelerle ışımaya başlayan bedenini daha fazla hapsetmeden, yere düşmeden buharlaştı. Işığa, varlığa ve gökyüzüne karıştı.