Öykü

Değişim Günleri

“Önümüzdeki günlerde çok şey değişecektir. Her şey değişecektir; öyle gözüküyor. İnşallah Türkiye değişmez!”

-Devlet Bahçeli, 28.05.2024

2025

Mithat çantasını hazırlarken Suriye sıcağının da etkisiyle alet edevata pek kibar davranmıyor, eşyaları hararetli bir şekilde kutunun içine fırlatıyordu. Oradan geçen erlerden birine “Oğlum,” diye seslendi. “Hemen git de Selim Uzman’ı bul. Aracı hazırlasın.”

“Emredersiniz komutanım!” diye selam verdi asker. Çabuk adımlarla astsubayın yanından uzaklaştı.

Mithat, onun hızını yeterli bulmamış olacaktı ki arkasından bağırdı. “Koşsana oğlum!”

Biraz sonra, tüm malzemeleri yüklenip arabanın başına gittiğinde, Selim’in kendisini beklediğini gördü. Yirmilerinin başındaki uzman çavuş onu esas duruşta selamladı. “Emriniz üzerine yola çıkmaya hazırız komutanım.”

“İyi iyi, aferin. Konumu GPS’e attım. Bir an önce gidelim de hava kararmadan dönelim.”

Selim süratle direksiyonun başına geçti. “Her ihtimale karşı çocuklardan birkaçını yanımıza alayım mı komutanım?”

“İstemez. Ayak altında fazla adama gerek yok. Ben albayla konuştum. Hemen gidicez, işimizi halledip dönücez. Bizim SİHA’lardan birine acayip bir şey oldu. Kameradan bakıyorduk, normal gidiyordu, bir anda kafasına göre gitmeye başladı. Amerikalıların bırakıp gittiği üslerden birinin tepesinde dolandı epeyce. Sonra görüntü gitti. Sonra da oraya bireye yavaşça indi. İnsan falan da yok orada. Bizim güvenli bölgemizin içinde bomboş bir yer. Ben biraz kurcalar düzeltirim SİHA’yı.”

“Komutanım bizim teknisyenlerden birkaç tane sivri zekalı eleman var. En azından onları alalım, size yardımcı olurlar.”

“Oğlum ben yüksek lisansımı bu zamazingolar üzerine yaptığımda daha Bayraktar diye bir şey yoktu ortada. Hızlıca halledip dönücez. Akşam maç var, onu kaçırmak istemiyorum.”

“Komutanım kızacaksınız ama koskoca kıdemli başçavuşun SİHA peşinde koşması benim hiç içime sinmiyor. İsterseniz siz hiç yorulmayın, ben teknisyenleri götüreyim. Siz uzaktan talimat verirsiniz.”

“Selimcim bunlar karışık teknolojiler. Yazılımsal bir sorun da olabilir. Onu düzeltmeye ya da taşımaya çalışırken bir yerini bozarlar, ben asıl o zaman yorulurum. Bir yığın evrak işi çıkar çünkü. Ben orada usulca halledeceğim. Albay da tamam dedi zaten.”

“Nasıl isterseniz komutanım.”

Kamptan uzaklaşırlarken Mithat Başçavuş cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Camı indirip sigara dumanını dışarı, çöl rüzgarıyla uçuşan kumların arasına üfledi. “Yok mu bir CD falan ya? Az müzik dinleyelim.”

Selim Uzman, astsubayının lafını ikiletmedi. Teybin düğmesine basmasıyla Müslüm Gürses’in sesi aracı doldurdu. “Uygun mudur komutanım?”

“Ha şöyle ya… Uygun ne kelime? Babadır baba.”

Biraz sonra, “Bizim çocuklar artık memlekete döneriz diye konuşuyorlar,” dedi Selim.

Astsubay ona döndü. “Niye? Terhis mi oluyorlar?”

“Savaş bitti ya. Yeni yönetim birkaç gün önce Kürtlerle anlaşma imzalamış. Onlar da ordunun parçası olacaklarmış. Mesela gittiğimiz üs niye boş? Çünkü Amerikalılar çekildiler. Yakında biz de çekiliriz diyorlar.”

Mithat, sinirle sigarasını dışarı fırlattı. “Tabii çekilelim. Yerimize de İsrail gelsin. Ne de olsa Hatay’a dayanmalarına az kaldı. Anlaşmaymış… Merak etme, yakında bizimkiler de benzer bir anlaşma imzalar. Oğlum ben son otuz senenin çoğunda terör bölgesinde görev yaptım. Devrelerim, dostlarım şehit düştü. Bazıları kucağımda öldü. Şimdi geldiğimiz duruma bak. İki terör örgütü lideri Suriye’nin kaderi için protokol yapıyor. Bizimkiler de teröristlerle müzakere ediyor. Bunlar neden oluyor biliyor musun? Birileri petrole daha kolay ulaşsın diye Ortadoğu’nun sınırlarını baştan çizmek için. Arada da onların savaşı için biz ölüyoruz. Dış müdahalelerden kaynaklanan değişim asla hayır getirmez.”

Selim kem küm etti. “Kusura bakmayın komutanım… Bu kadar şey yaptığınızı bilmiyordum. Bilsem hiç şey etmezdim.”

Komutanı genç adamın omzuna dokundu. “Sen bakma oğlum, moruğun tekiyim ben. Şunun şurasında emekliliğe ne kaldı ki?.. Ben sizi, gençleri düşünüyorum.”

 

1997

Kurşunlar Mithat’ın kulağının dibinden vızır vızır geçiyordu. Delikanlı, bir kayanın arkasına pusmuş; fırsat bulduğu nadir anlarda bakmadan ateş etmeye çalışıyordu. “Mito!” diye seslendiğini duydu birinin. “Gel lan gel bak ne buldum!”

Genç asker, sürünerek sesin geldiği yöne ilerledi. Komutanının neşeyle onu çağırdığı yere tırmanırken, bildiği bütün sureleri birer defa okudu. Vurulması an meselesi gibiydi. “Emredin yüzbaşım.” dedi sonunda.

Hakkı Yüzbaşı’nın üstünde dikildiği çıkıntıya bir makineli tüfek yerleştirilmişti. Normalde tüfeği kullanması gereken terörist, beyni dağılmış halde yüzbaşının postallarının dibinde yatıyordu. Ancak komutanın dikkati cesette değil, yeni kavuştuğu oyuncaktaydı. “Oğlum hep bunlardan birini kullanmak istemiştim lan. Bize sıkarlarken çok eğleniyor olmalılar. Baksana şuna, kız gibi makine. Hadi biraz militancılık oynayalım. Koru beni.”

“Emredersiniz komutanım.”

Mithat, namlusunu etrafta gezdirerek olası saldırıları bertaraf etmeye çalışırken yüzbaşı hiç bakmadan teröristlerin olduğu yönü tarıyordu. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,” diye haykırdı. “Bin atlı o gün dev gibi bir ordu yendik!” Kolları yorulduğunda kısa bir mola verdi. “Buna neden doçka dendiğini biliyor musun Mito?” Genç astsubay kafasını iki yana sallamakla yetindi. Komutanı açıkladı. “Rusça. Sevgilim, kızım demek. Cuk oturmamış mı?”

“Cuk oturmuş komutanım.”

Yüzbaşı kahkaha attı. “Al, biraz da sen dene.”

Bu defa komutan onları korurken Mithat rastgele sıkmaya başladı. Gerçekten de eğlenceliydi. İnsan güçlü hissediyordu. “Haklıymışsınız,” dedi ateşi kesmeden.

Yüzbaşı neşeyle başka bir şey söyleyecekti ki ifadesi suratında dondu. “Mito!” diye haykırdı. “Yat yere!”

Mithat ne olduğunu anlayamadı. Büyük bir gümbürtü koptu ve alevler etrafını sardı. Yüzbaşının yerde yattığını, vücudunun yarısının yandığı gördü. Adamı kaptığı gibi ateşin dışına çıkarıp koşmaya başladı. Sırtında hissettiği acıya rağmen yavaşlamadı, vurulmuştu. Yaralarından kan fışkırınca durumun vahametini anladı. Birden çok mermi yemişti. Yere devrilirken bilinci kapandı. Komutanını kurtaramamıştı.

 

2025

Mithat Astsubay, bir rüyadan uyanır gibi gözlerini açtı. “Selim!” diye seslendi endişeyle. Daha demin arabada uzman çavuşla muhabbet ediyordu. Şimdi nerede olduğunu anlayamadı. Tüfeği elindeydi. Halbuki SİHA tamiri için kamptan çıkmıştı. Birkaç adım attığında, terk edilmiş Amerikan üssünde olduğunu fark etti. Düzeltmeye geldiği SİHA’yı görmeye çalıştı ama ortalıkta yoktu. Telefonunu çıkardı, haritaya bakıp ne tarafa gideceğini bulmak istiyordu. Bu bozulmuş, diye düşündü. Ekranda yalnızca garip renkler vardı.

Üste bir acayiplik olduğunu fark etti. Her şeyin üzeri belli belirsiz sarı bir tozla kaplıydı. Çöl kumu değildi bu, daha parlaktı. Acaba kafamı mı çarptım, diye mırıldandı. Oraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Üssün içlerine doğru yürümeye başladı. En azından şu SİHA’yı bulayım. Belki Selim de onun başındadır.

Arkasında bir hareket hissetti. Döndü, hiçbir şey yoktu. Sarı toz uçuşuyordu. Başına bir ağrı saplandı. Sanki biri ona sesleniyordu. Ağrı geçince, seslenme sandığı şeyin yalnızca kulak çınlaması olduğuna ikna etti kendini.

“Mito?”

Bu sefer emindi, duymuştu. Hem de yirmi sekiz senedir duymadığı bir sesi duymuştu. “Yüzbaşım?” diye bağırdı. Cevap yoktu. Yürümeye devam etti. Etrafa bakındıkça ortamın garipliğini fark ediyordu. Amerikalıların yanlarında götürmesi gereken pek çok silah geride bırakılmıştı. Sanki askerler orayı alelacele terk etmişti.

Sarı toz zaman zaman yoğunlaşıyor, yerde rahatça görülen öbekler oluşturuyordu. Bu öbeklerin bazılarından Mithat’ın hayatında görmediği renklerde bitkiler baş vermişti. Eğilip papatyaya benzeyen mor renkli bir çiçeği kopardı. Yerdeki toz bir anafor oluşturarak çiçekle birlikte yükseldi. Mıknatısa çekilen demir tozu gibi hareket ediyorlardı.

Mithat çiçeğe baktıkça yaprakların rengi değişti. Önce maviye, sonra sarıya döndüler. Ancak bu sonbaharı hatırlatan turuncumsu bir renk değildi. Güneş gibi pastel bir sarıydı. Bu değişim astsubayın başını döndürmüştü. Elindekini yere attı.  Çiçek, anında sarı tozla kaplanıp görünmez hale geldi. Burası hiç doğal değil, dedi kendi kendine. Geri dönmeyi düşündü ama Selim’den haber almadan gitmek istemiyordu.

Kafasını toplayabilmek için bir duvar dibine çöktü. Baş ağrısı geri dönmüştü. Şakaklarına masaj yaparak rahatlamaya çalıştı. Daha iyi olmuyordu. Toz burun deliklerinden giriyor, nefes alışını zorlaştırıyordu. Toz yüzünden gözleri kızardı, görüşü bulanıklaştı. Sanki yere bıraktığı çiçek gibi o da gömülüp kaybolacaktı. İleride bir siluet fark edince silkinip ayağa kalktı. “Selim! Orada mısın?”

“Mito!”

“Yüzbaşım!” diye haykırıp koşmaya başladı ama siluet barakaların arasında kaybolmuştu. Büyük, metal bir şeyin tam önünde olduğunu fark etti. Eliyle alüminyumun üzerindeki tozu silkeledi. Aradığı SİHA’yı bulmuştu.

 

2001

Silah arkadaşlarından ayrı düşen Mithat, kendini can havliyle mağaranın birine attı. Üstünde neredeyse hiç mühimmat kalmamıştı. Oraya saklanmış DŞK’yi fark ettiğinde suratına hüzünlü bir tebessüm yerleşti. “Sevgilim… Kızım…” diye mırıldandı, bir çocuğu sever gibi makineli tüfeği okşadı. Keşke şu karanlığı şiirlerinizle aydınlatsaydınız yüzbaşım… Keşke başımızda olsaydınız…

Silahın başına geçecekti ki mağaranın girişinden bir ses duydu. Arkasını döndüğünde yüzü poşuyla örtülmüş biriyle göz göze geldi. Terörist, Mithat’ı vurmak için tüfeğini kaldırdı ama donup kaldı. Önce dizlerinin üstüne çöktü, sonra da yere devrildi.

Mithat, adamın poşusunu çıkardığında burnundan oluk oluk kan geldiğini fark etti. Bir hastalığı mı vardı? Genç asker, olana anlam vermekte zorlanıyordu. Mağarada kendisi dışında biri olduğunu hissetti. “Kimsin?” diye seslendi.

“Seni ben korudum,” dedi karanlıktan gelen ses.

“Sen kimsin?”

“Palyaçonun teki… Acele et, diğerleri de geliyor.”

Mithat alelacele makineli tüfeği yükledi. Teröristler mağaraya daldığında o da ateş etmeye başladı.

 

2025

İçini kurcalamak için SİHA’nın kapağını açtı. Gördüğü elektronik bir sistemden ziyade bir canlının iç organlarını hatırlatıyordu. Kablolar eriyip birbirine girmiş, parçalar tozla birleşip yepyeni bir şeye dönüşmüştü. Devre kartları kalp gibi atıyor, güç elemanları hafifi bir sarı parıltı yayıyordu. Mithat, tornavidanın ucuyla parçaları dürttü. Hamurlaşmış parçalar metalin değdiği yerden ayrıldı ama başka taraflardan bir araya geldi.

“Güzel, değil mi?” diye sordu arkasından bir ses.

Hipnotize olmuş gibi SİHA’nın içini seyreden Mithat arkasını dönmeye gerek duymadı. Sesin sahibini göremeyeceğini biliyordu. “Sen Hakkı Yüzbaşı değilsin,” dedi.

“Değilim.”

“Kimsin sen?”

“Hatırlamıyor musun?”

Mithat kafasını kaşıdı. “Sen mağaradaydın…” diye fısıldadı. “Palyaçonun teki…”

“Bingo.”

“Neden Hakkı Yüzbaşı’yı taklit ettin?”

“Seni buraya çekmem gerekiyordu.”

“Neden?”

“Tekrar bir olabilmek için.”

SİHA’nın içini kaplayan hamurlaşmış yapı, Mithat’ın eline sıçramıştı. Astsubay, onu kazımaya çalıştı ama daha çok yayılmasına sebep oldu. Baş ağrısı artıyordu. Olduğu yere yığılıp kaldı.

 

????

Mithat uyumuyordu ama bunu anlaması saatler sürdü. Zifiri karanlık bir odadaydı. “Hakkı Yüzbaşım!” diye inledi. Son hatırladığı, adamı alevlerin dışına taşımaya çalışırken vurulduğuydu. Eliyle yokladığında yaralarının sarılmış olduğunu gördü.

“Yüzbaşı senin için önemli olmalı,” dedi bir ses. “Geldiğinden beri başka bir şey düşünmedin.”

Mithat hiçbir şey göremese de etrafa bakındı. “Nasıl?..”

“Şanslısın,” diye karşılık verdi ses. “Neredeyse postu deldiriyordun.  Neyse ki CIA oralardan geçiyormuş. Gerçi sanırım onlar düşmanlarınızı desteklemek için civardaydı.”

“Beni CIA mi kurtardı?”

“Evet. Sıradan tıbbi yöntemlerle kurtulman mümkün değildi. Zaten Amerikalılar da boyut ötesi çalışmaları için denek arıyorlardı.”

“Sen kimsin tam olarak? Onlar için mi çalışıyorsun?”

“Sen benim kim olmamı istersin?”

“Palyaçoluk yapma, cevap ver. Kimsin sen?”

“Aslında palyaçoluk yapmak epey hoşuma giderdi.”

“Cevap ver, dedim. Neresi burası? Esir miyim?”

“Esir olan benim. Seni yakında bırakırlar. Deneklerini doğal ortamında gözlemlemek isterler.”

Odayı sürekli bir fıs sesi doldurdu. “Bu ne?” diye sordu Mithat.

“Tam söylediğim gibi. Buradaki misafirliğin bitmişe benziyor.”

Uyku gazı ciğerlerine dolan astsubay, kendine geldiğinde GATA’daydı. Önce karanlık odadaki  diyaloğun bir rüyadan ibaret olduğuna ikna oldu, sonra da tamamen unuttu.

 

2025

Mithat yattığı yerde sağdan sola dönmeye çalışıp başaramayınca uyandı. Kendisini kısıtlayanın emniyet kemeri olduğunu fark etti. Arabadalardı. Genç uzman çavuş yanında aracı kullanıyordu. “Selim,” dedi ona. “Ne oluyor?”

“İyi misiniz komutanım?” diye sordu uzman çavuş. Kafasını çevirip astsubaya bakmamıştı.

Mithat iyi olup olmadığını sorguladı. Baş ağrısı geçmişti. “Asıl sen iyi misin? Nereye kayboldun? Amerikan üssünde seni aradım.”

“Ben de sizi aradım komutanım. Bulduğumda baygındınız. SİHA’nın tamir edilecek bir hali yoktu. En azından sizi karargaha döndüreyim dedim.”

Delikanlının konuşmasında robotik bir tını vardı. Yalnızca yola bakıyor, başçavuşla göz teması kurmuyordu. “Oğlum biz nasıl ayrıldık orada?”

“Siz dediniz dağılıp arayalım diye. Hatırlamıyor musunuz?”

“Ulan hatırlasam niye sorayım? En son yolda gidiyorduk. Bir baktım elimde tüfekle üsteyim. Silah gerektiren bir durum da yoktu ki… Acaba üsse girerken bir şey mi gördük?”

“Hayır komutanım. Önlem olsun, dediniz.”

Mithat’ın tek kaşı havaya kalktı. “Emin misin?”

“Eminim komutanım.”

Astsubay koltuğunu dikleştirdi. “SİHA’yı da bıraktık orada.”

“Gerçekten tamir edilecek durumda değildi.”

“Ben onun başında mıydım? Aradığımı hatırlıyorum ama… Bir şey görmüştüm sanki… Acaba neydi? Seni bulduğumu düşündüğümü hatırlıyorum, sonrası yok.”

“Karargaha döndüğümüzde doktor sizi muayene eder, neyiniz olduğunu görürüz.”

“Oğlum dön de şu SİHA’ya bir daha bakayım. Ben çalıştırırım onu.”

“Önceliğimiz sağlığınız komutanım. Karargaha varalım bir, tedavinizi olun, istediğiniz zaman oraya döneriz.”

“Öyle mi diyorsun?” Mithat Başçavuş biraz düşündü. “İyi madem, devam et.”

On dakika daha gitmişlerdi ki bir helikopter sesiyle irkildiler. Söz konusu araç aşağı yukarı tam üstlerinde asılı kaldı. İp kullanarak inenler Türk askerine benzemiyordu. Birbirlerine seslendiklerinde hangi millete mensup oldukları da anlaşıldı. Rusça konuşuyorlardı. Doğrudan Selim’i hedef alıp ateş etmeye başladılar. Delikanlının vücudunda açılan her delikten sarı toz fışkırıyordu. Sürücü ölünce araba kaymaya başladı ama istop edip durdu.

Mithat üstünde silah olmadığını fark etti. Arabanın içinde aranacakken Ruslar kapıyı açıp onu dışarı çıkarttılar. İki kolundan tutmuş, hareket etmesine engel oluyorlardı. Başçavuş kendisinin de infaz edileceğini düşünüp şehadet getirdi. Ancak bunun yerine Rusların komutanı olduğu belli olan bir adam sakin tavırlarla yanına yaklaştı. “Selamın aleyküm başçavuşum. Biraz sert muamele etmek zorunda kaldığımız için özür dilerim. Askerinizi öldürdüğümüz için bize saldırabileceğinizi düşündük. Ancak sizi temin ederim ki öldürdüğümüz o şey, tanıdığınız asker değildi, insan bile değildi. Askeriniz çoktan vefat etmiş ve bedeni boyut dışı bir varlığın kontrolüne geçmişti. Eminim onda siz de bir acayiplik sezmişsinizdir.”

Mithat, Selim’in robotik tavırlarını hatırladı. Ağır bir Azeri aksanıyla konuşan bu adama güvenebilir miydi? “Beni hemen bırakın,” dedi. “Karşınızda şerefli bir Türk askeri var. Bu üniformaya saygı duyacaksınız.”

“Elbette başçavuşum. Bir taşkınlık yapmayacağınıza ve lafımı bitirmeme müsaade edeceğinize söz verirseniz çocuklar sizi bırakacak.”

“Öyle olsun,” dedi Mithat, dişlerini sıkarak. Adamın bir işaretiyle artık serbestti.

Adam, sıkması için elini uzattı. “İsmim Hümbet Gedebeyov. Wagner Grubu Serebro Birliği’nin komutanıyım.”

Mithat, onun elini sıkmadı. “Palavra atma. Wagner dağılalı iki yıl oluyor.”

Hümbet gülümsedi. “Putin bile Serebro Birliği’ni dağıtacak kadar deli değil.”

“Nedenmiş o? Sizin ne özelliğiniz var?”

“Serebro, Rusça’da gümüş demek. Bilirsiniz, folklorda doğaüstü varlıkları öldürmek için gümüş bir kurşuna ihtiyaç duyulur.”

“Ne demek bu? Canavarla savaştığınızı mı söylüyorsun?”

“Boyut ötesi tehditlerle mücadele ediyoruz. Aslında siz bu tehditlere epey yakından şahit oldunuz. Göstermeme müsaade edin.” Hümbet, askerlerine Rusça bir şeyler söyledi. Adamlar Selim’in cesedini arabadan çıkarıp yere bıraktılar. Komutan, postalının kenarındaki rambo bıçağını çekip uzman çavuşun karnına sapladı.

“Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye haykırdı Mithat. “Ölüye saygın olsun.”

“Lütfen bakın,” dedi Hümbet. Selim’in karnını boydan boya yardı.

Mithat, genç adamın iç organlarının yerinde olmadığını dehşetle fark etti. Bunun yerine parlak sarı, hamurumsu bir madde vardı. Bu maddeyi daha önce nerede gördüğünü düşündü. SİHA’yı hayal meyal hatırlıyordu.

“Görüyorsunuz,” dedi Hümbet. “Yayılmacı bir yaratık bu. Küf gibi, sarmaşık gibi, zararlı ot gibi. Amerikalılar üsten apar topar kaçtıkları için yalnızca silahlarını ele geçirmiş. Eğer karargahınıza ulaşabilseydi hem daha çok cephanesi hem de bunları kullanabilecek bir sürü bedeni olacaktı.”

Başçavuş kafasını tuttu. Algılamaya çalışıyordu. “Yani hastalık gibi bir şey mi bu? İnsandan insana mı bulaşıyor?”

“Yalnızca insanlara değil. Bizim boyutumuzdaki organik, mekanik veya elektronik her türlü sisteme bulaşabilir.”

“Bana niye bulaşmadı o zaman?”

“Sizin bağışıklığınız var. CIA bu yaratığı bizim boyutumuza çekip üstünde deneyler yapıyor. Normalde bizim dünyamızda hayatta kalmaları oldukça zor. Ancak insan bir konakçıyla simbiyotik ilişki kurduktan sonra  yayılabilir hale geliyor. Sizin de böyle bir deneyde kullanıldığınızı ve yaratığın bir bölümünün size bağlandığını düşünüyoruz. Bir süredir sizdeki parçasını geri almak için sizi çekmeye çalışıyordu. Şimdi bunu başardı ve tamamlandı. Artık güçlenmeye ve yayılmaya çalışacak. Yaratık öfkeli. Bu dünyada esir tutulduğunu düşünüyor. İntikam istiyor.”

“İyi de onu getiren CIA’se bizim ne suçumuz var yahu?”

“Başka boyuta ait bir varlığı kendi ahlak anlayışımızla yargılayamayız. Ancak şunu biliyorum ki bir şeyi dışarıdan müdahaleyle değiştirmeye çalışırsanız eninde sonunda onun yozlaşmasına sebep olursunuz.” Bunu söyleyenin, amacı başka ülkelerde operasyon yapmak olan bir paralı asker şirketine bağlı olması ironikti ama astsubay ağzını açmadan dinlemeye devam etti. “Amerikalılar bir mucize silah istiyordu, bunun yerine tüm dünya için bir tehdit yarattılar. Yayılmasına engel olmalıyız, o şeyi yok etmeliyiz. Bunun için elimizdeki en büyük koz sizsiniz. Uzun süre yaratıkla bağlı kaldığınız için bağışıklık kazandınız.”

Mithat düşündü. Demek uzun süre o şeyle bağlı kaldım… “Bu yaratık beni korumuş olabilir mi?” diye sordu.

“Kuvvetle muhtemel. Bir parçası size bağlı olduğu için konakçının zarar görmesini istememiştir.”

Düşündükçe anıları berraklaşıyordu. “Palyaço…” diye mırıldandı.

“Anlamadım?”

“Kendisine böyle demişti, palyaçonun teki…”

“Kaotik bir yaratığa uygun bir isim. Ama yuvasından koparılıp bu boyuta hapsedildiği için epey vahşi bir mizah anlayışı geliştirmiş. Bize yardım etmelisiniz başçavuşum. Ailenizin, memleketinizin, vatanınızın, bütün dünyanın selameti buna bağlı.”

“İyi de ne yapabilirim ki? O şeyi siz benden daha iyi biliyorsunuz.”

“Amerikan üssüne girdiğinizde ne olduğunu anlatmakla başlayabilirsiniz.”

“Hatırlamıyorum. Üsse doğru gidiyorduk, sonra bir baktım elimde tüfek içeride dolaşıyorum.”

“Yaratığın üsteki parçası sizdeki parçasıyla birleşmeye başlamış, bu da zihninizi bulandırmış olmalı. Sonra bu birlikteliğe alışmışsınız.”

Mithat bir gelip bir giden, sürekli şiddetlenen baş ağrılarını düşündü. Tozun etrafını sarmasını, onu kaplamaya çalışmasını hatırladı. “Olabilir…”

“Peki üste tüfeğinizi kuşanmanızı gerektiren bir durum var mıydı? Oraya ilk gittiğinizde çatışmaya girmiş olabilir misiniz?”

“Bilmiyorum…” dedi Mithat. Amerikan üssü hakkında düşünmek bile başı ağrıyormuş gibi hissetmesine sebep oluyordu.

“Muhtemelen çatıştınız ve askerinizi o sırada kaybettiniz. Başçavuşum… Biz üssün derinlerine giremeyiz. Girersek biz de onun gibi değiştiriliriz. Yaratığın kalbine sizin ilerlemeniz ve Higgs bombasını yerleştirmeniz gerekiyor. Tabii sizi engellemek için elinden geleni yapacaktır. Biz dış kısımlara konuşlanıp size destek vermeye çalışacağız.”

Astsubay, onun gözlerinin içine baktı. Tüm bu saçmalıklar gerçek miydi? Selim’le üsse giderken Suriye’den çekilmekten konuşuyorlardı, Türkiye’nin neye dönüştüğünü sorguluyordu. Şimdi anlamıştı ki değişimin en büyüğünü kendi yaşamıştı, neredeyse otuz yılı bir çeşit yarı uzaylı olarak geçirmişti. Ve bunu fark etmemişti bile. Azeri komutan doğru mu söylüyordu? Tehdit o kadar büyük müydü? Başarabilir miydi? “Pekâlâ,” dedi. “Gidelim. Bir tanecik canımız var, onu vermeye de erinecek değiliz.”

 

Biraz sonra

“Tolko serebro çistit!”[1] diye haykırdı Hümbet. Paralı askerler ciğerleri patlarcasına onu tekrarladılar ve Amerikan üssüne doğru koşmaya başladılar. Mithat Başçavuş neler olacağını görmek için meraklı gözlerle uzaktan seyrediyordu.

Barakaların arasından insana benzer figürler fırladı. Bedenlerinin etrafında sarı bir hale parlıyor, yüzleri görünmüyordu. Daha önce içeride bulunmasına rağmen böyle şeylerle karşılaşmamıştı. Çünkü benim gelmemi istiyordu, diye düşündü.

Hümbet Komutan yanında durmuş, telsizle emirler yağdırıyordu. “Bizimkilerle çatışanların çoğu içi toz dolu boş kıyafetler,” diye açıkladı astsubaya. “Belki birkaç ölü Amerikan askeri de vardır. Bir de üssün köpekleri ya da etrafta dolaşan sokak kedileri falan. Onları da Frankenstein’ın Canavarı misali birbirine dikip insan kılığına sokabiliyor.”

“İğrenç…” diye mırıldandı Mithat.

Sarı adamların savunması yarılmış gibiydi. “Sizin sıranız başçavuşum,” dedi Hümbet. “Telsizden sizi yönlendirmeye çalışacağım ancak bir noktadan sonra bağlantı kopacaktır. Konuştuğumuz gibi… Higgs bombasını yerleştiriyorsunuz, yeterince uzaklaştığınızda tetikleyiciye basıp patlatıyorsunuz. Allah yar ve yardımcınız olsun.”

Mithat bu defa Wagner komutanının elini sıktı. Kısa bir dua okudu ve paralı askerlerin peşinden koşar adım üsse yöneldi. Sarı adamlar ona hücum ediyor ancak Serebroların vektör mermileriyle yere devriliyordu. Palyaço’nun bilincini maddeden ayıran bu silah az önce kendisine de verilmişti ama sıkmadı. Artık hem ateş edip hem depar atamayacak kadar yaşlandığını hissediyordu. Zaten tüm bu kargaşanın ortasında ne işi vardı ki? Çoktan tek işi kışlasında oturup SİHA tamir etmek olmuş olmalıydı.

Hümbet’in telsizden gelen yol tarifine göre biraz ilerleyince, sanki burası artık daha tozlu, diye düşündü. Yaratıktan cevap gelmesi gecikmedi. “Ben hep buradaydım, geçen sefer sen korkutmak istemedim yalnızca.”

“Beynimi terk ettiğini sanıyordum,” diye fısıldadı Mithat Başçavuş.

“Birlikte yirmi sekiz yıl geçirdik Mito. Seni destekledim, seni korudum. Artık bana bağımlı hale geldin. Bazı ilişkiler ebedi olarak kurulur.”

“Yanlış! Sen hayatta kalmak için beni sömürdün sadece! Bambaşka bir yerden geldin, beni kullanabilmek için değiştirmeye çalıştın. Seni istemiyorum.”

“Çalışmadım Mito, değiştirdim. Bundan sonra ben olmasam bile varmışım gibi yaşayacaksın. Benden kopamayacaksın.”

“Bana Mito deme,” diye haykırdı astsubay. Bu hitap ona Hakkı Yüzbaşı’yı hatırlatıyordu. Aslında pek çok şey ona yitirdiği komutanını hatırlatıyordu. Adam onun sadece üstü değil, ağabeyi gibiydi. O gerçek bir savaşçıydı, Mithat’sa onun dandik bir imitasyonundan ibaretti. Mithat iş güç sahibi olmak için asker olmuştu, o ise inandığı dava için. Bu dava bağımsızlıktı. Sürekli, Türkiye’nin askeri, siyasi ve iktisadi olarak herhangi bir dış destek olmadan ayakta kalmamasının öneminden bahsederdi. Gençken, bu sözler Mithat’ın kulağına sıkıcı ahkamlar olarak gelmişti. Şimdi, aradan koca bir ömür geçtikten sonra ve bu ömrü farkında bile olmadan Palyaço’nun müstemlekesi olarak yaşadıktan sonra o delidolu askerin sözlerini anlayabiliyordu.

“Benimle savaşamazsın!” diyordu Palyaço. “Ben büyük bir sistemim ve sen emrimdeki çarklardan birisin. Bazı varlıkların kaderi daha büyük varlıklara hizmet etmektir. Benim bir parçam olduğun için gurur duymalısın.”

Hakkı Yüzbaşı heyecanlı anlatırdı. Öyle ki konuşması zaman zaman nesirden nazıma kayardı. Şiir okumayı severdi, favorisi Namık Kemal’di. Bazı satırları askerlerinin kafasına kazımıştı. Palyaço asla susmayıp zihnini bulandırmaya çalışırken Mithat onun sesini bastırmak için vatan şairinden iki mısra mırıldandı. “Ecdadımızın heybeti maruf-i cihandır… Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır.”

Sarı toz çölde kum fırtınası girdaplar oluşturuyor, Mithat’ın yürümesini zorlaştırıyordu. Telsiz çoktan kesilmişti. Zerreler suratına çarpıyor, canını yakıyordu. Suni rüzgâr onu geriye savuruyordu. Yine de durmadı, yaratığın terk ettiği zihni önceki seferden berraktı. SİHA’yı gördüğünde yaklaştığını anladı.

“Vazgeç,” dedi Palyaço. Öbek öbek sarı toz askerin yolunu kapatıyordu. Sanki içine gömülüyordu. İlerlemek, hareket etmek çok zordu. “Aramızdaki bağdan dolayı ne sana zarar verebilirim ne de seni ele geçirebilirim ama fiziksel olarak kısıtlayabilirim. İşim bitene kadar burada kalırsın. Dışarı çıktığında tamamen bana ait, sapsarı bir dünyayla karşılaşırsın. Vazgeç, bombanı da alıp git. Bildiğin dünyanın son günlerinden mahrum kalma.”

Buranın bildiği dünya olmadığı kesindi. Tozdan hiçbir şey göremiyordu. Serebroların elinden kaçan sarı mahluklar içlere çekilmiş, etrafını sarmıştı. Bombayı yerleştirdi ama uzaklaşıp patlatmasına müsaade etmeyeceklerdi. Sürekli yaklaşıyorlardı. Hızlıca bir şey yapmalıydı. Yanına geliyorum yüzbaşım, diye düşündü.

Palyaço’nun “Bunu yapamazsın,” dediğini duydu zihninde. “Cüret edemezsin… Cesaret edemezsin!”

“Kavgada şehadetle bütün kam alırız biz!” diye haykırdı Mithat Başçavuş. Tetikleyiciye bastı. “Can veririz, nam alırız biz!” Tüm Amerikan üssü ve işgalci yaratıkla birlikte alevlere gömüldü.


[1] Yalnız gümüş temizler!

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *